Kanlı Bir Darbenin Bilançosu: 12 Eylül ve Toplum 12 - TopicsExpress



          

Kanlı Bir Darbenin Bilançosu: 12 Eylül ve Toplum 12 Eylülcüler ve “anarşi ve terör” kisvesi 12 Eylülcülerin kısa vadeli hedefi “anarşi ve terörle mücadele” kisvesi altında gençliği, sol hareketi ve toplumsal muhalefeti ezmekti. Uzun vadeli hedefleriyse kalıcı olmaktı. Fakat başlangıçta ‘kalıcılık’ tercihlerini dile getirmediler. Bunu açıklamayı üzerinde tam mutabakat sağladıkları “anarşi ve terör”ün bertaraf edilmesi sonrasına ertelediler. Toplum üzerinde belli ölçülerde ağırlıklarını koruyan olan parti liderlerini karşılarına almak istemediler. Ve “demokrasiyi yeniden tesis ettiklerinde kışlalarına döneceklerini” ilan ettiler. Böylelikle Süleyman Demirel gibi liderler rahatlamıştı. Siyasi zeminlerinin icabına bakılmasını seyretmeye başladılar. 12 Eylülcüler ve “Atatürkçülük” Her siyasal iktidar modeli kendine uygun belirli bir siyasal kadroyu ön plana çıkarır. 12 Eylülcüleri 1970′li yıllarda başlayıp 80′li yıllara doğru olgunlaşan ABD emperyalizmi ve yerli egemen sınıfların ihtiyaçları ön plana çıkardı. Anti-şovenizm ve ülkedeki sol muhalefet halk tabanına yayılmış, çeşitlenmiş ve iç savaş görüntüsü almıştı: Tekçilik ve kıyıcılık gerekliydi. Faşist hareket yıpranmıştı: Tarafsızlık örtüsü gerekliydi. Eski tip parlamentarizm iflas etmişti: Meclis karşıtlığı gerekliydi. İç pazarın muhakkak daraltılması, IMF borçlarının ödenmesi gerekliydi. Emperyalizme birebir bağlılık ve kendi halkına yabancılık gerekliydi… 12 Eylülcüler kendilerini toplumun en elit, en akıllı kadrosu sayıyordu. Kendilerine rehber payesi biçmişlerdi; herşeyi en iyi onlar biliyordu. Halkı da en iyi onlar tanıyordu. Dolayısıyla onların görüş ve uygulamalarından başkasına yer yoktu; bunların da tartışılması yasaktı. Halk kitlelerinin taleplerini kendi gönüllerince ele alıyorlardı. Bir kere “rehber” oldukları için; “halk bunu istiyor”, “siz halkı tanımazsınız” diyerek her türden itiraza kulak kapatıyorlardı. “Çünkü” diyorlardı “milli çıkarlar bunu gerektiriyor”. Kimdi onlar? Nasıl bir düşünce yapıları vardı? Mantıkları düz ve kestirmeydi, buna uygun olarak tek ve mutlak doğruya da onlar sahipti. Doğru bildikleriyle halk kitlelerinin eğilim ve farklılıklarını kıyaslıyor, bunlardan uygun bulmadıklarını yasaklıyorlardı. Ülkeyi “dost” ve “düşman” kuvvetlere ayıran, ara tavır ve eğilimleri görmeyen, kendilerine her koşulda “yanılmazlık” ve “mutlaklık” hakkı tanıyan, öncesini ve dışındakini saymayan, herşeyi kendisiyle başlatıp ve kendisiyle bitiren bir üslup ve tutum 12 Eylülcülerin temel özelliğiydi. Adını da “Atatürkçülük” koymuşlardı. Bundan hareketle “bu ülkenin başına ne geldiyse Atatürkçülükten uzaklaşıldığı için geldi” dediler. Sonra hepimizi Atatürkçü yapmaya kalktılar. İşçi, köylü, gençlik, memur, öğretmen, siyasi tutuklular vb. Karşılarındakileri tartışma yoluyla ikna etmeye kalkacakları ve onların gönüllü rızalarını arayacakları yerde dayatmacıydılar. Zaten onların gözünde hepimiz yabancı uşağı, “yıkıcı-bölücüler”dik. İnsanlıkla alakamız bile yoktu. Elbette ki yöntemleri işkence ve beyin yıkama olacaktı. Birinin kendi halinde Atatürkçü olması bile onlara yetmiyordu. Çünkü asıl Atatürkçülük; susan, konuşmayan, ezik, medeni cesareti ve hak hukuk bilinci dumura uğramış, ideallerine ve sembollerine ihanet etmiş, kendisi olmaktan çıkmış bir Atatürkçülüktü. Onlara kalsa Atatürk, Gençliğe Hitabesi’ni herhalde etrafındakilere kızgınlık sonucu anlık bir gafletle hazırlamıştı. Bu işte o kadar işgüzar davrandılar, iş öyle bir noktaya geldi ki, “Netekim Paşa” bile bir gün ünlü laflarında birini edip “her taşın altından Atatürk çıkıyor” deyiverdi. İşte 20. yüzyılın son yirmi yılında Türkiye’yi kurtarmaya bu kişiler soyunmuştu. Bu zihniyettekiler devleti organize edeceklerdi. Asmaktan, kesmekten başka bir şey bilmeyen, şiddeti sonuna kadar kullanan bu “mermer” kafalılar devleti ve ülkeyi bizden kurtarmak iddiasındaydılar. Bu durumda ortaya kaçınılmaz olarak “faşist iktidar” modeli çıktı ve toplumun üzerine karabasan gibi çöküverdi. 12 Eylülcüler ve parlamento Emperyalizm ve işbirlikçi egemen azınlık 12 Eylül öncesinde parlamento ve siyasi parti kadrolarını denemiş, bunların hemen hepsi başarısız olmuştu. Onlara göre başarısızlık “politikacıların oy kaygısıyla taviz vermeleri”nden kaynaklanmaktaydı. Öyleyse parlamento ve siyasi partiler kapatılmaz, yani eski siyasiler bir şekilde 12 Eylül rejimine ortak edilirse benzeri “popülist” alışkanlıklar sürecek, böylece yeni sürecin düzenlemelerine zarar vereceklerdi. Halbuki iç pazar, sanayi ve yatırıma değil de, ihracat, ticaret ve finansın önünün açıldığı yeni döneme uygun siyasi düzenlemeler yapmanın bir koşulu da, eski modele uygun “popülist” politikacı tipine yer olmamasıydı. Gün siyaseti halkla değil, ABD ve IMF ile yapan yeni politikacı tipinin günüydü. Zaten 12 Martı hiç akıllarından çıkarmıyorlardı. On yıl önceki müdahaleleri, politikacıların basit hesapları nedeniyle “yarım” kalmış, onlar da kışlalarına dönmek zorunda kalmışlardı. Bu sefer de suç rollerini yerine getiremeyen politikacılardaydı. Bu yüzden kendileri de darbe yapmak, demokrasiyi rafa kaldırmak zorunda kalmışlardı. Bir daha darbe yapmanın koşullarını hazırlamak için bu kez işi sıkı tutmalıydılar. Bu da “bağımlı askeri düzeni” demokrasi şalı altında gizleyecek bir siyasi modeldi. Neo-liberal politikalar çerçevesinde kotarılan bu modelde halk iyiden iyiye dışlanmıştı. Böylesine kapsamlı ve köklü bir biçimde halktan ve ülkeden kopmayı amaçlayan bir programa eski politikacılar bulaştırılamazdı. Sıfırdan başlayacakları için yeni politikacılara ihtiyaç vardı. Zaten parlamento ve siyasi partiler alabildiğine yıpranmıştı. 12 Eylülcüler eski siyasilerle işbirliğine gitmeleri durumunda kendilerinin de yıpranacağını düşünüyorlardı. Dolayısıyla 12 Eylül öncesi olumsuzluklardan parlamentoyu, siyasi partileri ve liderleri sorumlu tutmaları, halkın benzer tepkilerini yedeklerine almaları ve böylelikle baskıcı uygulamalarını meşrulaştırmaları gerekiyordu. Öyle de yaptılar !. 12 Eylülcüler ve militarizm Bu çerçevede 12 Eylül sabahından itibaren bir önceki sürecin kadroları tasfiye edilmeye başlandı. Emekli amiral Bülent Ulusu başbakanlığa getirildi. Tüm bakanlıklara askerler ve icazetli siviller getirildi. Tüm mahalli yönetimler tasfiye edildi. Başlarına askerler ve icazetli siviller getirildi. Tüm haberleşme ve iletişim araçlarının yönetimleri tasfiye edildi. Başlarına askerler ve icazetli siviller getirildi. Askeri hakimler, savcılar, adli müşavirler, cezaevi müdürleri, cezaevi istihbarat subayları seçildi 12 Eylülcüler tarafından seçildi. 12 Eylülcülerin emriyle kurmay subaylardan kurulu soruşturma ve araştırma komisyonları devreye sokuldu. Anayasa ortadan kaldırıldı. Üstte beş kişilik cunta olmak üzere, ülke sıkıyönetim komutanları arasında bölüştürüldü. Kontr-gerilla, askeri istihbarat, MİT ve siyasi polis tarihilerinin en geniş hareket sahasını kazandılar. Teyakkuz halinde tutulan yüz binlerce asker ve polis kuvveti, her şehir ve her kasabada kurulan yüzlerce işkencehane, kışlalarda oluşturulan onlarca askeri cezaevi ve Kıbrıs kontr-gerilla merkezinde eğitilmiş yüzlerce işkenceci, istihbarat subayı; halka, sola ve gençliğe karşı başlatılan “sürek avı” için hazır ve nazırdı. 12 Eylülcüler ve faşist hareket Faşist hareket, 12 Eylül öncesinde saldırılarını hayatın her alanında geniş yığınları hedef aldığı için iyice yıpranmış, teşhir olmuştu. 12 Eylülcüler darbeyi meşrulaştırabilmek ve en geniş kitlelerin desteğini almak için “hem sağa, hem sola karşı oldukları” aldatmacasıyla halkın can güvenliği talebine sahip çıktıklarını ileri sürüp faşist hareketle özdeşleşmiş bir imaj vermemeye özen göstereceklerdi. Bu politikanın sonucunda MHP ve yan kuruluşlarını kapattılar, olaylara karışmış militanların bir kısmını yargı önüne çıkardılar, hatta kimilerini idam ettiler. Liderlerine gelince; önce saklanmayı tercih etti, “sağlam” yerlerden gerekli güvenceyi aldıktan sonra teslim oldu. Partisinin ve yan kuruluşlarının kapatılmasına, yargılamalara ve idamlara ciddi bir tepki göstermedi. Kurmaylarından yaşananları “kendisi zindanda fikri iktidarda” vecizesiyle özetleyenler çıktı. O ise genel olarak 12 Eylül’e karşı “sükunet” tavsiye etti. Bunun dışında ülkücü hareketin, ülke, bölge ve il düzeyindeki asıl kadrosu korundu. 12 Eylülcüler ihtiyaç duyduklarında onları yine kullandılar. Onlardan önce bürokraside geniş bir şekilde yararlandılar. Ama asıl olarak daha sonra gelişen Kürt mücadelesine karşı devreye soktular. Bu amaçla cezaevinden salıverilenler oldu. Rejim geliştirdiği “kirli savaş” ve uyuşturucu ticareti, kumar, çek-senet tahsilatı gibi insanlık, hukuk ve yasa dışı işlerinde bu kesimi kullandı. Faşist terörün ve cuntanın “tarafsızlık” yalanının bedelini esasen ülkücü tabandaki yoksul aile çocukları ödedi. İçeride kendileri, dışarıda aileleri yalnız kaldı; sersefil perişan oldular. On yıl yatırılanlar ve asılanlar daha çok bunlardandı. Çoğu pişmandı, “kullanıldık” demeyen yok gibiydi. Kendilerini devlete kullandırtan Türkeş’e tepki ve kırgınlık, onları altı boş da olsa sistemi sorgulamaya ve Türk-İslam sentezinin İslam ayağına yönelmeye götürdü. Aslında niyet olarak çoğu yurtlarını seven milliyetçilerdi. Samimi bir şekilde komünistlere karşı savaşarak bu ülkeyi kurtaracaklarına inanmışlar, bu uğurda ölmüş, öldürmüşlerdi. Ama “samimiyet” istismar edilmiş, vatan bilinci çarpık ve tersyüz edilmiş bir biçimde kavranmıştı. 12 Eylülcüler ve “Yitik Kuşak” Gençlik ve sol, anti-faşist direniş, halkla bütünleşme ve sosyalizm yönünde irade geliştirdikçe, genç olmaktan gelen tecrübesizliği, amatörlüğü ve yetmezliğine rağmen büyük bir özveriyle direndikçe, egemen azınlığın ve faşist hareketin ideolojik, politik, siyasi, kültürel ve psikolojik-ruhsal saldırıları daha bir katmerleşti. Bu saldırı,12 Eylül darbesiyle birlikte yeni bir boyut kazandı. Çoğu genç 650 bin kişi yaygın bir gözaltı, işkence, zindanlarda değerlerine yabancılaştırma ve askerileştirme, 50 idam, milyonlarca yıl hapis, tahliye sonrası takip, taciz, bir nevi ömür boyu siyasetten men, özel hayata müdahale, düşünce ve örgütlenme yasağına maruz bırakıldı. Bunun sonucunda hayatlarını kaybedenler ve sağ kalanlarıyla, bir yandan yitik, diğer yandan yitik olmayan, inkar edilmek istenen koca bir kuşak ve onun gizli tarihi ortaya çıktı. Bu kuşak öylesine sahipsiz kalmıştı ve yok sayılıyordu ki, sadece ve sadece faşizme karşı direnmiş olduğu için, 12 Eylül’den sonra son derece ağır baskı, terör ve işkence, karalama ve tasfiye programına tabi tutuldu. 12 Eylülcüler ve 24 Ocak kararları Emperyalizm ve IMF’nin istekleri doğrultusunda kotarılan 24 Ocak kararları ya da “ihracat”, “borçların ödenmesi” ve “serbest piyasa ekonomisi” 12 Eylül öncesinde toplumsal muhalefet, sol ve devrimci gençliğin mücadelesi nedeniyle uygulamaya konulamamıştı. Artık parlamento yoktu. Muhalefet de kalmamıştı. Devrimciler, demokratlar ve yurtseverler şiddetle bastırılmıştı. Kısacası, IMF reçetelerinin önündeki tüm engeller kaldırılmıştı. İç pazarı, sanayiyi ve tarımı daraltıcı, ekonomiyi dış pazara ve ihracata yöneltici tedbirler süratle alındı. Kredi ve teşvik tedbirleri buna göre düzenlendi. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, konut gibi devlet harcamaları kısıldı. İşçi, memur, öğretmen, emekli ücretleri düşük tutuldu. Küçük üreticilerin ürün taban fiyatları aşağı çekildi. Teşvik, vergi muafiyeti, kâr transferi ve yatırım alanları serbestliği, anti-sendikal yasalar, emeğin disipline edilmesi ve altyapı yatırımlarıyla yabancı sermayeye “güllük gülistanlık” bir Türkiye sunuldu. 12 Eylülcüler ve Dış Politika Cunta ilk olarak toplumsal muhalefeti ve solu tasfiye ederek “istikrarlı bir Türkiye” yaratmayı hedefledi. Sonra emperyalizmin, Basra Körfezi’ndeki çıkarları tehlikeye girmesi halinde anında müdahale edebilecek tarzda örgütlemiş olduğu “Çevik Kuvvet”e destek vermek için Suudi Arabistan ve öteki Körfez ülkeleriyle beraber “Körfez İşbirliği Konseyi”, “Ortak Askeri Konsey” gibi askeri oluşumlarda yer almayı hedefledi. İran’ın emperyalizmin nüfuz alanının dışına çıkmasıyla birlikte doğan boşluğun doldurulması ve petrol alanlarının korunmasında Türkiye sıçrama tahtası olmuştu. Darbeden hemen sonra Türk-ABD Savunma İşbirliği anlaşması imzalandı. Bununla 74 Kıbrıs harekatından beri süren silah ambargosunun olumsuz sonuçlarının ortadan kaldırılması, ordunun modernleştirilmesi ve kendisine biçilen rolünü oynaması hedefleniyordu. Anlaşma incelendiğinde Türkiye’ye daha çok Sovyetler Birliği’ni dinleme, İran ve Afganistan’ın ABD’nin nüfuz alanının dışına düşmesi sonucu bozulan anti-Sovyet “Yeşil Kuşak” politikasının dengesinin yeniden kurulmasına katkıda bulunma görevinin verildiği görülecektir. Anlaşmada adı geçen 15 havaalanının sadece Sovyet karşıtı cephenin ve petrol alanlarının güvenliğinin güçlendirilmesiyle ilgisi olmadığı muhakkaktır. Bu anlaşmadan, Kürtlerin stratejik tehdit olarak görüldüğü de anlaşılmaktadır. Nitekim 1984′den sonra bu havaalanları Kürt mücadelesine karşı yoğun olarak kullanılmıştır. Hedeflendiği gibi Türkiye, İran’dan ve dolayımlı olarak Afganistan’dan doğan boşluğu doldurdu. Ortadoğu’da emperyalizmin çıkar dengelerini korumaya dayalı Türkiye-Mısır-İsrail üçgenindeki yerini aldı. Bu bütünlük içinde Türkiye cunta eliyle emperyalizmin Ortadoğu’daki “Truva atı” ve halkların sırtına saplanmış bir “kama”ydı artık… 12 Eylülcüler ve Gençlik 12 Eylülcüler gençliğe dönük olarak özel bir program uyguladılar. 12 Eylül 1980 tarihini milat olarak ilan edip Türkiye tarihini “12 Eylül öncesi” ve “sonrası” diye ikiye ayırdılar. Onlara göre 12 Eylül öncesi gençlik fazla politize olmuş, denetim dışına çıkmıştı, özetle kaybedilmişti. Tek çözüm yolu -yoğun bir karalama eşliğinde- tasfiyeydi. İşte tam da bu noktada 78′lilerin “yitik kuşak” olmaya başladıklarını görüyoruz. Yüz binlerce genç işkenceden geçirildi. Bir o kadarı 12 Eylül zindanlarına atıldı. Öndersiz bırakılan gençlik pasifize edildi. Ardından, gençliğin direnişi nedeniyle ortadan kaldırılamayan son “idari ve bilimsel özerklik” kırıntıları ortadan kaldırıldı. 12 Eylül konseyine bağlı İhsan Doğramacı ve “Yüksek Öğretim Kurumu” YÖK marifetiyle öğrencilerin, asistanların, doçentlerin ve profesörlerin -biçimsel- idari organlarını seçme ve bilimsel inceleme hakları ellerinden alındı. Üniversitelerin zaten iyice daraltılmış olan toplumu aydınlatma işlevleri tamamen ortadan kaldırıldı. Korkunç bir sınav tuzağı, siyaset karşıtı bir ortam, 1980 öncesi gençliği “anarşi ve terör” yalanıyla lekeleme, böylece tüm gençliği suçlama ve suçluluk psikozuna hapsetme, baskıyı sonuna kadar kullanma gibi yöntemlerle, düşünmeyen, üretmeyen, tek boyutlu bir “öğrenci kimliği”ni hakim kılmaya çabaladılar. Böylece 20 yıllık bir programla “gençlik problemi” 80 öncesi koşullar ve 78 kuşağı umacası ardında, toplumdan her düzeyde tecrit, yoğun baskı, yasaklar, demoralizasyon, aşağılama ve yozlaştırma yöntemleriyle aşılmaya çalışıldı. Yeni kuşakların zihninde 78 kuşağı, mevcut tüm kötülüklerin temel sorumlusu olarak olumsuz bir şekilde yer etti. Geçmişten, tarihsel deneyim ve süreklilikten koparılan gençlik, dayatılan belleksizleştirme, tüketici kişilik ve zevkçilik operasyonuna karşı doğal olarak direnç gösteremedi. Böylece gençlik ve toplum sadece geçmişini değil geleceğini de kaybetti. 12 Eylülcüler ve Kamu Çalışanları ’80 öncesi’nde toplumsal saflaşma bürokrasiye de yansımış, özellikle küçük ve orta kademe memur, öğretmen, polis ve -nisbi olarak- asker bünyesinde ayrışma eğilimi derinleşmişti. 12 Eylülcüler saflaşmanın faşizan kanadına dokunmadılar. Sol ve demokrat kesimin üzerineyse yoğun tutuklama, işkence, baskı ve terörle gittiler. Sıkıyönetim kararlarıyla onbinlerce memur, öğretmen ve polis “sakıncalı” bulunup açığa alındı. Birçokları sürgün edildi. Doğan boşluk Türk-İslamcı kadrolarla dolduruldu. Devlet daireleri askeri kışlaya çevrildi. Memurların hal ve gidişinden kıyafetlerine kadar herşeyleri kontrol altına alındı. Çıkarılan 677 sayılı yasayla dernek kurma ve örgütlenme hakları gasp edildi. Ücretleri donduruldu. Bürokrasideki tasfiyeler küçük ve orta düzeyde memurlarla sınırlı kalmadı; başbakanlık, bakanlıklar, Yargıtay gibi kurumlarda yılların “tarafsız” devlet görevlileri dahi tasfiye edildi. 12 Eylülcüler ve Askerler Askeri liseler ve Harp Okullarına dönük olarak gözaltılı, işkenceli sorgular ve tasfiyelere tanık olundu. Çünkü baskı rejimini tahkim etme çerçevesinde devlet yeniden kadrolaştırılıyordu. Toplumsal farklılaşmanın sonuçlarının devlete yansımasının önü tek taraflı olarak kesiliyor, devlet bünyesinde farklılıkların birbirini dengelemesine fırsat verilmiyor, devlet devrimci, demokrat halk güçleri karşısında yekpare bir karaktere büründürülüyordu. 12 Eylülcüler her ne kadar emir-komuta ilişkisi içinde bir müdahale yaptıklarını iddia etseler de, daha sonra ortaya çıkan gerçekler ışığında şunu söyleyebiliriz: darbeciler örgütlenme sürecini uzunca bir süre astlarından gizlemişler, ordunun hiyerarşik zırhının ardına gizlenerek darbeyi orduya dayatmışlardır. Zamanın Adana Sıkıyönetim Komutanı Org. Nevzat Bölügiray “Sokaktaki Asker” adlı kitabında sorunun bu yanını bütün açıklığıyla anlatmaktadır. Bu açıdan 12 Eylül’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne de dayatılmış bir darbe olduğunu söyleyebiliriz. 12 Eylülcülerin ordu geleneğini çiğneyerek genç subayları siyasi polise verdikleri gerçeği kanayan bir yara olarak hâlâ belleklerde tazedir. 12 Eylülcüler ve İşçi Sınıfı İşçi sınıfının sol, demokrat konfederasyonu DİSK kapatıldı. Tüm mal varlığı müsadere edildi. Yöneticileri işkence sonucu alınan ifadelerle idamla yargılanmaya başlandı. Grevli, toplu sözleşme düzeni yasaklandı. Tekelci sermeyenin temsilcilerinden oluşan “Yüksek Hakem kurulu” aracılığıyla işçiler son derece düşük ücretle her türlü güvenceden yoksun bir şekilde çalışmaya zorlandı. Kıdem tazminatları, ikramiyeler, emekli aylıkları düşürüldü. Sigorta yükleri ağırlaştırıldı. İzinleri kaldırıldı. TİSK Başkanı Halit Narin’in deyişiyle “Artık gülme sırası patronlardaydı.” 12 Eylülcüler ve Köylüler Köylü kitlelerinin ürün taban fiyatları düşük tutuldu. Gübre ve tarım ilaçlarının fiyatları arttırıldı. Devlet satın aldığı tarım ürünlerinin avans ve bedellerini zamanında ödemedi. Tüm bunlar köylülerin tefecilerin eline düşmesini getirdi. Üstelik ürünlerinin bir bölümünü “orduya yardım” olarak vermek zorunda bırakıldılar. “Terörist arama” ve “silahsızlandırma” gerekçesiyle köylelere ardı arkası gelmeyen baskınlar, operasyonlar düzenlendi. Zorla muhbir ağı yaratıldı. Özetle yaşam köylüler için son derece ağırlaştırıldı. 12 Eylülcüler ve Aydınlar Aydın çevreler, sıkı takip, gözaltı ve bazen zindan uygulamalarıyla terbiye edildi. Barış Derneği yöneticileri sorgulu gözaltılardan geçtiler, yıllarca zindanda tutuldular. Darbeden dört yıl sonra, sözde “demokrasiye geçiş” döneminde hazırlanan Aydınlar Dilekçesi’ne dahi tepkileri sert oldu. Aziz Nesinler “vatan hainliği” ile suçlandı. Aydınlar zaten yeterince geri duruyorlardı. İstediler ki daha da yılsınlar, muhalefeti hiç akıllarına getirmesinler … 12 Eylülcüler ve Adalet Cezaevlerinde baskı ve işkenceye dayalı askerileştirme, apolitikleştirme, inkar ve imha operasyonları yıllarca sürdü. Genelkurmay Başkanlığı’nın Diyarbakır zindanında yaşananlarla ilgili olarak yaptığı şu açıklama dahi durumun vahametini somutlamaya yeterlidir: “26 Aralık 1978 tarihinden bugüne kadar 63.900 kişinin bu tutukevine girdiği, bu süre içinde 53 ölüm olayına rastlandığı, bu 53 ölüm olayından; 14 kişinin kendini astığı veya yaktığı, 23 kişinin çeşitli hastalıklardan öldüğü, 9 kişinin ölüm orucu veya açlık grevlerinde öldüğü, 7 kişinin işkenceden öldüğü…” Cezaevlerinde insanlar hangi koşullarda yaşıyorlar ki kendilerini asıyor, yakıyor, ölümü tercih ediyorlar? Bu soruları sormak gerekmez mi? Ayrıca 12 Eylülcüler, sadece kamuoyundan gizlenenmesi imkansız olan zulümleri açıklamışlardır. Gerçek hayatta olup bitenlerse tam bir vahşettir. Şu soruyu da sormak gerekir; işkence, katletme ve vahşeti adalet olarak gören rejime karşı, bu uygulamaların muhatabı güçler, en azından caydırmak ve adaletsizliği dengelemek için kendi yöntemlerini devreye sokarlarsa 12 Eylülcüler onlara diyecek neleri olabilir? Bu bağlamda 1984 sonrasında olup bitenlerle Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar arasında hiç mi ilişki yoktur? Devam edelim; Sıkıyönetim Kanunu’nda (7.madde) yaptıkları bir değişiklikle yeni suç bahanesiyle tutuklu ve hükümlüleri sonsuza dek gözaltı ve işkencede tutmayı “yasallaştırdılar”. Çıkarttıkları Yargıtay ve Danıştay kanunlarıyla, bu kurumların -nisbi- bağımsızlıklarına son verdiler. Konseye tabi kıldılar. Avukat ve barolara getirdikleri sınırlamalarla savunma hakkını ayaklar altına aldılar. İlerici baro yöneticilerini gözaltına aldılar, yargıladılar. İdari organlar ve kolluk kuvvetleri lehine yargının -nisbi- bağımsızlığını ortadan kaldırarak kendilerine bağlı kukla organlar haline getirdiler. Askeri mahkemelerin bağımsızlığından söz etmek dahi başlıbaşına anlamsız bir ifade olacaktır. Nitekim siyasi tutsaklar bu mahkemelerde, işkence sonucu elde edilen sözde delillere dayanılarak -ki çoğu kez bu tür deliller de aranmadı- hapisten, ağır hapisten idama dek uzanan bir dizi cezaya çarptırıldı. En özlü şekliyle, Türkiye artık adalete giden yolun işkence tezgahlarından geçtiği bir ülke haline gelmişti! 12 Eylülcüler ve Anayasa 12 Eylülcüler darbeyle beraber 1961 Anayasasını ortadan kaldırıp devleti yönetme yetkilerini MGK adı altında tamamen kendilerinde topladılar. Doğrudan iktidarda oldukları üç yıllık süre içinde aldıkları her karar, hatta her sözleri kanun oldu ve ardından bu durumu 6 Kasım Anayasası’yla yasal bir çerçeveye oturttular. 6 Kasım Anayasası, 1961 Anayasasıyla uyumsuzluk içinde olan uygulamaların “yasal dayanağı” olma özelliğiyle, “darbe mantığı”nı kalıcı ve sürekli hale getirmenin “hukuksal” kılıfı olmuş ve devleti “baskı” esasına uygun organlarla donatarak -nisbi- demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma misyonu üstlenmiştir. 12 Eylülcülerin anayasasında varolan en önemli tutarsızlık, muhtevasına hakim olan “baskı ve militarizmi” kurumsallaştırma hedefiyle, hukuka ve insan haklarına uyumlu yüzeysel bir görüntü yaratma zorlamasıdır. Gerek ordunun geleneksel tavrının, gerek iç ve dış koşulların etkisi altında, 12 Eylülcüler böyle bir görüntü yaratarak, tepkileri yumuşatma manevrasına girmişseler de, bu çelişki 1982 Anayasası’na açık bir şekilde yansımıştır. 12 Eylülcülerin “yasakçı” karakterini her bölümde, hatta her maddede görmek mümkündür. Örneğin “şu haklar serbesttir”, “bu özgürlükler vardır”(…) “ama şu durumda bunları kullanmak yasaktır” biçiminde düzenlenmiş maddeler 12 Eylülcülerin iki yüzlü tavrının somut örnekleridir. Bu çerçevede, anayasanın temel bölümlerini oluşturan “temel hak ve ödevler”, “kişi hak ve ödevleri”, “sosyal ve ekonomik hak ve ödevler”, “siyasi haklar ve ödevler” esasen hangi hak ve özgürlüklerin kullanılamayacağını belirten bölümler olarak, kullanılamayacak haklar ve yerine getirilmesi zorunlu ödevleri dillendirmektedir. Bu açıdan, 12 Eylülcülerin anayasasında yaratılmaya çalışılan “hukuka ve insan haklarına” uyum, sadece bir görüntüden ibarettir! Kapitalist bir toplumda, burjuva sınıf egemenliğini siyasal düzeyde kalıcı kılmayı amaçlayan hukuksal kurallar bütünlüğü olarak tanımlanabilecek anayasanın niteliğini, temel hak ve özgürlükler karşısında takındığı tavır belirler. Bu çerçevede anayasalar burjuvazinin sınıf egemenliğinin sürdürülüş biçiminin “baskı ve terör” mü yoksa demokrasi mi olup olmadığının en önemli ölçütlerinden birisidir. 12 Eylülcülerin temel hak ve özgürlükler konusunda takındığı tavır, bunları rafa kaldırma biçiminde olmuştur. Temel haklar ve ödevler biçiminde ismi değiştirilen bu bölümde, esasen özgürlükleri tanıma ve güvence altına değil, hak ve özgürlüklere getirilecek sınırlamalar belirtilmiştir. Örneğin “kamu yararı” amacıyla kişinin varlık nedeni olan “yaşama hakkı” dahi sınırlanabilmektedir. Peki, kamu yararının ölçüsü ne, buna kim karar verir; bu nokta belirsizdir. Demokrasiler genel olarak hak ve özgürlükleri korumayı kendi varlıklarını korumanın bir aracı olarak görürlerken, “baskı ve terör” rejimleri tam tersi bir davranışla bu amaç için hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmayı veya sınırlamayı uygun görürler. 12 Eylülcülerin anayasası ise, hak ve özgürlükleri devletin bekası açısından tehlikeli gördüğünden, daha başından itibaren kötüye kullanılabileceklerini varsayıp sınırlama ve engelleme yolunu seçmiştir. 12 Eylülcüler “anarşizm”, “bölücülük”, “milli çıkarlar” bahaneleriyle her türlü düşünceye tavır almış, bunları yine anayasa yoluyla yasaklamışlardır. 12 Eylülcülerin anayasasında “ana dilde” konuşma yasaklanmıştır Basına ciddi sınırlama ve yasaklama getirilmiştir. Derneklerin siyasetle uğraşmaları, siyasi parti, vakıf gibi kuruluşlarla işbirliği yapmaları yasaklanmıştır. Toplantı ve gösteri hakkı “anarşi ve terör”e kaynak teşkil ettiği için adeta ortadan kaldırılmıştır. “Çalışma ve sözleşme hürriyeti”ne, sendika ve grev hakkına son derece ciddi sınırlamalar getirilmiştir. “Parti kurma, partilere girme ve partilerden çıkma” konusunda da ciddi sınırlamalar getirilmiştir. Cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanınmıştır. Anayasada ortaya çıkan özellik asıl devletin “MGK” olduğudur. 12 Eylül anayasasında yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, yargı yürütmenin denetimine sokulmuştur. Sonuç olarak: Demokrasilerin vazgeçilmez temel özelliği, yasama yetkisinin seçimle belirlenmiş bir parlamento tarafından kullanılması, yürütme göreviniyse, yasalar çerçevesinde davranan, uygulamalarından dolayı parlamentoya karşı sorumlu olan bir hükümetin yerine getirmesidir. Parlamenter demokrasinin diğer ilkeleri, sorunun özü demek olan bu ilkenin mantıksal sonuçlarıdır. Parlamenter demokraside,yürütmenin ağırlığının arttırılarak yetkilerin bir kısmının devlet başkanına aktarılması yürütmeyi güçlendirmez, tam aksine zayıflatır. Çünkü yürütme gücünü yasamadan, dolayısıyla burjuva toplum meşruiyeti çerçevesinde halk iradesinden alır. Yasamanın yetkileri arttıkça, yürütmenin yetkileri daha sağlam temellere oturarak meşrulaşır, güç kazanır. İşte bu nedenle parlamenter demokraside yasama gücüne rağmen yürütme gücü düşünülemez. 12 Eylül anayasasında ise durum tam tersidir: halk iradesinin yürütmeyi yasama aracılığıyla güçlendirmesi yerine, halk iradesini hiçe sayan, bu anlamıyla toplumsal meşruiyet zemini son derece sınırlı, dar bir azınlığa dayanmaktadır. Öz itibarıyla 12 Eylülcüler anayasa üzerinden devlete ve devletin güvenliğine en büyük değeri vermişlerdir. Devleti “koruma ve kollama” adına bireyi ve toplumu güçsüz ve savunmasız bırakmak için ne gerekiyorsa o yapılmıştır. Onlara göre devlet her şeyin üzerindedir, gücü ve otoritesi ne pahasına olursa olsun korunmalı, geliştirilmelidir. 78′liler Federasyonu Çalışmalarından Derlenmiştir. radyoyurekyolculari.tr.gg/Kanl%26%23305%3B-Bir-Darbenin-Bilan%E7osu-d--12-Eyl.ue.l-ve-Toplum.htm
Posted on: Tue, 10 Sep 2013 06:57:17 +0000

Trending Topics



ht:30px;">
BARU BERES SEGINI CYBERART bruakakak ^^ Muhammad Nur Khaidir
I just made a big rant on Dee Mans status about how film people

Recently Viewed Topics




© 2015