CEMAATLERİ DEVLETLEŞTİRELİM Mİ? Eski köyümüzün - TopicsExpress



          

CEMAATLERİ DEVLETLEŞTİRELİM Mİ? Eski köyümüzün değişmez adetidir cemaatleri, tarikatları devletleştirme, baskı altına alıp kontrol etme hatta yok etme çabası. Mason Bektaşiler kitabımda bunun tarihçesini verirken, 2. Beyazıd döneminde imparatorluk gücü ve kültürüyle bazı heratik veya kabul gören tarikatların sopa ile zoraki üç çatı altına sokulduğunu sosyolojik perspektiften ele almıştım. Sofi padişahımızın tebasını kolay idare etme gayretiydi. Bu üç devletçi tarikat veya cemaat: Nakşilik, Bektaşilik ve Mevlevilik yollarıydı. Nakşilik temel eksen olmakla birlikte pek çok tarikatı kucaklayabilecek enginliğe sahipti. Kadirilik gibi tarikatlarda hoş görüldü ama mensupları devletleşmektense halk arasında kalmayı yeğledi. Pek çok Nakşi yoluda aynı yolu seçmekle birlikte devlete etki etmeyi sevdi. Osmanlı padişahları Halvetiliği beğendi ve hemen hepsi bir tarikata girdiler. Nakşi şeyhleri devlet nezdinde hep muteber makama sahip oldular. İçlerinde Halveti Niyazi Mısri gibi ahir ömründe Limni adasına sürülüp son nefesini yapayalnız verenlerde oldu. Oysa Mısri talabeleriyle pek çok savaşa katılan bir Sufi önderdi. Bazı mübaşirler, yalakalar, fitneciler, devleti ele geçirecek, itibarı padişahtan daha yüksek diye zulmü reva gördüler. Bektaşilik, çoğu devşirme, mühtedilerden oluşan askerin, müslümanlık çatısı altında gizlenen Rum, Ermeni ve Yahudi’nin ve elbette heratik görüldüğü için sünni zorba devletin horladığı pek çok Alevi meşrep tarikatın sığındığı liman olacaktı. Sultan Abdülaziz dışında Bektaşi padişahımız yoktur, oda hanımköylü olduğu için! 1826 yılında 2. Mahmut’un Bektaşilik tarikatı ile birlikte Yeniçeri ocağını kaldırması, 10 bin askerin kellesinin uçması tarihimize “hayırlı vaka” olarak geçse de sonuçları pek hayırlı olmamıştır. Tüm Bektaşi tekke ve zaviyeleri, emlakları Nakşiliğe devredilince ülkemizde sünni ve bektaşi ayrımı, nefretleşme, kin alt yapısı resmen başlamıştır. 1956’da Bektaşi Bezmialem Sultan’ın, Selanik sebataycı grubunun yoğun çabası, masonların dışarıdan yaptığı baskılar ile Bektaşiler 30 yıllık bir mağduriyetten sonra tekrar legalleştiler, tekke ve zaviyeleri iade edildi. Ancak yer altında geçen 30 yılda masonlarla yapılan zoraki işbirliği yüzünden yozlaşmış, ritüelleri değiştirilmiş, Alevi toplumundan kopuk elit bir Mason Bektaşilik gelip tepelerine gulyabani gibi yerleşmişti. Elit mason bektaşiler, köylü Alevileri cahil gördü ve baskı altında tuttular devletleşince. Oysa Dedagan Alevi Dedelerinin hepsinin peygamberimizin soyundan gelme şartı var iken, Babagan kolu bektaşiler seçimle şeyh olan devletçi tarikata dönüşmüştü. Mevlevilik, aslında Osmanlı’nın ilk 150 yılında pekte etkin bir tarikat olmadı, halk tabanına inemedi, akademik kaldı. Osmanlı’nın ilk şeyhüislamı Molla Fenari’nin Mevlana ve Mevlevilik ile ilgili yazdıklarına bakılacak olursa devletin ekseninde yerinin az olduğu anlaşılır. Daha sonra Osmanlı bir imparatorluk kültürü oluşturunca Mesnevi’nin sunduğu aydınlığa ihtiyaç duyuldu. Böylece elit Osmanlı’nın vazgeçemediği karizmatik tarikat olarak yerini aldı. Sema gösterileri, ney ve şiir Mevlevilik ile divan edebiyatımız gelişti. Bir kaç tane mason Mevlevi postnişinin varlığı dışında Bektaşiler kadar ele geçirilmediler ama içi son yüzelli yılda epey boşaltıldı. Cerrahiler içini doldurmaya çalıştı. Gülen grubu ise akademik çabalarla Batı’daki yanlış Mevlana imajını düzeltti. Peki öteki tarikatlara ne oldu veya olacaktı? Yok mu olacaklardı, bu üç şemsiye altında eriyecekler miydi, yoksa sadece ıslanacaklar mıydı? Atatürk’ün Meclis başkan yardımcısı yaptığı ilk parlamentoda bir yardımcısının Mevlevi şeyhi, diğerinin Bektaşi şeyhi olduğu unutulmamalı! Gerçi tekke ve zaviyeler kapatılınca Mevlevilik postu Halep’e, Bektaşilik postu ise Tiran’a taşınmak zorunda kaldı. Atatürk, toptan yok saymayı kontrol etme çabasından daha kesin sonuç olarak gördü. Nakşilere ise, İstiklal Mahkemelerinde asılmak düştü. Dile kolay bine yakın şeyhin sudan bahanelerle yok edilmesinden bahsediyoruz. Şapka inkilabına karşı kanundan 2 yıl önce eser yazdığı için asılan İskilipli Atıf Hoca sadece mağdurlardan birisidir, zulüm döneminin simgesidir. Derin devletimizi 1960’larda yöneten Faruk Güler, Muhsin Batur paşaların ve operasyonel birimin başındaki Turgut Sunalp’ın Necmeddin Erbakan’ı üniversitede ders verdiği İsviçre’den neden ve nasıl zoraki olarak ülkemize getirtip siyasi İslamı, Milli Görüş çizgisini kurdurduğunu, tarikat ve cemaatleri kontrol altına almaya çalıştığını bir kaç defa evvelki makalelerimde yazdım. Erbakan’a ret yanıtı veren Nur cemaatleri içinde Fethullah Gülen’de vardı. Gülen Hocaefendi, 1970’lerde küçük bir gruba sahipti, Erbakan onun Manisa’da dağda kamp yaptığı mekana bir kaç kere geldi ama Gülen görüşmek dahi stemedi. Son gelişinde Gülen, bir sopa ile yerde daire çizdi ve ben burada yokum dedi, burada yok dedirtirken. Siyasete girmeyeceeğini yüzlerce defa son 40 yılda ifade eden Gülen, “en kötü devlet devletsizlikten iyidir, devlete isyan fitnedir” görüşlerini hep savundu ve devletleşmemek, sivil toplum yapılanması olarak kalabilmek için azami özen gösterdi. Son 11 yılda ise AK Parti’ye “ehveni şer” olarak destek verdi, tıpkı rahmetli Özal’ın ANAP’ına verdiği destek gibi. Elbette Gülen’in izinden gidenlerin devlet memuriyetinde yer almalarını analarının ak sütü gibi helal olarak gördü, asla devleti ele geçirme olarak görmedi. Dibine kadar haklıydı. Bu özet tarihçemizi yazmanın nedeni son günlerde yaşanan AK Parti ve camia çekişmesinin nereye varacağını kestiremeyen endişeli bir kitlenin varlığı. Bu savaş, dış güçlerin tezgahı mı veya AK Parti’yi iktidardan indirmek isteyen yerli baron konseyinin oyunu mu sorusu ile sık karşılaşıyorum. Keşke mantıklı açıklaması bu kadar basit ve kolay olsaydı. Bugün AK Parti’nin cemaatlere operasyonlar yaparak kendisine tabi kılma ameliyesi veya gücünü azaltma politikası yeni bir adet değil maalesef! Oslo sürecinden beri bir kırılma yaşanıyor. Kuşkular artıyor, zira ortada ulusal değil uluslararası mekanlarda tezgahlanan bir proje olduğu iddiaları ayyuka çıktı. Bunlar saçmasapan komplo teorileri diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve şürakasına inananlar azalıyor. Neden mi? Oslo’da PKK’nın dershanelerin kaldırılmısını önşart olarak masaya koyduğu, doğu bölgesinde Milli Eğitim müdürlüklerini belediyelere bağlamaya çalıştığı kendi özel polis kolluk kuvvetlerinde ısrar ettiği, bilinen ama yalanlanan gerçekler. Ülkenin bölünme noktasına getirildiği, bir etnik ve mezhep çatışmasına, kutuplaşmaya doğru çekildiğini aklı olan görüyor. Bu arada sadece Gülen grubu değil diğer cemaat ve tarikatlarada devletçi bir tahakküm olduğu kanıksanamaz boyutlara ulaştı. İsmailağa cemaatinde derin devletin özel harp birimleri bir süre önce operasyona yeltendi. Cübbeli Ahmet Hoca’nın itibarı çizildi. Koskoca Kadiri tarikatını tek başına rezil rüsvay etmeyi başaran Haydar Baş’a derinciler yeni oluşumlar ve projeler sundu ve eylem planı başlatıldı. Elazığ grubu devreye sokuldu, Malatya grubu ise tetikte bekliyor. Süleyman Efendi talabeleri tam ortadan ikiye bölündü. Cerrahi tarikatında post davası başlatıldı ve Ömer Tuğrul İnançer’in karizmasını çizmek için medya operasyonu yürütüldü. Yahudi Haham Konseyi ile ilişkisini gizlemeyi başaran, anne ve babası Yahudi olan sebabataycı, güya mason düşmanı 33. dereceden mason Adnan Oktar, “kedicikleri” ile İslamı kirletme operasyonuna ivme kazandırdı. Gülen’in AK Partiye desteğini, duasını kaldırması halinde Anadolu’da pek çok kanaat önderi Gülen’i dinleyecek ve sandıkta AK Parti’yi bu kafa karışıklığı ile ikaz, uyarı, terbiye mahiyetinde kararlar alabilir ve parti ayrımı gözetmeden lokal adaylara oy verebilir. Cemaat ve tarikatları devletleştirme hep geri tepmiştir tarih boyu… Bakalım bu toplumsal doku ile oynanınca ortaya ne çıkacak? Bu yazdıklarımda objektif ve mümkün olduğu kadar tarafsız olmaya çalıştım, tarihsel ve sosyolojik bir görüntüdür verdiğim. Beğenip beğenmemekte özgürsünüz. Bu tablo ile toplumsal barış olur mu? F. Arslan
Posted on: Sat, 23 Nov 2013 21:54:56 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015