Bugünkü samimiyetsizlikleri, içten pazarlıkları, sapmaları, - TopicsExpress



          

Bugünkü samimiyetsizlikleri, içten pazarlıkları, sapmaları, İslamcılıktaki eksen kaymalarını, siyasi kirlilikleri görmeden Rabbine daha erken kavuştuğu için Abdulhamidi daha şanslı görüyorum. 79’un kışıydı. İstanbul belki de uzun zamanlardan beridir ilk kez bu derece şiddetli bir soğukla tanışıyordu. Yerler bembeyazdı. Ayaz yerdeki karları buz gibi dondurmuştu, her adım atışımızda bütün İstanbul ayak seslerimizi duyacak gibi oluyorduk. Sokaklarda, köşe başlarında yaktıkları ateş etrafında toplandıkları daha uzaktan belli olan bekçilerle biz vardık. Onların yerleri, bir teneke içerisinde yaktıkları meyve kasalarından çıkan gür alevle daha uzaktan belli olduğu için, çoğunlukla yolumuzu değiştirirdik. Zira ya kimlik soracaklardı veya şüphelenmeleri durumunda, bizi sorgulayıp, üzerimizi aramaya kalkışacaklardı. Küçükpazar’daki dolaşma nöbetimiz bitmiş, Eminönü’nden Taksim’e doğru hareket halindeydik. O zamanın tabiriyle, birkaçımızda emanet vardı. Dört-beş arkadaş birlikteydik ve o dönem komünistlerinin ısrarla Süleymaniye semtindeki hâkimiyetimize son vermek için yaptıkları saldırılara karşı sokaklarda dolaşıyor, duvarlara yazmış olduğumuz sloganların üzerine başkalarının yazı yazmasına veya afiş asmalarına meydan vermemek için sürekli tetikte bekliyorduk. Abdulhamid’e “Bekçilerin olduğu yerden geçmeyelim” dedim, “Merak etme onlar bizden, ben boş zamanlarımda gelip onların sohbetine katılıyorum ve bu arada onlara İslam’ı da anlatıyorum.” Dedi. Gerçekten de onların yanına vardığımız zaman, Abdulhamid’i tanıdılar ve ısrarla oturup çay içmemizi istediler. Kısa bir konaklama esnasında, onların İslam’ı konuları konuşmaya başladıklarını ilgiyle izledim. Metin de aynı yöntemi uyguluyordu. Bir eylemden, bir mitingden döndüğümüz zaman yolda bir seyyar satıcı veya sıradan bir insan gördüğü zaman, onunla tanışır ve onun memleketine göre ona yaklaşmaya çalışırdı. Tepebaşı’ndaki bir toplantıdan sonra Fatih’e doğru bir korsan yürüyüş yapmıştık. Unkapanı köprüsünde el arabasının üzerinde meyve satan bir genç vardı. Metin’in gözüne ilişti ve arkadaşlara “siz yürüyün, ben gelirim!” dedi. Onu yalnız bırakmamak adına yanındaydım ve kısa bir sorgudan sonra güzel bir Kürtçeyle ona İslam’ı anlattığını görünce şaşkınlığımı gizleyemedim. Zira İstanbul’da yaşamış birinin Kürtçeyi bu kadar güzel konuşması ilginçti. Özellikle babasının yaptığı bir yeminden dolayı Kürtçe konuşmamak için gayret gösterdiği bir evde, Metin’in bu kadar rahat Kürtçe konuşmasına şaşırmamak mümkün değildi. Abdulhamid’in de Malatya şivesine rağmen Kürtçeyi rahat bir şekilde kullandığına çoğu zaman şahit oluyordum. Abdulhamid, Satır Abdullah, Abdulvahap, Tahir, Metiner, A. Mecit, Oktay, Dr. Remzi, Adil ve daha birçok arkadaş sürekli olarak Diriliş çevresinde bir araya geldiğimiz bir gruptu. Abdulhamid, bizden biraz daha farklıydı. Kendi çevresindeki arkadaşlarla ilmi konulara daha fazla eğiliyordu. Medreselerle diyalog içerisinde olduğundan, özellikle Kürdistanlı gençlerin oluşturduğu bir grupla birlikteydi. Biz Kürdistanlı Müslümanlar olarak anılmaktan çekindiğimizden, özellikle bu çevrenin içerisine girmeye cesaret edemiyorduk ve sadece Süleymaniye ve Diriliş çevresindeki sohbetlerde veya genelin katıldığı toplantılarda görüşme fırsatımız oluyordu. Diriliş’teki sohbetlerin birinde, arkadaşımız Abdülmecit’in garip hareketleri herkes gibi benim de dikkatimi çekmişti. Ne olduğunu sorduğumuzda, “üzerinde emanet olduğu ve içine bir sıkıntı yerleştiğinden dolayı tedirgin olduğunu, zaman geçirmeden onu bir yerlere saklamasının gerektiğini söylemek üzereyken, kapıya onlarca asker geldi ve o arka kapıdan hızlı bir şekilde aşağılara doğru kaçtı. Askerler de onun peşindeydi. İzini kaybettirdi ve emaneti bir yere bıraktıktan sonra, yeniden Süleymaniye’ye geri döndü. İlk olarak Menekşe lokantasına gitti ve durumla ilgili haberleri almaya çalıştı. Askerlerin onun eşkâlini aldıklarını ve onun peşinde olduğunu öğrendi, Küçükpazar’a doğru inerken askerler yeniden onu gördüler ve durması için ihtar etmelerine rağmen o kaçtı. Askerler de havaya üç kez ateş ettiler, o durmadı ve izini kaybetmesini başarabildi. Askerler ondan ümidi kesince yeniden Diriliş’e geldiler ve “arkadaşınız vuruldu. Aşağıda kanlar içinde yatıyor, hemen yetişip hastaneye yetiştirin” dediler. Her birimiz, nerdeyse vurulduğu yeri soracaktık ki, Abdulhamid atıldı. “Bizim arkadaşımız değil. Komünist düşünceli biriydi, buraya bizimle tartışmaya gelmişti ve onu tanımıyoruz” diyip bu pratik zekâ karşısında hepimizi şaşkınlık içerisinde bırakmıştı. Biraz tarikat kaynaklı sohbetleri ve kişilerin inşa edilmesi yolunda ritüelleşen prensiplerin söz konusunu olduğu sohbetlere, çevremizdeki bazı çekincelerden dolayı katılmamayı uygun görmekle birlikte, çoğunlukla Küçükpazar’daki mescitte bir araya geliyorduk. Metin’in sağlığında uğramış olduğu itham ve iftiralara maruz kalmamak adına, onların kendi aralarında yaptıkları sohbetlerden uzak durduk. Bununla birlikte bütün alanlarda dostluğumuz devam etti. Partiye karşıydı ve her fırsatta, partinin İslami bir yöntem olmadığını söylerdi. O zamanlarda, partiyi eleştirmek büyük bir cesaret isterdi. Parti yönteminin İslami olmadığı, muhafazakâr dindarlığın parti çalışmalarıyla sistemin temellerini daha fazla sağlamlaştırdığı, cumhuriyet yönetimiyle birlikte siyaset sahnesinden atılan Müslümanların parti çerçevesi içerisinde yeniden rejimle barışık hale getirilmek istenmesi projesinin büyük bir savrulmaya vesile olacağını, savunmak veya bu düşünceleri yüksek sesle dillendirmek büyük bir cesaret isterdi. Onun ardından da egemenler, hemen bir kulp bulurlardı. Ya “gizemli bir duruşu var, ihtimalen Mit’in adamı” ya da “ya adam Doğulu, dolayısıyla Kürtçülük yapıyor. Görmüyor musunuz, bütün çevresi Doğululardan oluşuyor ve kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlar” şeklindeki ithamlarla karşı karşıya kalırlardı. Abdulhamid de ikinci ithamla karşı karşıya kaldı. Samimiyetinden, inkılâpçı duruşundan kimsenin kuşkusu yoktu, buradan yola çıkarak “Mit!” damgasının tutmayacağını iyi bildikleri için, Kürtçü damgasının zihinleri bulandırmaya yeteceğini iyi biliyorlardı. Bundan dolayı, bu iftiralar darbeden sonra da sürdü ve hatta 80 yılında ABD’de Prof. Dr. Muhammed Saleh tarafından kurulan “PİK” hikâyesiyle ilişki içerisinde olduğu uyduruldu. Rejimin yoğun işkenceleri altında yiğitçi bir duruş sergilemesine rağmen, kafa karıştıran bu şekilde ithamları yapanların şu anda nasıl bir konumda olduğunu gerçekten merak ediyorum! İran’da olduğum dönemlerde bana “Judi” dergisi geliyordu. PİK’in yayın organı olarak, haddinden fazla seviyesi düşük bir dergiydi; fotokopi ile çoğaltılarak postalanıyordu. Böylesine basit bir yayının o dönemler bizi doyurmasını düşünmek kadar, büyük bir basitlik olamaz. Sonra, PİK ismi altında var oldukları söylenenler de Amerika’da yaşayan birkaç Kürt’ten ibaretti, İran ve Irak Kürdistan’ından sempatizanları olabilir, ancak öyle fazlasıyla önemsenecek bir hareket değildi. Sonrasında İran’a karşılaşmıştık. Ondan Türkiye’deki siyasi gelişmelerden veya daha doğrusu İslamcı çevrelerin içinde bulunduğu durumdan canlı haberler almıştım. Türkiye’de İslamcılık ciddi bir handikapla karşı karşıya kalmıştı. Özellikle 80 askeri darbesinin açmış olduğu derin gedikte, insanlar dünyevileşmeye veya ulus devletin izin verdiği orandaki dindarlığı savunmaya yönelmişlerdi. Darbe öncesi savunduğumuz inanç-amel birliğinin içinden aksiyonu, hareketi söz konusu bu çevreler, kendi ideolojilerinden çıkarmayı başarabilmişlerdi. Dolayısıyla acemi ustalar, din konusundaki görüşlerini bütün alana yayma gayreti içerisinde olmuş ve bunun neticesinde de acayip ve tutarsız düşünceler ortaya çıkmıştı. Kaynağı müphem ve kimi zaman da derinlere dayanan bir organizenin kuşkusunu veren; yığınla düşünce üretilmişti… Toplumun müşrik görülmesi ve bundan dolayı onların kesmiş olduğu ettin yenilmemesi gerektiği, camilerin “Mescid-i Dırar” olduğu, camilerin terk edilmesi gerektiği, sadece meal okunarak dinin anlaşılabileceği, Türkiye’nin Dar’ul Harp olduğu ve bundan dolayı memurluğun, askerliğin ve ekonomik sisteminin boykot edilmesi gerektiği gibi, bir sürü çelişkili ve tutarsız düşüncenin yakıp kavurduğu İslamcılık içerisinde sağlıklı adımlar atabilmek, çıkış yolları bulabilmek için Abdulhamid yeni arayışlar içerisindeydi. İran’da görüştüğü insanların tecrübelerinden yararlanmak, dünya Müslümanlarının küresel emperyalizm karşısında vermiş olduğu mücadelelerin temel ilkelerini öğrenmek istiyordu. Her görüştüğümüzde, Diriliş çevresindeki eylemlerimizi, gencecik çocukların esnaf arasındaki İslami çalışmalarını ve dostlarımızı yad ederdik. Özellikle, Satır Abdullah’ın hikayelerini anlatır, geçmişi yad ederek mutluluk içerisinde gark olurduk. Darbe öncesi, Fatih’te gezinen Satır Abdullah’ın uzun cübbesinin içinde taşıdığı ondörtlü fark edilmişti. Köşe başında nöbette olan askerler, namluya mermiyi sürerek “Dur!” ihtarı çekmişler. O hiç oralı olmamış. Askerler, “Dur kardeşim, arama!” diyince o da arkasına dönüp, “Gidin oradan kardeşim, ben Aroma içmem. Midem sakat, aramo zarar veriyor…” diyince, bu komik hareketinden dolayı askerler gülüşmeye başlamışlar ve onun aklı dengesinin yerinde olmadığı ihtimalini dillendirmişlerdi. Bir dostu, bir arkadaşı, bir sırdaşı anlatırken en zor olan ve belki de sevimsiz özelliklerden biri, o kişiliğin özel durumunu anlatarak onu övmektir. Sağlığında olsa bu yapılır. Ve insanlara sağlığında, ölümünden daha çok değer vermek, dostluğun, kardeşliğin vefanın temel esasıdır. Zira Metin Yüksel’in hayatında ve ölümünden sonraki dönemde yaşanan yozluklardan sonra, böyle bir davranış sergilemek ahlaki olmaz diye düşünüyorum. Metin’in sağlığında yüzüne gülenlerin, arkasından çeşitli dedikodular yaptıklarına çoğumuz şahit olmuştuk. FT/17 gençlerinin sahte militan dedikleri bu ender kişiliklerin, daha sonralarda destanlar yazmaya çalışarak, timsah gözyaşları dökmeleri kadar çirkin bir duruş olmasa gerek… Darbe öncesi dönemde, hayatın bütün alanlarında ölümün yakın ve uzak çizgisinde korkusuzca mücadele veren insanlardan biriydi Abdulhamid. ‘Şahadetin ölümsüzlük olduğunu ve bu dinin samimi insanların omuzlarına ağır mesuliyetler yüklediğinin bilincinde olarak hareket ediyordu. Hiçbir zaman pespaye kibirliliğin arkasına sığınmadı. Mütevazı bir duruşla, inandıklarını hayatına ve çevresine yansıtma gayreti içerisi de oldu. Çoğu zaman elinde onlarca kartpostal ile görür ve onları kimlere göndereceğini sorduğumuzda, “tanıştığım arkadaşlara” cevabını verirdi. Dostu hatırlamak ve unutmamak vefa örneğidir. Siyaset ve parti konusunda söylediklerinde haklı olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor ve özellikle belli bir istisnanın dışında bir kısım pusulasız İslamcıların bu ilişkiyi kurmada zaaf göstererek Kayseri tipi milli dindarlığın etkisinde kaldıkları ve kendi ilkelerini unutarak sistemin ortaya koyduğu projenin aktörleri haline geldiği bugün daha iyi anlaşılıyor. Bu durum eleştirilmesi gereken bir davranıştır. Ee haliyle bu eleştiriyi yaptığın zaman, birilerinin hoşuna gitmeyecek ve seni kendinden görmediği için başkalarının safında gösterme gayretinde olacaktır. Dün bu böyleydi, bugün de aynı ahlak devam ediyor. Bugünkü samimiyetsizlikleri, içten pazarlıkları, sapmaları, İslamcılıktaki eksen kaymalarını, siyasi kirlilikleri görmeden Rabbine daha erken kavuştuğu için Abdulhamid’i daha şanslı görüyorum. O Allah’a kavuştu, Anadolu toprakları şimdi yüzlerce şahin bakışlı, yürekli, basiretli, vefalı, ayakları üzerinde durabilen, heyecan dolu olan Müslüman’la ondan kalan mücadeleyi devam ettiriyor. Belki ağır, ama derinlikli, seviyeli, adalet-eşitlik ilkesini kollayabilen samimi insanların direnmesinde onun gibi onlarca Müslüman’ın katkısı vardır. Allah yerini cennet etsin. Yakub Aslan Bugünkü samimiyetsizlikleri, içten pazarlıkları, sapmaları, İslamcılıktaki eksen kaymalarını, siyasi kirlilikleri görmeden Rabbine daha erken kavuştuğu için Abdulhamidi daha şanslı görüyorum. Bugünkü samimiyetsizlikleri, içten pazarlıkları, sapmaları, İslamcılıktaki eksen kaymalarını, siyasi kirlilikleri görmeden Rabbine daha erken kavuştuğu için Abdulhamidi daha şanslı görüyorum.
Posted on: Thu, 14 Nov 2013 05:27:32 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015