Balyoz Yalanı ABD Planı. Görünüşe göre CIA desteğinde - TopicsExpress



          

Balyoz Yalanı ABD Planı. Görünüşe göre CIA desteğinde Ordu’ya karşı “Ergenekon” ile başlayıp, “Sarıkız”, “Oraj”, “Kafes”, “Balyoz” vb. diyerek TayyipGül’ce yürütülen tertipler sonucunu verdi. Emperyalist yayın organlarında “Demokrasi” çığlıkları içinde “Dokunulmaz” kabul edilen Ordu’ya dokunulduğu belirtiliyordu. “Ordu Yenildi”. Evet, 5 Mart 2010 tarihli baskısında böyle başlık attı, ABD’de yayımlanan haftalık Newsweek dergisi. Owen Matthews tarafından yazılan yazı şöyle başlıyor: “Siyasi düşünce basit olmalıdır. Bir grup karanlık generalin kanlı bir darbe planı iddiasıyla tutuklanması adaletin zaferidir. Siyasete askeri müdahalenin son bulması demokrasi için bir zaferdir. Ve daha geniş demokrasi bir ülkeyi daha liberal ve daha Avrupa yanlısı yapar. “Ancak, Türkiye’de siyasi düşünce her zaman basit kalıplar izlemez. Evet, geçen hafta düzinelerce subayın bombalama ve cinayet suçlamalarıyla tutuklanması, sivil savcılar için dokunulmaz olan orduya karşı bir zaferdi. Daha da önemlisi, tutuklamalar aynı zamanda, asırlardır Türkiye siyasetinde belirleyici bir güç olan askerin sessiz sedasız ölümünün işaretidir. Bu durum Türkiye için olgun demokrasi olma yolunda hayati bir adımdır.” (Owen Matthews, The army is beaten, Newsweek, 5 Mart 2010) Ordu’ya karşı yürütülen savaş, artık “psikolojik savaş”ın da ötesine geçti, denebilir. Açıktan zor kullanarak emekli veya muvazzaf subaylar, teğmeninden paşasına kadar tutuklanıyor. Ve “demokrasi” diyerek boyun eğiyor Ordu. Bu tablo karşısında, emperyalist yayın organında Türk Ordusu için “Kâğıttan Kaplan" benzetmesi yapılıyor. Ordu’yu kâğıttan kaplan durumuna sokmak için uygulanan demokrasi oyununun bir parçasını da AB’ye üyelik yemi oluşturuyordu: “(…) İki bin ikide iktidara gelişinden sonra AK Parti liderleri (Emperyalistlerin bile AKP yerine AK Parti adını kullanmasına dikkat çekeriz – Kurtuluş Yolu), AB üyeliğini reform programlarını ordu ve yargı içindeki ultralaiklerin saldırılarına karşı savunmak için kalkan olarak kullandı. Görüş olarak ordu Avrupa’ya katılmaya taraftardı, dolayısıyla AK Parti, radikal değişikliklerinin çoğunu AB bayrağı altında kotardı. Asker tarafından yönlendirilen Milli Güvenlik Kurulu’nun zayıflatılması, ölüm cezasının kaldırılması, ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlamaların kaldırılması, Kürt diline izin verilmesi, bunların tümü de AB tarafından konulmuş olan Kopenhag Kriterleri kapsamında yer alıyordu. Ancak, AK Parti’nin başlıca rakibi olan ordunun bir kâğıttan kaplan olduğu gösterilmişti, artık Erdoğan ve yandaşları tarafından Avrupa projesinin ileri yönde daha da zorlanmasının fazla yararı yoktu.” (agy) Türk Ordusu’na neden saldırılır? Türkiye’de, Ordu’nun genel olarak ileri yönde tavır almak gibi bir özelliği var. Yakın tarihe baktığımızda, Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılması ve “Kızıl Sultan” Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, Kuvayimilliye Hareketi, 27 Mayıs, 28 Şubat çıkışları hep bu ilerici tavrın göstergesi. Hürriyet Kahramanı Resneli Niyaziler, Kurtuluş Savaşçısı Mustafa Kemaller ve İsmet İnönüler, Demokrasi Savaşçısı Cemal Gürseller, İrtica Karşıtı Hüseyin Kıvrıkoğlu’lar, hep bu Ordu’dan yetişmiş ilericilerdir. Elbette, 2’nci Emperyalist Savaş sonrasında Truman Doktrini ile başlayan Ordu’nun ABD tarafından ele geçirilmesi girişimleri sonucunda, “Ordu Fosilleri” (H. Kıvılcımlı) diyebileceğimiz satılık generallerce 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleri de kotarılmıştır. Ancak bu faşist, kanlı darbelere, CIA ve Gladio oyunlarına rağmen Ordu tabanının ilerici yapısı tam anlamıyla yok edilememiştir. Türk Ordusu’nun her zaman en duyarlı olduğu noktalar İrtica (Şeriat) ve Bölücülüktür. Emperyalizmin stratejik hedefi ise gericilikle ittifak halinde Türkiye’yi parçalayıp yutmaktır. Emperyalizmin 2’nci Emperyalist Savaş sonrasında uygulamaya koyduğu “Yeşil Kuşak Projesi” ve 1990 sonrasındaki devamı olan “Ilımlı İslam Projesi” ile “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında Kürt Sorunu’nu kullanarak Türkiye’yi bölme girişimlerinin Ordu’yu rahatsız etmesi kaçınılmazdır. Nitekim Tuncer Kılınç, Hurşit Tolon gibi bazı üst düzey subaylar oyunu görerek NATO’dan çıkmayı bile dile getirebilmişlerdir. Üstelik Ordu’nun silahlı güç olma özelliği, 27 Mayıs’ta gerici iktidarı bir gecede düşürüvermesi, emperyalizmi ve gericiliği hep kaygılandırmıştır. Bir diğer nokta, Ordu’nun, tüm çabalara rağmen halktan koparılamamış olmasıdır. Basında yayımlanan anketlere göre Ordu, Türkiye’de hâlâ en çok güven duyulan kurum niteliğindedir. Bütün bunlar göz önüne alındığında, bugün için emperyalizmin uygulamaya koyduğu sömürü planının karşısındaki en örgütlü kesim Ordu’dur. Bu yüzden Ordu yaşadığımız saldırılara hedef olmaktadır. Aynı zamanda ardı arkası gelmeyen düzmece senaryolarla bundan sonrası için Ordu tabanı baskı altına alınmaktadır. Amerikan yardımı: Omzu Kalabalıkları avuca almak! Türk Ordusu’ndaki ilerici eğilimin en zayıf halkasını, hiyerarşik yapıya körü körüne uymak oluşturur. Bu zayıf noktayı emperyalistler de görür. Bu yüzden suyun başını tutarlar. Genelkurmay Başkanları ve kuvvet komutanları, ama özellikle de Genelkurmay Başkanları, ABD’nin güdümünde tutulur. Tabandaki ilericilerin katı hiyerarşik yapıyı kırarak ordu fosilleri dediğimiz bu omzu kalabalıklardan bağımsız harekât yapmaları çok zordur. Dolayısıyla emperyalizm için omzu kalabalıkların avuçta tutulması şarttır. Emperyalizm omzu kalabalıkları sözde “Amerikan Yardımı” ile avucuna alır. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında Truman Doktrini (12 Mart 1947) ile başlatır işi. Truman Doktrini, emperyalistlerin kayıtlarında aslında doğrudan doğruya Türkiye için geliştirilmiş bir plan değildir. Özellikle içsavaş yaşayan Yunanistan’da “komünist tehdit”e karşı geliştirilmiştir. Ancak, işin özü hiç de böyle gözükmüyor. CIA kuruluşu RAND Corporation’ın ajanları şöyle yazıyorlar: “Truman Doktrini’nin ilan edilmesinde birincil dürtü Yunanistan’ın karşı karşıya kaldığı komünist tehditti. Türkiye’ye yardım ikinci planda kalıyordu. Beyaz Saray Dış İlişkiler Komitesi’nden birinin tanıklığına göre ‘İri bir kuşu pişirmenin en iyi yolu olarak görüldüğünden, Türkiye fırına Yunanistan ile birlikte sürüldü’” (F. Stephen Larrabee, Sorunlu Ortaklık: Küresel Jeopolitik Değişim Çağında ABD-Türkiye İlişkileri: Troubled Partnership: U.S. – Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change, RAND Corporation 2010, s. 3) Truman Doktrini, “Komünizm Umacısı” ile Türkiye’nin 1952’de NATO’ya sürüklenmesine yol açtı. Daha sonrasını biliyoruz… CIA-Gladio-Kontrgerilla örgütlenmesi, 12 Mart ve 12 Eylül Faşizmleri vb. Ancak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra emperyalistlerin niyetleri daha belirgin oldu. Emperyalizmin dinci gericiliğe desteği ve Türkiye’yi bölme çabaları yüzük taşı gibi ortaya çıktı. Gene de omzu kalabalıkları büyük ölçüde avucunda tutmayı başardı emperyalizm. Bunu sağlayabilmek için elinden geleni yapıyor. CIA ajanı bunu açıkça belirtiyor: “Birleşik Devletler, aynı zamanda Türkiye’nin en önemli silah sağlayıcısıdır. Son zamanlardaki değişiklik çabalarına rağmen, Türkiye hâlâ kendi savunma sanayi aktivitesinin kabaca % 80’ini Birleşik Devletler’den sağlıyor. Çok sayıda Türk subayı Birleşik Devletler’de eğitilmiştir. Bu durum Türk Silahlı Kuvvetlerinin Amerikan meslektaşlarıyla yakın bağlar kurmasını sağlamış (abç) ve ABD askeri operasyon doktrini ve düşüncesi konusunda derin bilgi edinmesine yol açmıştır.” (S. Larrabee, agy., s. 4-5) Burada CIA ajanı bir de önemli dipnot verir: “Türkiye, 9/11’den beri (11 Eylül’den beri – K. Y.) Askeri Öğrenim ve Eğitim programında en yüksek fon desteği alan ülkedir; 2001’den bugüne bu destek iki katına çıkmıştır (bu bilgi yazara Savunma Bakanlığı görevlileri tarafından verilmiştir.)” (S. Larrabee, agy., s. 3) Evet, ABD Emperyalizmi, fonlardan para saçarak omzu kalabalıkları kendi deyişleri ile söylersek, “indoktrine etmektedir”. Katı hiyerarşik yapıda özellikle Genelkurmay Başkanlarının önemi çok büyüktür. Bunu ABD eski Büyükelçisi Eric Edelman da açığa vurmaktadır. Edelman, Nagehan Alçı ile yaptığı ve 29 Mart 2010 tarihli Akşam Gazetesi’nde aktarılan söyleşide iki Genelkurmay Başkanını özellikle vurguluyor. Gazeteci soruyor ve Edelman cevaplıyor: “Siz hükümetleri başa getirmeseniz de o hükümetler başta kalabilmek için sizden yardım isteyebiliyor. Nitekim Aslı Aydıntaşbaş da birkaç ay önce okuduğum kadarıyla Ayışığı ve Sarıkız adlı darbe planları ile ilgili olarak Ak partililer size gelmiş ve olası bir darbeye karşı sizden yardım istemişler. “Evet, doğru o dönem bazı partililer gelip bu planlardan haberimiz olup olmadığını sordular (Bu sözler ABD ile AKP arasındaki işbirliğini ortaya koyuyor – K. Y.). Ama Türkiye’de görev yaptığım süre içinde (Temmuz 2003 – Haziran 2005 – K. Y.) hiçbir ordu mensubu bana bu konuda gelmedi. Üstelik ortada böyle bir işaret de yoktu. Bence bunun arkasında Hilmi Özkök gibi liderler var. Ordunun dönüşüm sürecinde çok iyi yöneticilik yaptılar. Orduda o dönem başka türlü bir yönetici tipi olsa Türkiye bambaşka bir yere gidebilirdi.” (Akşam, 29 Mart 2010) Evet, çok iyi yöneticilik yapan Genelkurmay Başkanlarından birisi Hilmi Özkök. Diğerini de Edelman’ın ağzından alalım: “Bugün bir darbe olasılığı görüyor musunuz Türkiye’de? “Hayır pek olası görünmüyor. Ordu değişti. Artık ordunun eski gücüne karşı bir irade var insanlarda. Tüm bu olanlara bakınca ordunun kendi ile ilgili değişikliklere karşı pozisyonunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu tersine çevirmeye kalkışmadı. Bence İlker Başbuğ Türkiye için çok önemli bir şans. Onu tanırım. Ülkesinin çıkarını düşünen, kurumunu kollamaya çalışan, gerçek bir aydın komutandır Başbuğ.” (Akşam, 29 Mart 2010) Görüldüğü gibi Edelman gerçekleri söylüyor. Ordu’nun değiştiğini ve bu değişimde İlker Başbuğ’un önemli bir rol oynadığının – Başbuğ’un ifadesiyle – altını çiziyor. Belki Hilmi Özkök, İlker Başbuğ ikilisine bir üçüncüsünü, Yaşar Büyükanıt’ı da eklemek yerinde olur. Bunlar, özellikle son ikisi, nabza göre şerbet veren ama son durumda ABD politikasında karar kılan ABD’ye sadık kişiler, ne yazık ki… Amerikan yardımı başka açılardan bakıldığında, ek olarak, hem silah tekellerinin kârlarını artırma, hem de Türkiye’yi askeri açıdan bağımlı kılma sonucunu veriyor. Böylece emperyalizm bir taşla birkaç kuş birden vuruyor. Ordu’yu kandırmanın diğer yönü: stratejik önem ve tehdit Türk Ordusu’nu kandırmanın diğer yönü ise Türkiye’nin jeopolitik önemini ve Türkiye’ye karşı “tehdit”leri vurgulamak. Eskiden “komünizm heyulası” ile bu kandırmacayı yapıyordu emperyalizm. Şimdi de pek çok gerekçe yaratarak Genelkurmayın aklını çeliyor. CIA Ajanı Stephen Larrabee şöyle yazıyor “ABD ve Türkiye’nin Çıkarları” başlığı altında: “Soğuk Savaş’ın son bulması, ABD-Türkiye güven ortaklığı için orijinal dürtüyü (orijinal dürtüden kasıt komünizm tehlikesinin kalmaması – K. Y.) ortadan kaldırdı, ancak bu durum Amerika’nın gözünde Türkiye’nin stratejik önemini -çoğu Türk’ün başlangıçta korktuğu gibi- azaltmadı. Tersine, Berlin Duvarı’nın yıkılışından bu yana Türkiye’nin stratejik önemi azalmadı, arttı. Ancak, güven ortaklığının temeli adamakıllı değişti. Bugün, Türkiye’nin stratejik önemi Rusya’dan gelecek bir tehdidi caydırmak değil, İslam Dünyası ile köprü kurma kapasitesi ve Birleşik Devletler için stratejik önemi artan iki bölgede, Ortadoğu ile Kafkasya/Orta Asya’da stabilizasyon sağlama (kararlı kılma) gücünde yatmaktadır (abç). “Türkiye’deki üslerin, özellikle de İncirlik Üssünün kullanılmasının süregitmesi, Geniş Ortadoğu’da ABD çıkarlarının sağlanması açısından önemlidir. Irak’taki ABD Askeri malzemesinin % 70’inden fazlası İncirlik Hava Üssü üzerinden veya kara yoluyla Türkiye üzerinden gönderilmiştir. Eğer Türkler, Türk tesislerine, özellikle İncirlik’e ABD girişini engeller veya reddederse, bu durum ABD’nin Afganistan’daki güçlerine ciddi bir etki yapar. Bu durum, Irak’taki ABD güçlerinin çekilmesini de zorlaştırır. “Güven ortaklığı Türkiye için de önemlidir. Türkiye zorlu ve değişken komşular arasında ve pek çok komşusu ile çelişkiler içinde (örneğin Suriye, Irak, Yunanistan, Ermenistan). Ayrıca, Türkiye İran ve Irak’tan ateşlenecek füzelerin menzili içinde (abç). Bu yüzden, Türkiye ABD ile olan güven ortaklığını, Ortadoğu’dan artarak gelmekte olan risklere karşı önemli bir sigorta politikası olarak görmektedir. Ortadoğu’da ABD’nin varlığı Türkiye için riskler getirmekteyse de, son durumda Türkiye çevresinde ABD askeri gücünün varlığından yarar görür.” (S. Larrabee, agy., s. 4) Bunlara ABD’nin Kürt Yemini de eklemek gerek… ABD, Türkiye’yi, özellikle de Kürt Sorunu’nda çok hassas olan Ordu’yu, “Bak, PKK’yı tasfiye ediyorum; paralarını bloke ettim, Avrupa’da tutuklamaların yapılmasını sağladım; ‘Açılım’ süreci başlattım; Barzani’yi PKK’nın üzerine saldım, bilesin” diyerek yemliyor. Böylece güçleri Barzani etrafında topluyor. Bu oyunu dürüst Türk subaylarının görmemesi mümkün değil. İşte görebilenler veya görme potansiyelinde olanlar da, Genelkurmayın gözleri önünde “gözünün üstünde kaşın var” denerek içeri tıkılıyor. ABD planlarının uygulanabilmesi için Ordu’nun “Kafeslenmesi” şart… Sonuç: emperyalist oyunu tutmaz! Emperyalizm, bu oyunlarla ancak omzu kalabalıkları kontrol edebilir. Ordu Gençliği’ni “Ergenekon”lar, “Balyoz”lar ile susturmaya, baskı altına almaya çalışsa da, güneş balçıkla sıvanmaz. Gerçekler inatçıdır. Bu masallar er geç anlaşılacaktır. Zaten Ordu Gençliği’nde bir tepkinin olması kaçınılmazdır. Son tutuklamalar, hatta intiharlar bunu kanıtlamaktadır. Emperyalistler yenildi deseler de, Ordu’nun ilerici özelliği bize has gelenek göreneğe dayanmaktadır. Dolayısıyla bu özellik yüzyıllar sürecektir. Bugün ülkeye ve Ordu’ya saldırı açısından durum tıpkı 1920’yi andırmaktadır. O zamanki İngilizlerin yerini Amerikalılar almıştır. O günlerde Mustafa Kemal’in Türk Subayı ile ilgili söyledikleri ilginçtir. Bugüne ışık tutmaktadır. Şöyle diyor Mustafa Kemal: “İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silâhlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. “Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak plânını takip ettiler ve ediyorlar. Herhalde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak lâzımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. “Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar. Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak huzuruna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim ile karar vermiştir. Zaman zaman şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır ve vuramayacaktır. “Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lâzım olduğunu söylediğim kaynak -ki milletin vicdanî imanıdır- mevcuttur. Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malûm bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; ‘ordunun ruhu subaylardadır.’ O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir. “Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların, subayların yüce olan vazifesi budur. “Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlâl edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. “Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır. “Dolayısıyla subay için “YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM!” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız.” (Mustafa Kemal, 31 Temmuz 1920, Afyonkarahisar Kolordu Komutanlığı) Mustafa Kemal’in bundan 90 yıl önce çizdiği yol bugün de geçerlidir. Türk Subayına düşen görev açıktır. Ne var ki, sadece Ordu ilerici bir harekat yapsa da, bu saman alevi gibi söner. Kitle (halk) desteği şarttır. Aslında bu halk desteğinin altyapısı da hazırdır. Bu durumu emperyalistler de iyi bilmektedir. S. Larrabee şöyle yazıyor: “... Bununla birlikte, son yıllarda –özellikle 2003’ten beri– Türk – Amerikan ilişkileri ciddi gerilimlere uğradı. Irak ve Kürt Sorunundaki keskin ayrılıklara Ortadoğu, özellikle de İran, Irak ve Suriye ile ilişkiler konusundaki farklılıklar eklendi. Aynı zamanda, Türkiye sert bir Anti-Amerikan yükselişe şahit oldu (abç)”. (S. Larrabee, agy., Önsöz) Larrabee, ayrıca, ABD’den nefret konusunda bir anketten de söz ediyor: “(…) Pew Charitable Trust tarafından 2007’de yapılan bir ankete göre, ABD hakkında olumlu düşünen Türklerin oranı onda birden az (yüzde 9), bu 2002’den beri yüzde 21 düşme anlamına geliyor. Aynı ankete göre, ankete katılanların yüzde 83’ü ABD’yi kötü, yüzde 75’i ise çok kötü görüyor. Bu oran, Ortadoğu’da Filistin halkından sonra ABD hakkındaki yüzde 86’lık orandan sonra ikinci sırada.” (S. Larrabee, agy., s. 16) Halkımızda Antiamerikan eğilim, oynanan onca oyuna rağmen, hâlâ böylesine güçlü. Demek ki bu gücü harekete geçirmek gerekiyor. Bunun için ise örgütlenmek gerekli. Bugün gericilik camileriyle, Kur’an Kurslarıyla, İmam Hatip Liseleriyle, tarikatlarıyla, hepsinden öte devlet gücüyle örgütlüdür. Gericiliği altetmek için halkımızın da en az gericilik kadar örgütlü olması şarttır. Bunun için İşçi Sınıfımızın öncülüğünde, tüm halk tabakalarının ve Ordu Gençliği’nin ittifakı şarttır. Gerçek bağımsızlık İşçi Sınıfının öncülüğünde olacaktır. O halde Mustafa Kemal’in dediği gibi, bir kez daha: YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!
Posted on: Mon, 15 Jul 2013 18:00:09 +0000

© 2015