KUR’ÂN HÜKÜMLERİNİN TARİHSELLİĞİ MESELESİ - Saffet - TopicsExpress



          

KUR’ÂN HÜKÜMLERİNİN TARİHSELLİĞİ MESELESİ - Saffet KÖSE Ocak 11, 2010 yazan admin Özellikle son zamanlarda ahkâmın değişmesi etrafında bir dizi tartışma ortaya çıkmıştır. Bunları üç grupta ele almak mümkündür. Birinci grupta yer alan ve hükümlerin değişmesi hususuna daha çok sosyolojik ve antropolojik açıdan yaklaşan modernist / tarihselci yaklaşımın temel tezi şudur: Kur’ân-ı Kerîm belli bir dönemde gelmiş ve hükümleri o dönemin toplumsal şartları içinde oluşmuştur. Dolayısıyla Kur’ân hükümleri geldiği dönemin özelliklerini taşımaktadır. Bu şartlar değiştiğinde hükümlerin değişmesi de kaçınılmazdır. İkincisi; bu görüşün karşısında yer alan ve seleften nakledilegelen fıkhî mirasın yeterli olduğunu ve bunlarla yetinmek gerektiğini ilke edinen muhafazakâr yaklaşımdır ki, ilim çevrelerinde çok fazla taraftar bulan bir görüş değildir. Üçüncüsü de; bu ikisi arasında yer alan ve zaman ve mekân faktörüne bağlı olmaksızın kendilerindeki maslahatın sabit olduğu, bu sebeple de sübûtu ve delâleti kat‘î (kesin anlamlı) olan nassların getirdiği hükümlerin değişmeye kapalı olduğunu, belli bir örfe ya da illete bağlı olarak gelmiş olan hükümlerin ise o örf veya illetin değişmesiyle değişeceğini savunan mutedil yaklaşımdır. Esasen bu son anlayışı temsil eden Mecelle’nin “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur” şeklindeki 14. maddesi birinci yani değişmeye kapalı olan kısmı; “Ezmânın tegayyüriyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” şeklindeki 39. maddesi de ikinci, yani değişmeye açık olan kısmı ifade etmektedir. Kur’ân hükümlerindeki değişimin alanını oldukça geniş tutan tarihselci yaklaşımdır. Kanaatimiz odur ki, bu düşüncenin oluşumunda üç husus ön plana çıkmaktadır: Birincisi; tarihsel olduğu iddia edilen bazı hükümlerin, muhatabı olan tarihi şahsiyetlerle sınırlı tutulması. İkincisi; modernitenin meydan okuması karşısında bazı ahkâmın modern değerlerle çatışması sonucu ortaya çıkan baskın kültürün etkisi. Modern yaşam biçimi seli süpürgeyle süpürmeye benzercesine karşısına aldığı değerleri güçlü araçlarıyla değersizleştirme yolunda başarılı (!) bir performans sergilemektedir. Üçüncüsü de; tarihselci yaklaşımı savunanların Hz. Ömer’in bazı uygulamalarından cesaret almaları. Birinciden başlayacak olursak, Kur’ân-ı Kerîm’deki hiçbir şahıs ya da topluma, sadece tarihi malumat amacıyla yer verilmemiştir. Kişiler, model olma özellikleri ya da belli bir davranış kalıbının tiplemesi olarak anlatılırken, toplumlar da yaşantılarındaki ibretlik davranış modelleri ve bir takım sosyolojik doneler taşımaları sebebiyle anlatılmıştır. Bu özellikleri itibariyle kişi ve toplumların davranış ve yaşam biçimiyle verilen mesaj evrensel nitelik taşırlar. Sadece bir örnek zikretmek gerekirse, Hz. Peygamber’in hanımlarıyla ilgili şu âyetler konumuzu aydınlatabilecek özelliğe sahiptir: “Ey Peygamber’in hanımları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun azabı ikiye katlanır. Bu, Allah’a göre kolaydır. Ama sizden kim Allah’a ve Rasûlüne itaate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükâfatını iki kat veririz ve onun için bol rızık hazırlamışızdır” (Ahzâb, 33/30-31). Burada Hz. Peygamber’in hanımları model olarak zikredilmiştir. Âyetteki evrensel mesaj şudur: Toplumda örneklik ve liderlik vasfı taşıyanların işledikleri kötülük ve yaptıkları iyiliklerin sadece kendileriyle sınırlı kalmayıp başkalarına da etki etmesi sebebiyle yükümlülüklerinin diğer insanlara göre daha fazla olmasıdır. Çünkü insanlar davranışlarını, onları model alarak belirlerler. Hz. Peygamber’in hanımları da bu konunun örneği olarak zikredilmiştir. Dolayısıyla âyetler sadece onlarla sınırlı bir tarihi bilgi verme amacı taşımamakta evrensel bir mesaja vurgu yapmaktadır. Buna göre okulda öğretmen, hastanede hekim, toplum içinde din görevlisi vb. modeller, bakan, vali gibi liderler aynı esasa tabidir. O zaman hastanede hekimin hastalara karşı, okulda öğretmenin öğrenciler içinde, imamın halk arasında sigara içmesi ya da toplum lideri olarak bir bakanın yolsuzluğu sıradan bir vatandaşınki ile aynı mıdır?! İşte âyette anlatılmak istenen husus budur. İkinci konuya gelince öncelikle şu kategorik ayırımı yapmak durumundayız. İnsan-Allah, insan-âlem (cosmos), insan-insan ilişkileri (insanlar ve toplumlar/ devletlerarası münasebetler) açısından Kur’ân-ı Kerîm’de üç grup âyetten söz etmek mümkündür. Benzer bir hususu hadisler için de ifade etmek gerekir. Birincisi şudur: İnsan-Allah ilişkilerini düzenler. Bunlar iman ve ibadet konularını içine alır. Bu alana ait hükümlerin en temel özelliği sabit ve değişmeye kapalı oluşudur. Esasen bu alanda değişime ihtiyaç da yoktur. Bunun kavramsal karşılığı te‘abbüdîliktir. Bu hususlar bizzat Kur’ân ve sünnet tarafından insanları ilgilendirdiği kadarıyla ayrıntılı olarak açıklanmıştır. İkinci gruptakiler ise kevnî âyetler dediğimiz evrendeki mükemmel denge ve düzenle ilgili olanlardır. Kur’ân-ı Kerîm bunlara işaretle yetinerek insanlardan bu bilinçli tasarımın araştırılmasını talep etmiştir (Furkân, 25/2; Kamer, 54/49; Rahmân, 55/5-7; Mülk, 67/3). Klasik literatürde kevnî âyetler denilen evrendeki düzenin incelenmesi Allah’a götürecek yollardan birisidir. Kâinattaki varlıkların yaratılışı ile işleyişindeki eşsiz ahengi ve düzeni gören herkes, mükemmel bir yaratıcı fikrine ulaşabilir. Tersinden bu ahenk ve dengenin bozulması durumunda kimin böyle bir yaratma fiilini başarabileceğinin de düşünülmesi Allah’a götüren bir yol olarak kavranabilir. Nitekim birçok âyette bu noktaya vurgu vardır (Bkz. Kıyâme (75), 8-9; İnsân (76), 8-10; Tekvîr (81), 1-14; İnfitâr (82), 1-9; İnşikâk (84), 1-5). Kur’ân-ı Kerîm insana bu gerçekleri görebilecek idrak kabiliyetleri (basâir) verildiğini (En‘âm (6), 104.), önyargılı, inatçı olmaması halinde bunları görebileceğini söyler (Müddessir (74), 16). Bu sebeple konusu madde olan ilimlerle uğraşmak İslam toplumunda farz-ı kifâye (toplumsal vecîbe) olarak kabul edilmiştir. Buna göre dini ilimlerle uğraşmanın hükmü ne ise, konusu madde olan fizik, kimya, matematik, astronomi, tıp gibi ilimlerle meşgul olmak da aynı hükme tabidir. Her ikisi de Allah’ın ilmidir. Buna sadece bir örnek olmak üzere şunu zikredebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm ilginç bir şekilde: “Denizler tutuşturulduğu zaman” (Tekvîr, 81/ 6) âyetiyle suların tutuşturulmasını kıyameti koparan olaylardan birisi olarak takdim eder ve burada suyun kimyasal özelliğine de işaret eder. Âyetteki tescîr kelimesi Arap dilinde tandır içindeki ateşi tutuşturmak, körüklemek anlamına gelir. Ünlü müfessir Mevdûdî (ö.1979) tefsirinde bu âyetin bir mucizeye işaret ettiğini şu şekilde izah eder: Allâh Te‘âlâ suyu yakıcı özelliğe sahip oksijen ile yanıcı olan hidrojen gazından yaratmıştır. Oksijen, ateşin yanması için gereklidir. Hidrojen de kendi kendisine tutuşan bir gazdır. Bu iki gaz birleştiğinde suyu meydana getirirler ve ateşi söndürücü bir özellik arzederler. İşte kıyameti koparacak olan olaylardan birisi, suyun kimyasal yapısı bozularak oksijen ve hidrojen atomlarının ayrışmak suretiyle denizlerin alev alev yanacağı mekânlar haline gelmesi/yangın yerine dönmesidir. Zira hidrojen tutuşacak oksijen de bu alevi hızlandıracaktır. Yangını söndürecek olan su bizzat ateş haline geldiği için de onu söndürmek imkânsızlaşacaktır. İşte bu âyeti inceleyen bir uzman bunu o dönemlerde ancak Allah’ın söyleyebileceği fikrini edinmiş olarak Allah’a ulaşabilecektir. Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Sadece maksadı ifade için bir misalle yetinilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, konusu madde olan bu tür ilimlerle ilgili olarak sadece işarette bulunmuştur ki, bunlar zaman içinde araştırmalar sonucunda ortaya çıkacaktır. Böylece Allah’a götüren bir yol olarak kâinattaki eşsiz nizam ve ahengin araştırılarak gizemli sırlarının keşfedilmesi, hem teknolojik gelişmelerle insanın işlerini kolaylaştıracak buluşlara imza atması hem de bu mükemmelliğin Allah’ın eseri olabileceğini anlayıp iman etmeyenin inanmasına, inanmış olanın da imanının sağlamlaşmasına katkıda bulunacak, o çağlarda bu işaretleri ancak Allâh kelamının verebileceğine olan inanç güçlenecektir. İnsan-insan ilişkileri konusunda ise iki tip hükümden bahsedilebilir. Birincisi Kur’ân ve genel anlamda sünnet süreklilik ve evrensellik özelliğinin tabii sonucu olarak temel ilkeler vaz’etmiş bazı nadir konular dışında ayrıntıya girmemiştir. Bu ilkeler evrensel nitelik taşırlar ve her zaman ve zeminde ortaya çıkan problemlerin çözümünü ihtiva ederler. Ana çerçeveyi çizen bu prensiplerin günlük hayata tatbiki içtihat yoluyla olur. En genel anlamıyla içtihat bu iki kaynak tarafından açıkça belirlenmemiş bir meselenin bu temel ilkelerle bağlantısını kurup şer’î hükme ulaşmak demektir. Bu ilkelerin evrensel olduğu konusunda herhangi bir tartışma yoktur. İlke sabit kalmakla birlikte uygulamalarda zaman ve mekâna göre değişiklikler söz konusu olabilmektedir. Burada maslahatı sağlayan ilkenin kendisidir. Mesela Kur’an ve sünnette alış-veriş (bey‘) akdi ilgili temel prensipler şunlardır: Akdin bağlayıcı olduğu ve akit güvenliği açısından tek taraflı irade ile bozulamayacağı (Maide, 5/1); akitlerin karşılıklı rızaya dayandığı (Nisâ’, 4/29) dolayısıyla bu rızayı bozacak ve hüsnü niyet ilkesine aykırı olarak akdi yapanlardan her birinin diğerine karşı başvurduğu hile, aldatma, yanılma ve iğfalinin karşılıklı rıza prensibini bozduğu için akdi feshetme imkân ve muhayyerliği vereceği (Buhârî, “Îmân”, 164, “Büyû‘”, 48, 60; Müslim, “Büyû‘”, 48; Tirmizî, “Büyû‘”, 72; Ebû Dâvûd, “Büyû‘”, 50); amme nizamı ve ahlaka aykırı olmayan akdî şartların serbest olduğu ve akdi yapanı bağlayacağı (Buhârî, “İcâre”, 14; Ebû Dâvûd, “Akdiye”, 12; Tirmizî, “Ahkâm”, 17); akit sözleşmesinin sükût ettiği her noktada akdin meydana getireceği hak ve borçların sınırını tayin hususunda örf-âdetin esas alınacağı. Örf sadece akitlerde değil hak ve yükümlülükleri belirleme hususunda başvurulan bir kaynaktır (Bakara, 2/233; Buhârî, “Büyû‘”, 95; Nesâî, “Kudât”, 31; İbn Mâce, “Ticârât”, 65; Dârimî, “Nikâh”, 54) ve şer‘î esaslara aykırı olmaması, söz konusu muameleden önce mevcut bulunması halinde akitlerde de belirleyicidir. Alış-veriş için çerçeveyi çizen bu prensipler doğrultusunda faks, teleks, internet vb. her türlü vasıta ile her bir şeyi alıp-satmak mümkündür. Çeşitli hukuk dalları için de Kur’ân ve sünnetin öngördüğü evrensel temel ilkeleri burada sıralamak mümkündür. Ancak zikredilen örneğin maksadı ifadeye kâfi geldiği dikkate alınarak bunlardan sarf-ı nazar edilmiştir. İkincisi de, ayrıntılı hükümlerdir. Bunların sayısı son derece azdır. Bu hükümlerin özelliği insanların maslahatının/menfaatinin sabit olması, bu menfaatin zaman ve zemine göre değişmemesidir. Miras hükümleri, evlenilmesi yasak olanlar (muharremât), bazı cezalar (hudûd: zina, kazf, hirabe, hırsızlık, kasten adam öldürme) bu çerçevede sayılabilir. Esas tartışma da miras ve cezalar konusunda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda İslam hukuk geleneğindeki temel yaklaşım şudur: Sübûtu ve delâleti kat‘î olan nasslarla belirlenen hükümlerde herhangi bir değişiklik söz konusu olamaz. Bu düşüncenin temelinde o alandaki maslahatın bu hükümler dışında bir başkasıyla elde edilemeyeceği inancı yatmaktadır. Son olarak üzerinde durulması gereken husus şudur: Hükümlerin değişimi ile ilgili alanı oldukça genişleten tarihselci akımın en temel hareket noktası Hz. Ömer’in bazı uygulamalarıdır. Bazı bilim adamlarının iddia ettiklerinin aksine Hz. Ömer’in maslahat gerektirdiği için nasslardan bağımsız uygulamalarda bulunması ve nassların öngördüğü bazı hükümleri değiştirmesi ya da askıya alması söz konusu değildir. Diğer bir ifade ile Hz. Ömer nassların öngördükleri hükümlere rağmen bir başka hüküm vaz’etmiş değildir. Daha açık şekilde söylemek gerekirse “Hz. Ömer müellefe-i kulûba zekât vermedi” veya “zekâtı kesti” demek hatalıdır. Çünkü Hz. Ömer’in bu yöndeki tavrına muhatap olanlar müellefe-i kulûb değildi. Yani onlar bu özelliklerini kaybetmişlerdi. Diğer bir ifade ile değişen müellefe-i kulûba zekât verme hükmü değil, bu vasıfla zekât alanların bu özelliğidir. Zekât verilen bir fakirin zenginleşmesinden sonra zekât alamamasının sebebi ne ise müellefe-i kulûb olarak zekât alırken sonra kesilen kimsenin durumu da aynıdır. Hz. Ömer’in yaptığı da budur. “Hz. Ömer hırsızlık suçu için öngörülen hadd cezasını uygulamadı ya da yürürlükten kaldırdı” demek hatalıdır. Çünkü o insanların eylemi, hırsızlık suçunu tam olarak oluşturmuyordu. Hukuk diliyle söylemek gerekirse onların eyleminde suç unsuru yoktu, ya da hafifletici sebepler vardı. “Sevad topraklarını nassların öngörüsüne rağmen maslahat sebebiyle savaşa katılanlara dağıtmadı” demek hatalıdır. Çünkü bu konudaki yetki devlet başkanı sıfatıyla kendisine aittir. “Aynı anda üç boşamayı nassların açık hükmü bulunduğu halde üç saydı” demek hatalıdır. Bu konudaki sözü gâyet açıktır ve konuyu aydınlatmaktadır. Hz. Ömer, insanların Kur’ân-ı Kerîm’in ilgili âyetleri ve Hz. Peygamber’in sünneti çerçevesinde belirlenmiş bulunan boşama prosedürünün dışına çıkarak eşlerini bir talakla boşayabilecekleri halde aceleci davranarak üç talakı aynı anda ika etme alışkanlığı kazanması ve bunun da yaygınlaşması üzerine geçici cezâî bir tedbir olarak aynı anda üç boşamayı üç olarak öngörmüştür. Hz. Ömer’in şûrâ heyetine getirdiği esnada söylediği sözler buna delalet etmektedir. Buna göre aynı anda üç boşamayı üç kabul etmek delilden hareketle ulaşılan hukuki anlamdaki nihai sonuç değil, amaç insanları Kur’ân ve sünnetin öngördüğü boşama prosedürüne uymaya zorlamaktır. Yani esas amaç aslî hükmü korumak ve böyle bir müeyyide ile bunu sağlamaktır. Buna göre aynı anda üç boşamayı üç kabul etmek İslam hukukunun yasama organına tanımış olduğu ta‘zîr cezası kapsamında öngörülebilecek geçici bir zecrî tedbir mahiyetindedir. Çünkü kaynaklarımızda Hz. Ömer’in aynı anda üç boşamayı suç saydığı ve bu yola başvuranları da dayakla cezalandırdığı yönünde bilgiler mevcuttur. Bir önceki aşamada tatbik ettiği bu cezanın beklenen neticeyi vermemesinden dolayı böyle bir müeyyide öngörmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Hükümlerin değişmesi hususuna daha çok sosyolojik ve antropolojik açıdan yaklaşan modernistler, Kur’ân’ın hükümlerinin geldiği dönemin özelliklerini taşıdığın, bu şartlar değiştiğine göre hükümlerin de değişmesi gerektiğini savunur. Toplumda örneklik ve liderlik vasfı taşıyanların işledikleri kötülük ve yaptıkları iyilikler sadece kendileriyle sınırlı kalmayıp başkalarını da etkilediği için yükümlülükleri daha fazladır. Sübûtu ve delâleti kat‘î olan nasslarla belirlenen hükümlerde herhangi bir değişiklik söz konusu olamaz. Bu düşüncenin temelinde o alandaki maslahatın bu hükümler dışında bir başkasıyla elde edilemeyeceği inancı yatmaktadır. Tarihselci akımın en temel hareket noktası Hz. Ömer’in bazı uygulamalarıdır. Oysa, Hz. Ömer’in nassların hükümlerini değiştirmesi ya da askıya alması söz konusu değildir.
Posted on: Tue, 01 Oct 2013 09:38:51 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015