Kürt meselesine dair söylem ve beyanlarımızı kekremsi dahası - TopicsExpress



          

Kürt meselesine dair söylem ve beyanlarımızı kekremsi dahası acı bulan, yaşadıklarımızın dört nesil suyunun suyunu bile yaşamayan dostlarımıza ve bu Kürtlere bu kadar şey verdik,daha ne istiyorlar şeklinde bir körlük ve sağırlık yaşayanlara fazla değişmeyen halimize dair bir arzu halimizdir: Mazlum Der Etnik Ayrımcılık Raporu için ropörtaj 10.05.2008 Mağdur 1 :Sedat DOĞAN Görüşmeci : Av.Nesip YILDIRIM Konu :Etnik ayrımcılık, göç ve mağduriyetler — Sedat Bey hoş geldiniz. —Hoş bulduk. Mazlum Der Genel Merkezimiz, 2008 yılı için etnik ayırımcılıkla ilgili bir rapor hazırlıyor. Söz konusu rapora katkılarda bulunmanızı diliyoruz. Bu nedenle sizin de bir göç mağduru olarak bu konuyla ilgili yaşadıklarınızı, hissettiklerinizi, ayrımcılıkla ilgili görüş ve önerilerinizi birlikte dinlemeyi düşünüyoruz. —Öncelikle adınız-soyadınız, doğum yeriniz ve temel mağduriyet alanınız nedir? — Sedat Doğan. Mardin-Mazıdağı-Arısu Köyü doğumluyum. Benim temel mağduriyetim köyümüzün boşaltılmasıyla başladı. Ben daha çok ailemden yani ebeveyn ve kardeşlerimden dolayı bu mağduriyetin içine girmiş oldum. Benim sıkıntım daha çok oradan kaynaklanıyor. Yani köyün yıkılması ve dağılmasıyla birlikte benim mağduriyet sürecim de başladı, diyebilirim. —Onu ayrıntılı olarak arada alacağım. Kendinizi etnik bir kimliğe mensup görüyor musunuz? —Eğer ille de kendimi tanımlamam gerekiyorsa, ben kendimi Müslüman bir Kürt bireyi olarak tanımlıyorum. Sonra vatandaşlık bağıyla bağlı bulunduğumuz bir Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı kimliğimiz var. —Sizin veya farklı etnik kimliklerin vatandaşlık kimliği dışında etnik kimlikleriyle kendilerini ifade etmeleri ve edebilmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz, bunu bir hak olarak görüyor musunuz? —Ben bireyin kendini doğal kimliğiyle ifade edebilmesini yaşamın temel bir hakkı olarak görüyorum. Sonuçta hepimiz yaratılmış olan varlıklarız. Yani benim A kimliğinden, karşımdakinin B kimliğinden geliyor olması bizlerin tercihi değildir. Bizlerin bir çaba sarf ederek ortaya çıkardığı bir durum değildir. Bu tamamen yaratılışla alakalı bir olaydır. Bir insan dünyaya Kürt bir ana-babadan, Türk bir ana-babadan veya Ermeni bir ana-babadan gelmiş olabilir. Tekrar ediyorum bu, onun tercihi olan bir şey değildir. Bu yaratılışla alakalı bir durumdur. Şiddete, dayatmaya başvurmamak ve insanları dışlamamak(ötekileştirmemek) ve birlikte yaşamayı esas almak kaydıyla herkesin makul çerçevede kendini ifade edebilmelerinden yanayımdır. Bunun hiçbir sakıncasını görmüyorum. Tam tersine olması gereken zaruri bir hak olarak algılıyorum —Sizce Türkiye’de etnik kimliklerini açıklayan kişilere karşı diğer insanlar genel olarak hoşgörülü davranıyorlar mı? —Doğrusu ben gördüğüm kadarıyla insanların pek hoşgörülü davrandıklarına inanmıyorum. İstersenizşuradan başlayayım. Lise öğrenciliğim Ankara’da başladı. Öğrenciliklerim ve memuriyetim İstanbul’da bitti. Son göç olayıyla birlikte ülkenin batı tarafında ortalama 20–25 yıllık bir yaşamım geçti. İnsanlar farklı kimliklere öyle anlatıldığı gibi pek hoş görüyle yaklaşmıyorlar ama işin içine ideolojik ön yargılar ve kırılmalar girmezse aralarında pek tehlikeli bir durum da çıkmaz diye düşünüyorum..İnsanlar birbirlerini mevcut halleriyle kabullenmişler.Yani küçümsenen bir alt kimlik mensubu bu durumu artık gayri iradi olarak kabulleniyor.Ciddi bir reaksiyon göstermiyor.Böylece herkes araziye uyum sağlamış oluyor.Ve bu tarz tartışmalar daha çok toplumun kültür seviyeleri düşük katmanlarında rijit bir dil ve üslup ile ele alınıyor.Kültür seviyesi yükseldikçe insanlar birbirlerini daha iyi anlayabiliyorlar.Amagünümüz,sözümona,kültürlüleri kısır düşünce ve önyargılarıyla,cahil diye nitelendirilen insanlardan daha fazla ürkütüyor insanı. Örneğin, lise çağlarında Türk kökenli sınıf arkadaşlarım çoğunlukta idiler. Birbirimize takılırdık ama iş o zaman bugünkü kadar ötekileştirici ve dışlayıcı bir boyutta değildi. Böylesine karşılıklı retçi ve imhacı anlayışlar yoktu. Kimse birbirine “Ya sev ya terk et”demiyordu. Bu günkü saçma sapan sloganların çoğu da yoktu. Sadece takılırdık birbirimize. Mesela hiç unutmam. Bir arkadaşımız vardı. Biz kendisine Kürtçe olarak” Allah senden razı olsun” dediğimizde o bize, “benimle Kürtçe konuşmayın ama onun dışında ne yaparsanız yapın” derdi. Böylesine garip psikolojik bir savunması vardı. Ama bu öyle ciddi bir dışlanma anlamında kullanılan bir cümle değildi. Çünkü böyle bir amaç güdülseydi bizler birbirimizle arkadaş olmazdık, olamazdık. —İsterseniz şöyle desek. Yani soruyu daha bir netleştirmek için, siz etnik kimliğinizden dolayı herhangi bir ayrımcılığa uğradınız mı? Bunun somut örneklerini, yerini, zamanını ve olayın ayrıntılarını bize anlatabilir misiniz? —Doğrusu insanların birbirlerini dışladıklarına inanasım gelmiyor. Çünkü havsalam bunu kabullenemiyor. Bir insanı renginden, dilinden, dininden, memleketinden dolayı aşağı bir seviyede görmek benim kabullenebileceğim bir şey değildir. İnsanları ayrı dünyalara mahkûm etmek bana çok ters geliyor. Ama malesef ben bunu yaşadım. İki olay yaşadım. Birinci olay: Sırf arabamın plakasının 21 olmasından dolayı. 4 kişi tarafından yolum kesildi. Ve adam akıllı dayak yedim. Kaldıki arabamın plakası 21 ama yukarıda da belirtmiştim kendim Mardinliyim. Diyarbakırlı sayılmanın ceremesini çektim. Gerçi o kafalara göre plakam 47 de olsaydı yine fazla bir şey değişmeyecekti. Çünkü faşizmin dini imanı olmaz. Kafatasına uymayanı keser,ezer geçer.. —Nerede? —Adana’da. Osmaniye’nin Cevdetiye Kasabası’nda. Osmaniye o zaman daha il olmamıştı. Aslında olay çok basit bir şey yüzünden çıktı. Sonuçta eğer bir suç olarak ifade edilebilinirse basit bir trafik ihlali idi benim yaptığım. Ve bir kaza falan olmadı. Hasar olmadı. Kimse yaralanmadı. Trafik dahi bir saniye olsun aksamadı. Ama sonradan anlaşıldı ki,olay bu kadar basit değil imiş. Adam sırf arabamın plakasından dolayı çok önceden kafayı takmış bana. Ama bundan haberim yok. Çünkü hiçbir hukukumuz yok. Yanlız ara sıra o kasabadan transit olarak geçerdim. Zira bu kasaba bulunduğumuz ilçeye iki- üç km bir uzaklıktaydı. Ve Mahallemizin işleri buraya düşerdi. İkimiz de traktör şoförüyüz. Seyir halindeyiz. Bir kum kamyonu bizi sıkıştırınca ben mecburiyetten dolayı onu solladım. Bu onun zoruna gitmiş. Geriye dönüp Traktörünü belediyenin garajına bırakıyor, üç arkadaşıyla birlikte belediyenin bir minibüsünü alarak peşime takılıyorlar. (Bu olayı çıkaran Belediye Başkanının yeğeni. Belediye Başkanı da Fazilet Parti’li. Tabi bütün bunları sonradan öğreniyorum.). Sollamayı yaptığım yerden beş km sonra bir minibüs birden önümde durdu ve içinden dört kişi inerek sorgusuz, sualsiz bir şekilde pata küte giriştiler bana. İnanın bütün samimiyetimle söylüyorum bunu, beni niçin dövdüklerini dahi bilmiyordum. Birbirimizi epey hırpaladıktan sonra kendi kendimize ayrıldık. O esnada niçin peşime düştüklerini anladım. Olaydan sonra ehliyetimi, kimliğimi ve diğer şahsi eşyalarımı gasp etmeye kalkışıp beni zorla jandarma’ya götürmeye yeltendiler. O zaman gayri ihtiyari bir isyanla onlara bağırdım. Ağzımdan şu kelimelerin döküldüğünü hatırlıyorum: “Ulan yol kesen siz, adam döven siz, şahsi eşyalarımı gasp etmeye kalkışan siz. Siz kimsiniz, nesiniz? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Biz terör var diye memleketimizden kaçıp buralara sığındık. Meğer esas terör burada imiş. Gidin karakola şikâyetinizi edin. Bu memlekette hukuk ve adalet varsa ben bunu burnunuzdan getiririm…”. Onlar karakola gidiyorlar. Karakolda”efendim biz kum sahasından bir kum kaçakçısını kovaladık. Adam bize, “Bana Diyarbakırlı derler. Ben adam yerim” bizi tehdit etti, dövmeye kalkıştı “diye bir ifade veriyorlar. Bunun üzerine askerler beni almaya geldiler. Karakola gittik. Bana yapılan bunca haksızlığın üstüne bu sefer karakol komutanı(genç bir astsubaydı.) beni dövmeye kalkıştı. Hemen itiraz ettim. Beyefendi, önce ifademi alın, ondan sonra ne yaparsanız yaparsınız, diye. Komutan beni dinledikten sonra şaşkına döndü. Her şeyin sadece kin ve nefretten kaynaklanan bir senaryo olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu hadisenin en ilginç yanı, ben mahalleye döner dönmez, mahallede sözü geçen ve yapı itibarıyla kavgaya yatkın bazı insanlarının benim intikamımı almak adına kasabayı basmaya karar vermiş olmaları. Zira bizim mahalle ağırlığı Kürt bir mahalle idi Ben buna izin vermedim. O memlekette benim yüzümden bir Kürt-Türk kavgasının çıkmasını istemedim. Herkesi itidale ve mantığa davet ettim. Çünkü birincisi suçluları hiçbir şekilde tanımıyorum. İkincisi, tanısam bile kendini bilmez bir kişi yüzünden bir kasabayı basmaya kalkışmak, bizi haklı iken haksız bir konuma düşürür, diye bunu yapmalarına izin vermedim. Sonra araya hatırı sayılır kişiler girdiler. Belediye Başkanı bizzat evimize gelerek bizden özür diledi, olayı öylece kapattık. Bu olayda ayrımcılıkla ilgili birbirine benzer farklı iki hatta üç hadise yaşandı, diyebiliriz. Birincisi bir şehrin plakası üzerinden o şehrin, o bölgenin insanlarına duyulan kin ve nefret. İkincisi, devleti temsil eden bir yetkilinin yanılarak veya ön yargıyla galeyana gelip aynı yanlışa düşmesi. Üçüncüsü bir ferdin yanlışı yüzünden bir kasabanın mahkum edilerek basılmaya müstahak bir konuma düşürülmesi..Kısacası ötekileştirmenin vahşete kadar varabilecek bir yanının olduğunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız,diye düşünüyorum. İkinci olay: Bir gün ben Osmaniye’den Adana’ya gidiyorum. Adana’nın girişinde polis kimlik kontrolü yapıyor. Benim içinde bulunduğum minibüs de durduruldu. Arabanın içinden bir çingene vatandaşı bir de beni indirdiler. Çingene vatandaşın kimliği yokmuş. Ben de Mardin doğumlu olduğum için indirilmiş olmalıyım. Polis önce beni sorguya çekti. Ne iş yaptığımı ve nerede ikamet ettiğimi sordu. Çiftçilik yaptığımı ve Osmaniye’de ikamet ettiğimi söyledim. Kendimi düzgün bir Türkçe ile ifade ettiğim için polis, çiftçilik yaptığıma inanmadı ve bunu da bana açık açık söyledi. Peki, ne olabilirim diye sordum. Sen bir örgüt elemanı falan olabilirsin dedi. Ben de kardeşim düzgün bir Türkçe konuşmak da mı suç, dedim. O,hayır ben öyle bir şey demedim. Sen bu düzgün halinle çiftçi olamazsın demek istiyorum. Haraç toplamaya mı gidiyorsun dedi. Yok, vermeye gidiyorum dedim. Kime, diye sordu. Bu memlekette bir haraç vermek gerekirse o da mafyaya verilir, dedim. Ardından tahsilimi ve göç mağduru olduğumu, Çukurova’ya yerleştiğimizi söyledim. Polis PKK’dan mı kaçtınız diye sordu. Ben hayır terörden kaçtık dedim. Terörü kim yaptı diye sordu. Herkes yaptı diye cevap verdim. Ardından bir özür beyanıyla görevlerini yapmak zorunda olduklarını belirterek kimliğimi iade etti. Yanımdan ayrıldı. Bu arada telsizle GBT’m araştırıldı. Çünkü kimlik numaram okundu. Temiz olduğum tescillendi. — Mezuniyetiniz ne? Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi terk. Polis ile bu diyaloğumdan sonra kader arkadaşım çingene vatandaş yanıma yaklaşarak kendine özgü şivesiyle “ A be Abe sen de bizden misin” diye sordu. Ben, hayır çingene değilim ama galiba bu bölgede sizden pek bir farkımız kalmamış diye ekledim. Gülerek arabama bindim. O orada kaldı. Bu hadiseyi her hatırladığımda hüzünlü bir gülümseyiş kaplıyor içimi. —Okul hayatınızla ilgili yaşamış olduğunuz bir şey var mı? —Okul hayatımdan ilkokuldan iki olay hatırlıyorum. Birincisi: Bireysel yaşamımda Türkçeyi bilmediğim zamanları net olarak hatırlıyorum.Birinci sınıfta olmalıyım. Kalemimin ucu kırılmış, kalemimi elime almışım, sıraların arasında geziniyorum. Ancak sınıfta Kürtçe konuşamıyoruz ve ben de Türkçe bilmiyorum. Arkadaşlarıma derdimi anlatabilmek için vücut diliyle kalem açacağı istemiş oluyorum. O esnada öğretmen beni görüp yanına çağırdı. Niye sıraların arasında dolaşıyorsun anlamında okkalıca bir tokat vurdu bana. Canım fazla acımış veya bu çok ağırıma gitmiş olmalı ki öğretmen beni bir türlü susturamıyor. Birbirimize derdimizi de anlatamıyoruz. Sadece ben değil bütün sınıf anlatamıyor. O Kürtçe bilmiyor, biz ise Türkçe. Meramımı anlamak için dört-beşinci sınıflardan bir öğrenci getirip ona ne istediğimi Kürtçe olarak sordurttu. Ben de çocuğa derdimi kürtçe olarak anlattım. Bunun üzerine epey duygulandı öğretmenim. Beni öptü ve bana bir kalem ile bir kalem açacağı hediye ederek gönlümü almaya çalıştı. İkincisi ise ilkokul üç veya dördüncü sınıfta olmalıyız. Öğretmenlerimiz o zaman anlamını çözemediğimiz garip bir uygulama başlattılar. Evde, Okulda, Sınıfta, sokakta, Dağda, bayırda… Kısacası hayatın her alanında Kürtçe konuşmamıza yasak getirdiler. Gerekçeleri ise: Türkçeyi daha çabuk öğreneceğiz. Ailelerimize bunu böyle anlatıyorlardı. Bu yasağı titizlikle uygulamaları için de kendilerine içimizden ispiyoncular seçmişlerdi. Nedense o günün ispiyoncuları bana bu günün korucularını hatırlatıyor. Bunlar sıra, sınıf, okul hatta sokaktaki arkadaşlarımız veya öz kardeşlerimiz bile olabilirlerdi. Belki de sıradan köylülerdi, bizi öğretmenlere gammazlayan. Ve köy yerinde kabilecilik, çekememezlik ve kıskançlık had safhadaydı. Adım gibi biliyorum birçok öğrenci sırf bu yüzden çoğu zaman boşu boşuna dayak yemiştir. Ama öyle garip şeyler yaşıyorduk ki, bunu akıl ve mantıkla izah etmek mümkün değil. Köy yerindeyiz.(Affedersiniz)Hayvan besliyoruz. Örneğin babamızla ya bir tarladayız ya da dağda bir orman yerinde. Ya eşeğimiz veya öküzümüz bulunduğumuz yerden uzaklaşmıştır. Babalarımız, onları geri getirmek için bizi görevlendirmiştir. Bazan hayvanı bulamadığımız olurdu. O esnada babamıza yüksek sesle seslenmemiz gerekiyor. Yoksa ona sesimizi ulaştıramayız. İşte o an, dananın kuyruğunun koptuğu andır. Çünkü Babaya Türkçe seslensek, türkçe bilmediği için bunu kendisine yapılmış bir hakaret sayar ve sana en okkalı tokatı yapıştırır. Şayet Kürtçe seslenirsen bu sefer bir ispiyoncu o anda sesini tanır, numaranı yazar, ertesi gün okula gittiğinde numaranı tahtada görürsün. Artık o an senin yiyeceğin dayak öğretmenin insafına kalmış bir şeydir, bahtına ne düşerse onu fazlasıyla yersin. Yani her iki durumda da payına hep dayak düşer. Bu yüzden her ikisinden de dayak yememen için vücut dilini çok mahir bir şekilde kullanıp, bir çeşit tiyatro oynayarak bu iki ucu da belalı işten kurtulmayı becermelisin. Yoksa işin çok zor. İşte o anda insanın daha doğrusu masum bir çocuk olan senin içinde ne fırtınalar koptuğunu sadece sen kendin biliyorsundur. Bu iki örnek net olarak hatırımda.Ve hatırladıkça çok üzüldüğümü ifade etmeliyim.Eşrefi mahlûkat olan insanoğlu,insan yavrusu böylesine saçma sapan şeyler yaşamamalı,diyorum. Sadece bu iki sıradan örnek bile, bu gün bu bölgede ve bu ülkede Kürtlerle ilgili yaşadığımız siyasal çalkantının, terörün şifrelerini çözmek için epeyce öğretici olur diye düşünüyorum. Lütfen bundan terörü onayladığımız anlamı çıkarılmasın. Çünkü terör hiçbir sorunu çözmediği gibi hiçbir şey de insanın doğal haklarını ve en kutsal hakkı olan yaşam hakkını elinden almanın gerekçesi olamaz. —Göç sebebiniz ve mağduriyetiniz hakkında, yani köyünüzde yaşanan olaylar değil de daha çok nasıl bir durum oldu ve ne zaman köyden çıkmak zorunda kaldınız? Kısaca anlatabilir misiniz? Sizin köyünüz Arısu Köyü idi değil mi? —Evet. Bizim köyün dağılmasının temel sebebi Koruculuk sisteminin ortaya çıkmasıdır. Köyümüzün belirgin bir özelliği var, o da şudur: Arazisinin büyük bir kısmı Etibank Mazıdağı Fosfat Tesisleri’nin dekapajsahası’dır. Yani tesisin ham madde ihtiyacı olan fosfat madeni bizim köyün arazisinden çıkıyor. Bu tesis 1970’lerde köyümüze çok yakın bir yerde kurulmuştur. Bu yüzden fosfat işçiliği hem köyümüzde hem de civar köylerde çok rağbet gören kârlı bir işçilikti. Dönemin iç işleri Bakanı(A.Kadir AKSU olmalı.) bu sistemi yörede tanıtırken ben “dumansız fabrika kuruyorum”demişti. Sistem böyle tanımlanınca köylü koruculuğu çok cazip bir iş olarak algıladığı için o kadar hücum etmişti. Köylü gerçekten de fosfat işçiliğine benzer maaşlı bir işe gireceğini sanmıştı. Koruculuğa yönelme kesinlikle siyasi bir amaç için değildi. Yani bir PKK karşıtlığı veya devlet yandaşlığı gibi bir durum söz konusu değildi. Silahı bırakırken de kesinlikle bir PKK sempatisi için falan silahı bırakmadı. Tam tersine can güvenliği için bıraktı. PKK’nın eylemlerin den korktuğu için bırakt. Çünkü Köylü o vakit PKK’nın ne olduğunu, neye hizmet ettiğini bilmiyordu. Doğu ve Güneydoğuda PKK’yı PKK’dan çok devletin yanlış uygulamaları bir sempati ve sığınma unsuru haline getirdi, dersek yanlış olmaz sanırım. Koruculuğa yönelme tamamen işsizliğin ve yoksulluğun doğurduğu bir umut ve beklenti üzerinden şekillenmişti. Paralı bir iş olduğu için, ilk başta köy muhtarı olmak üzere, yanına akrabalarını da aldı. Diğer kabilelerden de birer ikişer kişi katarak 10–15 kişilik bir korucu timi kurdu. O aralarda PKK’lılar muhtarı bir gece sorguya çekiyorlar. Sorgudan sonra muhtar ve mevcut korucular istifa ettiler. Bunun üzerine başka kimse de koruculuk yapmak istemedi. Bu nedenle köyümüzün korucu kotası batı komşumuz olan ve hem nüfus hem de hane sayısı açısından köyümüze göre daha küçük kalan Balpınar(Gıre Sor) Köyü’ne verildi. Bizim köyün nüfusu o zamanlar 1500’ü ve hane sayısı ise 200’ü aşıyordu. Balpınar ise bu rakamların çeyreğini biraz aşıyordu. Hal böyle iken onların korucu sayısı 20 kişi iken 40 oldu. Bizim köy ise korucusuz kalmış oldu. —Bu olaylar hangi tarihte oluyor? 1989–90 yıllarında. — Şiddet hareketleri tam başlamadan önce mi? Hayır başlamıştı. Artık bizim oralara da sıçrıyordu. Çünkü o aralarda Fabrikanın içinde fabrikanın bir Müdürü makamında suikasta uğramıştı. Fabrikanın dışında ise PKK’lılar ile askerler çatışmıştı. Ölen, yaralılar olmuştu, rakamı tam olarak hatırlamıyorum. Tam o esnada sanırım 90–91 yılları olacak. Doğudan köyümüze komşu Karataş Köyünün sınır noktasındaki dar, taşlık ve ıssız olan bir vadide, gündüzleyin ikindi sularında ve havanın biraz puslu olduğu bir günde, adı geçen Balpınar köyü korucularına bir pusu kuruluyor. Korucular bir traktör ile Karakola giderlerken üzerlerin önce el bombası atılıyor, ardından otomatik silahlarla tarıyorlar. Bu olayda yanılmıyorsam beş korucu ölüyor. Dördü de yaralanıyor. Eylemi yapanlar olay yerinden kuzeye doğru kaçıyorlar. Vadiye paralel düşen bir km ötedeki eski yolda korucuların akrabalarıyla karşılaşıyorlar. Bunlar da Traktör ile yolculuk yapıyorlar. Eylemciler onlara, bizi traktör ile kuzeye kaçırın diyor. Eylemciler dört kişi ve aralarında bir bayanın da olduğu söylendi bana. Bunlar biz korucuların akrabalarıyız diyemiyorlar. Sadece mazotumuz yok, gidemeyiz diyorlar. Eylemciler de fazla üstelemeden yollarına devam ediyorlar. Bunlar da köylerine geri dönüyorlar. Bu ayrıntıyı şunun için aktarıyorum: Başımıza ne geldiyse bu olaydan dolayı geldi. Köyümüz bu olay yüzünden dağıldı. İki köy arasında eskiden beri devam ede gelen basit arazi kavgaları ve sürtüşmeler vardı. Ancak bu hiçbir zaman ciddi ve ölümlü olaylara yol açmıyordu. Çünkü her iki köy birbirlerine karşılıklı kız alıp vermişler. Çoğu akrabadırlar. İkisi de Kürt köyü ve aynı aşiretin köyleridirler. Ve aralarındaki mesafe sadece bir km. Bu nedenle bu köylerin insanları birbirlerini çok iyi tanıyorlar. Bu olaydan sonra gerek devlet yetkilileri, özellikle Jandarma Karakolu, gerekse Korucular ve yakınları-bu olayı ya siz yapmışsınız, ya yapanlara destek vermişsiniz veyahut yapanları tanıyorsunuz -şeklinde çok ciddi bir dayatmaya maruz bıraktılar bizim köylüleri. Şimdi soruyorum: Bu eylemciler bizim köylüler olsalardı, bu Korucu yakınları onları tanımayacak mıydı? Ortaya bir isim atmayacaklar mıydı? (Koruculara yapılan bu saldırı olayı ilgili anlattıklarım sonradan muhtelif kişilerce bana anlatılan bilgilerdir… Çünkü o tarihlerde Çanakkale’de askerlik görevimi yapıyordum.) Ortalama yirmi yıl oldu. Biz bu olayın faillerini hala bilmiyoruz. Ve bizim köyümüz de bu olayın zan ve töhmetinden kurtulamamıştır maalesef. İşte bizim için, köydeki herkesi için ilk savrulma bu olaydan sonra başlıyor. Köylü için bu köyde yaşamak artık çekilmez bir hale geldi. Çekilmezlik bir yana çok ciddi bir can güvenliği riski ortaya çıktı. Herkes göç hazırlığı yapıyor. Bu yüzden orman, bağ-bahçelerindeki ağaçları geride bırakmamak için kesiyorlar. Evlerini, ahırlarını kendi elleriyle yıkarak hiç bir şeylerini geride bırakmak istemiyorlar. Bir insanın kendi elleriyle evini yıkması çok tuhaf bir duygu. Bu çaresizlik nasıl anlatılabilir, doğrusu bilemiyorum. Bizzat benim yaşadığım bir olayı aktarayım. Ben askerden izne gelmiştim. Bizimkiler de göç hazırlığı yapıyorlar. Ama henüz göçmemişlerdi. Kardeşlerim, amca çocuklarım ve diğer akrabalarım ormanlık arazide çalışıyorlar. Bir akşam ezanından hemen sonra köyün güney kısmında, yani bizimkilerin yolu üzerinde çok yoğun silah sesleri gelmeye başladı. Aklımıza ilk gelen şey bunun bizimkilere yönelik bir saldırı olduğu oldu. Nitekim öyle de oldu. O anki feryad u figanı anlatabilmem mümkün değil. Bizimkiler Traktörlerle eve dönüyorlar. Bizimkiler seyir halinde iken, köye bir buçuk km kala, Maden sahasından atılan toprağın oluşturduğu yola hâkim tepeden, biz buna kısaca pas diyoruz, - altı-yedi kişi onları hedef alarak ateş ediyorlar. —Bu bir taciz ateşi miydi sizce? Vallaha üzerinde on, on beş insanı taşıyan iki traktöre ertesi gün gündüz gözüyle baktığımızda beş altı tane mermi izi bulduk. Bence buna taciz ateşi denilmez. Amaç bellidir. Garibanları Allah korumuş oldu. Bu olaydan sonra, ben askerde iken, bu sefer babamın evi taranıyor. Öyle bir taranıyor ki anlatılır gibi değil. Dönüşte bana kurşunların deldiği kap kaçak ve yastıkları gösterdiler, içim parçalandı. Özellikle bizim evi hedef seçmelerinin sebebi, göç hazırlığı yapan köylü bizim evi bir çeşit misafirhane olarak kullanıyor. Bu saldırının temel amacı, köylü her şeyini bırakıp kaçsın. Onlar da gönüllerince yağmacılık yapsınlar. Bunun başka türlü bir izahını bulamıyorum. Çünkü nedense bu saldırılar hep gece karanlığında yapılıyordu. Ertesi gün o köyün korucuları köye gelip yemin billâh ediyorlar biz bunu yapmadık diye. Bizimkiler karakola şikâyete gidiyorlar. Aldıkları cevap siz de açılan ateşe karşılık vermişsiniz. Karakol nedense köye yapılan silahlı saldırıyı sorgulamıyor. Bizimkilere, sizde ruhsatsız silah var bu yasal değil. Niye silah bulunduruyorsunuz şeklinde bir suçlamada bulunuyor. Hâsılı kelam en son karakol komutanı bizim eve geliyor. Babamlara diyor ki. Biz sizi iyi tanıyoruz. Düzgün bir ailesiniz. Ama bu şartlarda can güvenliğinizi sağlayamıyoruz. Siz de göçün gidin. Yoksa başınıza bir hal gelir. Hepimiz çok üzülmüş oluruz. Bunun üzerine bizimkiler de göçmeye karar verdiler. —Sizin göç sebebiniz güvenlik miydi yoksa ekonomik miydi? —Bizimkisi kesinlikle güvenlikti. —En son göç eden aile siz mi oldunuz? Evet, en son göç eden aile biz olduk. —Köyünüz sadece bir defa mı tarandı? —Hayır, üç dört defa tarandı. En son bizim bir akrabayı taradılar. Bakın bu vatandaş benim bir akrabam. Bu onun hastanedeki görüntüsüdür. Basına yansımış. Adamı tarıyorlar. Öldü diye terk ediyorlar. Sonra Dicle Üniversitesinde hayata dönebiliyor. Şu anda bir sakat olarak hayata tutunmaya çalışıyor. Bu olaylar yüzünden hiç kimse en ufak bir ceza almadı maalesef… Bu saldırılar bu gün bile durmuş değil. Bu köy 11–12 sene iskâna kapalı tutuldu. Sonra köye dönüşe izin verildi. Ama olaylar yine de durmuş değil. Şu gördüğünüz fotoğraflarda bu hale getirilen insan benim öz kardeşim.25.11.2006’da bu hale getirildi. Bu fotoğraflar da kardeşimi savunmak için yaptığım basın açıklamasının fotoğraflarıdır. Olayı hatırlıyorsunuz. Yani korucuların bu baskıları hala devam ediyor. Durmuş değil. —İsterseniz oraya geçmeden önce siz göç ettikten sonra nereye gittiniz? Yani kendinize hemen bir ortam bulabildiniz mi? Neleri yaşadınız? Göç ettiğiniz yerlerde neleri yaşadınız? —Ben şöyle diyeyim… —Gittiğiniz toplum sizi nasıl karşıladı. Karşıtlıklar, yakınlaşmalar oldu mu, nasıl oldu? —Şimdi bütün göç olayları böyle mi gelişiyor onu bilemiyorum. Ama bu terörden dolayı Doğu ve Güneydoğudan batıya doğru yaşanan göç akraba eksenli gelişti diyebilirim. Hemen herkes bir akrabasını seçerek öyle göçtü. Öyle rast gele bir tercih yapılmadı. Çünkü bu bölgenin insanı tek başına ve korunaksız olarak batıda tutunabileceğine dair bir güvenden yoksundu. İçinden çıkamayacağı ikinci bir hüsran yaşamak istemiyordu. Zaten yeteri kadar yıpranmıştı. Mesela biz tercihimizi böyle yaptık. Hatta biz daha ileri gittik. Adana merkezde akrabalarımız daha çoktu. Ama onların mahallesi bize fazla güvenli ve huzurlu gelmediği için Osmaniye’yi tercih ettik. Osmaniye’de ablam vardı. Onların mahallesine yerleştik. —Göç ederken devletten veya valilikten bir yardım falan alabildiniz mi? Hayır, hiçbir yardım alamadık. Hatta çok net hatırlıyorum. Adana’ya yerleşmiştim, rahmetli babam oğlum kamyonları getir gel evi götürelim demişti. Kamyonlarla Mardinden yola çıkmışız. Urfa’nın girişinde polis bizi durdurdu, dalga geçercesine “Hayrola beyler, geziye mi gidiyorsunuz?” dedi. Evet. Geziye gidiyoruz dedim. “Ne gezisi” dedi? Devletimizi görmeye gidiyoruz dedim. “Ne biçim konuşuyorsun?” dedi. — Onlar sizin ev taşıdığınızı biliyorlar mıydı? Hayır, belki bilmiyorlardı. Ama kamyonların göç kamyonları olduklarını biliyorlardı. —O zaman yoğun oluyordu. Evet. Sürekli kamyonlar gidip geliyordu. “Nereye gidiyorsunuz”dedi. Adana’ya gidiyoruz dedim. “PKK mı kovalıyor sizi?” dedi. Hayır, PKK değil Korucular ve karakol kovaladı, dedim. “Karakol sizi nasıl kovaladı?” Senin şu anda yaptığın gibi kovaladı. Eğer şu anda göçüyorsam ve sen işin iç yüzünü bilmeden beni birilerini suçlamaya zorluyorsan bu bir çeşit kovalama oluyor işte. Kim suç işlemişse o yaptı, dedim. Sonra “Anlat” dedi. “Nasıl oldu bu olay?” Neyi anlatayım. Sen trafik polisisin. İşin seni ilgilendiren kısmıyla ilgilen. Bizi boş yere oyalama şu anda bu olayı anlatacak durumda değilim; diyerek zor bela yakamızı kurtardık onlardan. Daha işin başında böylesine garip bir tabloyla karşılaştık. —Korucuların yaptıklarına karşı bir başvuru mekanizmanız yok muydu? Yani karakol korucuların yapmış olduğu fiillere karşı koruyucu bir tedbir, bir güvenlik tedbiri falan almıyor muydu? Şimdi bakın. Elimdeki doküman bir internet sitesinden alınmıştır. Burada da geçtiği gibi bizim köylüler bu köyün sorunları için İç İşleri Bakanı, Başbakan’a ve Milli Güvenlik Kurulu’na kadar dilekçeler vermişler. Çeşitli müracaatlar yapmışlar. Ama bugüne kadar maalesef somut bir şey elde edememişler. —Birçok resmi başvurular yapıldı yani. Evet. Bunu üzülerek belirtiyorum fakat o başvurular para etmiyor. Sonuçta bizim köyün arazisinde korucular vurulmuş. O korucuların vurulması bizim köyün aleyhine işliyor. Öyle bir ön yargı gelişmiş. Vatandaş kendisinin masum ve suçsuz olduğunu kanıtlayamıyor. Kimse bu köyün masum olduğuna inanmadı. İnanmak istemedi. Mesela kardeşime yapılan haksızlığın üstüne gittiğimde… —Kardeşinize ne yapılmıştı? Köye dönüş izninden sonra kardeşim köye yerleşmişti. Köylü malum çiftçi… —İkinci dönüşten sonra mı? Evet. Tabi. Zaten şu anda da o köyün arazisi ve su kaynakları sürekli bu köyün hayvanlarının işgali altındadır. En ufak bir itirazda ise hemen kavga çıkarıyorlar. Köylülerimizi dövmeye kalkışıyorlar. Kardeşim, 2006 yılında tarlasını sürerken korucuları yaşlı bir kadını koyun sürüsünü kardeşimin yeni tohum attığı tarlasına salıyor. Hayvanlar tohumu yemeye başlıyorlar. Kardeşim, sürüyü tarlasından çıkarmaya çalışıyor. Bu durum kadının zoruna gidiyor. Eve gidip korucu olan eşi ve çocuklarına olayı anlatıyor. Bunun üzerine bunlar silahlarını alarak köyümüzün içinde kardeşimi aramaya çıkıyorlar. Tuhaf olan bu adamların kardeşimi tanımamaları. Çünkü birbirlerini tanısalardı denilebilinirdi ki bunların birbirlerine karşı eskiden devam eden bir kin veya garezleri vardır. Hâlbuki böyle bir şey yok ortada. Çocuğu buluyorlar. İyice dövüp hırpalıyorlar. Silah kullanmamışlardı. Sopalarla darp etmişlerdi. Ancak ardından bir yere şikâyette bulunmaması için silahla tehdit ediyorlar. Bacım beni aradı. Abimin durumu böyle diye. Ak Parti Diyarbakır il başkanlığı’ndan ricada bulundum. O vakit onların muhasebelerini tutuyordum. O zamanki İl başkanı Abdurrahman Kurt Bey, sağolsunlar samimi bir şekilde bu meselenin üzerine gitti. Araya milletvekilleri girdiler. Hem bir Ambulans gönderin hem de güvenlik güçlerini oraya gönderin, güvenliği sağlasınlar, olay büyümesin, diye. Ama buna rağmen bu korucu vatandaşlar çevredeki nüfuzlarını kullanarak yalan beyanla bunun önünü kestiler. Kardeşimi bir Anbulastan bile mahrum bıraktılar. Allahtan ölümcül bir darbesi yoktu. Yoksa yaşamını yitirebilirdi. Böyle bir hadisenin yaşanmadığını, bizim köyün PKK’ sempatizanı olduğunu bu yüzden kendilerine iftira attığımızı belirterek beni müfteri duruma düşürmeye çalıştılar. Üstelik bunu Mazıdağı Ak Parti İlçe Başkanlığını kullanarak yapmaya çalışıyorlar. Kardeşimin durumunun vahametini yetkililere kabul ettirene kadar feleğim şaştı. En son Kadir Balpınar (Bahse konu korucu köyü) ile Köyümüzün Muhtarlarının yardımlarıyla kardeşimi Mazıdağı devlet hastanesine ulaştırtabildim. Çünkü ben Diyarbakır’da yaşıyorum. Kardeşime Mazıdağı Devlet Hastanesinde yetişebildim. Acil müdahale ve sevk işlemlerinden sonra hastane başhekiminden adli şikâyetimizi karakola bildirmelerini rica ettim. Başhekim Jandarma Karakolunu aradı. Karakol, şu anda müsait olmadıklarını, şikâyetimizi kendilerine yarın bildirmemizi söylediler. Bunun üzerine herhangi bir ifade alınmadan Diyarbakır’a doğru yola çıktık. Devlet Hastanesinde gerekli tahlil ve tetkikleri yaptık. Allah’a şükür kardeşimin ciddi bir sorunu yoktu. Yalnız Doktorlar, hastanın sağ kol omurgasında bir çatlak olabilir, film çekip ona göre teşhis koyacağız ve hasta ağır bir travma geçirmiş. Psikolojisinin normale dönmesi için bu gece müşahede altında tutacağız diye belirttiler. Hastane polisine durumumuzu belirttim. Gelin ifade alın dedim. Polis, olay bizim bölgemizin dışında gerçekleşmiş, bu yüzden ifade alamayız dedi. Hastane Başhekimi’ne çıktım. Kardeşimin raporunu verin, dava açacağım dedim. Başhekim, ancak savcılığın talebi üzerine ve savcıya verilmek üzere bir rapor verebileceğini söyledi. Bütün bunları alt alta koyduğumda bende şöyle bir kanaat oluştu: Bu suçu işleyenler korucu. Ve büyük bir ihtimal ile derin devlet onları koruyor. Başvuruda bulunduğum yerlerdeki yetkililere talimat vererek onların elini kolunu bağlayarak olayı örtbas etmeye çalışıyor. Çocuğun hukukunu hasıraltı edecekler. Yediği dayak yanında kar kalacak. Böylece olay kapanmış olacak. Benim bildiğim bu ülkenin batı yakasında iki çocuk birbirine taş atsa veya iki kadın mahalle ağzıyla birbirlerine kötü bir söz söyleseler ve bu durum karakola intikal etse, karakol olaya karışan herkesi içeri atar. Bizim olayda silahlı üç adam gündüz gözüyle resmen köy basıyor. Bir insanı kendi köyünde, kendi evinde çoluk çocuğunun gözleri önünde öldüresiye dövüyorlar. Köylü, köy muhtarı Jandarmayı arıyor. Jandarma olay yerine gelmiyor. Mağdur hastaneye yetişiyor. Orda tekrar jandarma aranıyor gelin ifade alın, diye. Suça karışanları yakalamayı bırakın, hastanın ifadesini almaya bile kimse gelmiyor. Bu aleni ama tanımsız haksızlığı bir türlü hazmedemedim. Kan dökmeye, kavga-dövüşe temelden karşıyım. Bıkmışız artık bu ilkelliklerden. Bunun yerine yapılacak en mantıklı şey güçlü bir protesto ile bunu kamuoyuna duyurmak. Böylece belki herkes kendine bir çeki düzen verir. Üzerlerine düşen vazifeyi adam gibi yerine getirirler. Temel amacım ve kalkış noktam bu idi. Tek başıma küçük çaplı bir organizasyon yaptım. Bunun için Diyarbakır’daki yerel ve ulusal basını, bu eyleme tanıklık edip sesimizi duyurmaları için Mazıdağı’na davet ettim. Bizi taşımak için bir minibüs ayarladım. Basın bildirimizi, sloganlarımızı, dövizlerimizi hazırladım. Temel hedefim şu: Biz sesimizi barışçıl bir şekilde kamuoyuna duyuracağız. Kimse ile bir kavga dövüşümüz olmayacak. Birileri bize sataşmaya çalışsa bile oyuna gelmeyeceğiz. Basın açıklamamızı yapıp geri döneceğiz. Bunu yaparken de hiçbir siyasi parti veya illegal örgütten destek istemeyeceğiz. Almayacağız. Çünkü aldığımız takdirde bu temiz insani duruşumuza ve haklı isyanımıza birilerinin gölgesi düşmüş olacak. Onun için buna kesinkes izin vermedim. Bu arada ben daha Diyarbakır’dayım, bu işin hazırlığını yapma uğraşı içinde iken ilginç bir gelişme oldu. DİHA’ dan aynı zaman da Roj TV’ye de haber geçen bayan bir muhabir beni aradı. “Sedat Bey bize gelen habere göre jandarmalar kardeşinizi taramışlar. Zamanınız varsa sizinle bir röportaj yapmak istiyoruz.” Ben: “Hanım Efendi, size gelen haber yanlıştır. Olayın adını doğru koyalım. Kardeşim askerle herhangi bir sorun yaşamamış. Bulunduğu yerde ne asker ne de polis var. Kardeşimi Korucular dövmüşler. Korucular hakkında ne yazıyorsanız yazarsınız. Bunun için özel bir röportaja gerek yok” diyerek teklifini reddettim. Gerekli hazırlıklarımız tamam. İlçe Kaymakamından randevu almışım. Onunla görüştükten sonra açıklamamızı yapacaktık. Ancak Kaymakam toplantıda. Toplantının bitmesini bekliyorum. Bu arada Korucular geliş amacımızı öğrenmişler. Bu yüzden onlar da ilçeye gelmişler. Ayrı ayrı kahvelerde oturuyoruz. Bu arada DPT’li birkaç vatandaş Belediyeye gelmemizi ve Belediye başkanının da bize katılacağını önerdi. Ben teşekkür ederek olmaz, siyasetçileri bu işe bulaştırmak istemediğimi belirttim. Ortalık sakindi ama gergin bir hava hâkimdi. Bu durum basın mensuplarını tedirgin etti. Basın mensupları, daha fazla beklersek kötü olaylar çıkabilir. Onun için bir an önce açıklamamızı yapalım gidelim, dediler. Zaten sadece bir basın açıklaması yapılacak. Bu da suç falan değildir. Bütün bu badirelerden sonra-ortalama 70–80 kişi ile ki, bunların çoğunluğu akrabalarımızdı-açıklamamızı yapmaya başladık. Etrafımızı meraklılar sardı. Polis de bizi çembere aldı. Açıklamamızı yapıyoruz. Bu açıklamaya sebep olan suçu işleyen köyün korucularından iki-üç kişi, onca kameranın önünde bize müdahale etmeye yeltendiler. “Ayıptır. Biz aşiret mensubuyuz. Bize iftira atıyorsunuz. Siz kendi kendinize köyünüzü terk ettiniz. Biz kimi dövmüşüz…” “Siz köye gelirsiniz. Orada başınızı ezeriz…”şeklinde tehditler savurdular. Amaç provokasyon. Ben bizimkileri oyuna gelmemeleri konusunda uyararak sesimi de yükselterek onların sesinden daha gür bir ses ile gürültülerini bastırdım. Ancak bu şekilde açıklamamızı bitirebildik. Çevreden gelen güçlü bir alkışla eylemimize son noktayı koyduk. Böylece amacımıza ulaşmış olduk. Herkese- bize desteğe gelen, gelmeyen köylülerimize de-teşekkür ederek, dağılmalarını istedim. Açıklama biter bitmez polis beni ve kardeşimi emniyete çağırdı. Hükümet konağına girdik. Emniyete ayrılan bölümde bir masaya oturduk. Hiç kimseyi tanımıyorum. Polisler arı kovanı gibi gidip geliyorlar. Karakol bizi DTP’li, dolayısıyla PKK sempatizanı sanıyor. İlk algı o şekildi. —Hak talebi de o şekilde mi algılanıyor? —Evet evet. Kesinlikle öyle. Polislerin bakış açılarından bunu okuyabiliyorum. Yanıma iki sivil polis oturarak bu eylemin sebebini, amacını, destekleyicilerini sordu. Özellikle yazdığımız sloganları, dövizleri sordular. Bu işin bütün sorumluğunu kendim üstlendim. Ki doğrusu da bu idi zaten. İkimizin de GBT’ sini araştırıdılar. Sicillerimiz temiz çıktı. Ama yaptığımız bu iş herkesi şaşırtmış. Herkesin üzerinde ters köşeden atılan bir golün şaşkınlığı vardı. Sonra siyasi kimliğimi onlar deklere ettiler. Bu onları daha da şaşırttı. Yaptığım iş hiç hoşlarına gitmedi. Ama gerek bana gerekse kardeşime yönelik hiç bir terslikleri olmadı. Çay ikram ettiler.Ben orada sadece oturdum.Kardeşim ise savcılığa şikayetini yaptı.Kırk dakika falan oturduk.Sonra bize gidebilirsiniz dediler... Herkes bu memlekette yaşanan saçmalık ve haksızlıklara hayıflanıp duruyor.Kimisi de dalgasını geçiyor.Yanımızdan gelen geçenlerin geçmiş olsun dilekleriyle dışarı çıkıyoruz. Biz daha orada iken Jandarma olaya karışanları çağırıyor. Bize anlatılanlara göre jandarma onları epeyce dövüyor. Ama gerçeği nasıl olmuş, doğrusu onu tam olarak bilemiyoruz. Açıklamadan hemen sonra, biz daha orada iken Polis, DTP İlçe binasını basıyor. Çevrede anlatılan rivayetlere göre o esnada içeriye Apo posterleri atılıyor. Bunun üzerine aynı zamanda akrabamız olan DTP İlçe Başkanı tutuklanıyor. O arada Jandarma Komando Tabur Komutanı’nın özellikle benimle görüşmek istediğini söylediler. Şikâyet dilekçesi ile onun yanına giderken ayakta karşılaşıyoruz. İmalı sözlerle birbirimizi iğneliyoruz. Ama bana sıradan bir insan muamelesi yapmadı. İmalı bir şekilde benim kim olduğumu sordu. Dün akşamdan beri bu olay yüzünden üstlerine ifade verdiğini, Genel Kurmay’dan bile kendisinin arandığını belirtti. Ne yapmaya çalıştığımı sordu. Kendilerine gerekli açıklamaları yapıyorum. Bu sefer iyi niyetimle birilerinin oyununa geldiğimi, akşamleyin Roj TV’de çıkarak meşhur olacağımı, bu hareketimle ilçenin imajını bozduğumu söyledi. Üstelik bir de Ak Parti’ye yakınmışım. Bunları bana yakıştıramadığını belirtti. Gelip bir çayımı içseydin olayı başka türlü halledeceğini ve korucuların bazılarının olumsuz dosyalarının epey kabardığını, böyle yapmakla onlara karşı elini zayıflattığımı ve böylece onların lehine bir iş yapmış olduğumu söyledi. Bu arada karşılıklı konuşuyoruz. Ben, sadece onuruna düşkün sıradan bir vatandaş olduğumu, köyün kısa mazisini, kardeşime yapılan bu haksız saldırının gerçek sebebini ve o köye karşı yapılan sayısız hukuk ihlalini, saldırıları anlattım. Bu olayda temel niyetimin kardeşime yapılanları kınamak ve buna benzer hadiselerin bir daha yaşanmaması için kamuoyu ve yetkililerin dikkatini buraya çekmek olduğunu. Kendimi kullandırtmamak için, kimsenin bu olayı istismar etmemeleri için bütün gayretimi sarf ettiğimi. Meşhur olmaya ise ihtiyacımın olmadığını, şayet böyle bir niyetim varsa da, bunun için Roj TV’yi seçmenin pek mantıklı bir yol olmadığını. RojTv Muhabirinin röportaj teklifini geri çevirdiğimi, asker-polis ile dolayısıyla bu anlamda devlet ile bir problemimizin olmadığını, isyanımızın bu çağda yapılan hukuk dışı, insanlık dışı yöntemlere karşı olduğunu aktardım. Bunun devletten güç alarak yapılmasını bizi daha fazla üzdüğünü vurguladım. Bu olayda bu hale düşürülen sizin kardeşiniz olsaydı siz ne yapardınız diye bir soru sordum kendisine. O da hakkını arayacağını ancak yöntemimin yanlış olduğunu söyledi. Ben de yanlış olmadığını iddia ettim. En sonunda böyle yapmasaydın, onların silahlarını ellerinden almak için elimi güçlendirmiş olurdun… Şeklinde bir sitemi oldu. Yarım saatten fazla ayaküstü bir sohbet gerçekleştirmiş olduk. Askerlerin o bildik bazı yakınma ve nasihatlerinden sonra el sıkışarak oradan ayrılıyoruz. Çarşıya geldiğimizde korucuların gönderdikleri barış elçileri aramızda mekik dokumaya başladılar. İlçedeki hatırı sayılır insanları devreye soktular. Bizi aynı masa etrafında bir araya getirdiler. Suç işleyen korucuların yakınları özür üstüne özür diliyorlar. Bir yanlış anlaşılma olduğunu, bizim aile ile hiçbir problemlerinin olmadığını belirtiyorlar. İşin kötü tarafı ben hiç birini doğru dürüst tanımıyorum. Bu yüzden konuştukları doğru mu, eğri mi, onu da çözemiyorum. Onlar yeminlerle bu tarz bir şeyin bir daha olmayacağını beyan ediyorlar. Biz ise vali-kaymakam ve Tabur Komutanının bulunacağı bir toplantı ile bu köye sağlıklı bir güvence verilirse davamızdan vazgeçebileceğimizi belirttik. Ama bu aşamada hiçbir şey yapmayacağımızı vurguladık. Çünkü iş savcılığa intikal etmiş. Mahkeme neyi takdir ederse ona saygılı olduğumuzu vurguluyoruz. Böylesi geçici bir sonuç ile ilçeden ayrılıp Diyarbakır’a geliyoruz. Sonraları ne oldu? Bizden sonra yüzbaşı köyümüze gidiyor. Anneme geçmiş olsun dileklerini iletiyor. Siz bizim korumamız altındasınız. Size hiç kimse bir şey yapamaz, diyor. Doğrudur o gün bu gündür bizimkilere kimse bir şey yapmadı. Ancak bu her şeyin güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyor. Sonraları bizim o DTP’li akraba bir aydan fazla hapis yattı. Ardından salıverildi. Bizim olaya Mardin valisi el koydu. Korucular da kardeşimi, yaşlı kadına karşı yüz kızartıcı davranışta bulunmakla suçladılar. Ki, bunun savunmaya yönelik pis bir iftira olduğunu herkes biliyordu zaten. İş son aşamaya geldi. —Bir sonuç alabildiniz mi? Sonuç şu. Doğrusu biz şundan korktuk. İşlemediğimiz bir suçun ve günahın cezasını çekmekten. Savcılık işi mahkemeye aktaracak. Mahkeme büyük bir ihtimal ile üçünü de cezalandıracaktı. Dolayısıyla silahları ellerinden alınmış olacaktı. Fakat bu durum, bizimle onlar arasında bir kan davasının başlangıcına dönüşmüş olacaktı. Bunun hesabını kitabını yaptık. Baktık ki bu bizim için ağır bir yük oluyor, altından kalkamayız. Çünkü geçmişte birileri onlara pusu kurmuş beş adamları ölmüş, dördü de yaralanmıştı. Her ne kadar PKK bunu yapmış deniliyorsa da doğrusu bu gün bile bu olayın faillerini biz bilmiyoruz. Belki kendileri biliyorlardır. Dolayısıyla bu işi inada bindirirsek, kendimizi yeni bir bela ile yüz yüze bırakmış oluruz diye davayı kapatacağımızı söyledik. Çünkü biz kabile olarak,küçüklüğümden bu yana,iki kan davası yaşamışız.. Üçüncüsünü yaşamaya hiç hazır değiliz. Kaldıramazdık. Üstelik hiç alakamızın olmadığı çok çetrefilli bir kaosun içine çekilmiş olurduk. Bu yüzden biz bu inadı daha fazla sürdüremeyiz diyerek konuyu kapattık. Biz ilgililere, şifahi olarak bizim olayımızdan dolayı herhangi bir işlem yapılmasın. Devlet onlar hakkında, başka bir sebepten dolayı istediği tasarrufu yapabilir, mesajını ilettik.. Dileğimiz odur ki bir daha böyle şeyler yaşamayalım. Hiç kimse yaşamasın. O köy, o ilçe, bu bölge, bu ülke, bu dünyanın her yanı insanın onuruyla yaşayabileceği bir yer haline gelsin. Herkesin hesaba katacağı tek güç sadece Allah korkusu olsun. Herkes hak ve adalet esenliğinde yaşamanın güzelliğini tadsın ve paylaşsın. — Hatırladığınız başka bir ayrımcılık var mı? Yani mesela buradan bölgeden giderken, Osmaniye’ye gittiniz her halde. Orada insanların size bakış açısını siz nasıl hissettiniz? Ne hissettiniz? Benim hissettiğim şu: Bir vatandaş buradan batıya göç ettiği zaman orada bir Getto’nun içine düşüyor. Bu getto da ağırlık… —Bir şey sorabilir miyim? Batıdan kastınız Adana mı yoksa Türkiye’nin genelinde bu tavır mevcut mu? Ben genelleme yapıyorum. Benim gördüğüm sadece Adana değildir. Çünkü ben İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Mersin’de, en son Çanakkale’de yaşadım. Şu anda da Diyarbakır’da yaşamımı sürdürüyorum. Yani benim izlenimlerim. Hissim diyeyim buna artık. Buradan toplu halde göç eden vatandaş önce orada kendine yakın herhangi bir Getto’dan bir yer ayırıyor. Ondan sonra göçüyor. —Getto’dan kastınız Kürt Mahallesi mi? Evet. Kürt mahallesidir. Başka yerlere yerleşmeye gözü kesmiyor. Buna ne ekonomik durumu ne de kültürel yapısı el veriyor. —Ev bulma noktasında bir sorun mu var? Evet. Kürt bir vatandaş başka bir mahalleye gittiğinde o mahalledeki ev sahibi, bakkalı, kasabı, manavı bir polis edasıyla bu bölgede işlenen bütün terör ve diğer adi suçların hemen hepsini kendisinden soruyor. Ve bunu da Kürtlüğüne mal ediyor. Bu da onu psikolojik olarak rahatsız ediyor, korkutuyor. Bu tarz sorulara muhatap olmak istemiyor. Bu yüzden Kürt bir vatandaşın birinci tercihi Kürt Mahallesi olmuş oluyor. Hatta bir Kürt vatandaş bu bölgeden göçmeye niyetlendiği zaman önce yerleşeceği şehirdeki akrabasının yardımıyla evini buluyor, ondan sonra oraya göç etmeye karar veriyor. Yoksa ev bulması zorlaşıyor. Bu tespitim daha çok ekonomik ve kültürel seviyeleri zayıf olan Kürt vatandaşlarımız için geçerlidir. Hali vakti yerinde ve belli bir kültürel seviyeyi yakalamış Kürt vatandaşların bu tarz bir sıkıntıyla karşılaştıklarına tanık olmadım. —Ev dışında ayrımcılığı çağrıştıran başka bir şeyle karşılaştınız mı? Size anlatılan bir şey var mı? Şimdi ben orada şunu gördüm. Mesela bizim mahallede ben kırtasiyecilik yapıyordum. 2001-2002’de şartlı nakit eğitim yardımı falan çıkmıştı. Bizim mahallenin dörtte üçü Kürt’tü. Ve çoğunluk fakirdiler. Gerçekten de fakirdiler. Çoğunluğu yeşil karta muhtaçtılar. Biz oradan göçtükten sonra orada yaşayanların çoğunun yeşil kartlarının iptal olduğu bilgisini aldım. Tek neden mahalle muhtarının siyasi görüşünün farklı oluşu. Bizim Kürt insanı çoğunlukla ya dindar partileri destekler, ya da sol diye tanımlanan Kürt partilerini. Muhtar her iki anlayıştan da olmayınca olan vatandaşın yeşil kartına olmuş oluyor. — Bir şey soracağım. Yanlış anlamadım, değil mi? Etnik yapısı yüzde doksan beş farklı olan bir mahalle kendisinden olmayan birini mahalle muhtarı olarak mı seçiyor? Evet, aynen öyle. Bunun da sebepleri var.Çok farklı sebepleri var..Ben bir kaçını söyleyeyim. Bu bölgedeki kabilecilik anlayışı kendini göç edilen yerde de yaşattırıyor. Bireyin iradesi birebir sandığa yansımıyor. Bu irade bazen çok ciddi tehditlere maruz kalıyor. Yoksulluk ve eğitimsizlik bu iradenin önünü kesiyor. Devletin yanlış politikaları ve İllegal örgütlerin baskısı bu iradenin önünü kesiyor. Kürt bir vatandaşın iradesi çok rahatlıkla manipüle edilebiliyor. Mesela bahse konu o muhtar seçilirken ben oradaydım. Kürtlerin içinden aynı kabileden iki üç aday çıkmıştı. Bir de onlara karşı ayrı bir aday. Mahalleli aday sayısını teke indirgemek için haberim bile olmadan kendi aralarında alternatif bir aday olarak beni önermişler. Söz konusu kabilenin ileri gelenleri, biz üç yüz adamız, bir yetim mi bizim muhtarımız olacak? Şeklinde tam yeşilçamlık bir komediyi sergilemişlerdi. Oysa ben aday bile olmadım. Ve olmayacaktım da. Sonuç, Kürtlerin hiç bir siyasi anlayışını onaylamayan, Kürt dahi olmayan bir adamın Kürt mahallesine muhtar olarak seçilmesini getirdi. Buradan şunu çıkarıyoruz..Kürtler Paris’in göbeğinde bile yaşasalar bireysel iradelerini özgürce yaşayamıyorlar, bireysel farklılıklarını ortaya koyamıyorlar. —Bireysel olarak değil toplumsal davranılıyor. —Ben buna toplumsallık diyemem. Çünkü toplumsallık bir yönü ile gelişmeyi ve sosyalleşmeyi ifade ediyor. Bu da bireyselliği beraberinde getiriyor. Biz buna gelişmeyi, sosyalleşmeyi tıkayan feodal kült diyelim. Daha ilginç bir şey söyleyeyim. Bu zihniyetteki insanlarımızın çoğu mağrur bir edayla kendilerini Devrimci-Yurtsever-sol veya sosyalist olarak tanımlayıp kendileri gibi düşünmeyen, kendilerinin her yaptığını onaylamayan gettonun diğer sakinlerini “Hain, gerici, hatta şerefsiz Kürt …” şeklinde aşağılayıcı, dışlayıcı rijit bir dil ile niteleyip onlara üstten bakabiliyorlar. Ağır bir mahalle baskısıyla onların iradelerini esir alabiliyorlar. Bu gücü de illegal örgütlerden ve devletin yanlış politikalarından alıyorlar. Gettonun içinde bir çeşit neo sosyal faşizmi yaşatıyorlar. —Bu gerçekten de çok ilginç. Maalesef öyle. — Uğradığınız ayrımcılığa karşı yasal yollara başvurdunuz mu genel olarak? Ya da bu tür başvurunun adaletle sorunun çözüleceği, ayrımcılığı yapanların cezalandırılacağını düşünüyor musunuz? Yani mesela köyünüzün boşaltılmasına sebep olanlarla ilgili bir sürü başvuru olmuş, bu başvurular üzerine sorumlular, failler yakalandı mı? Bunu yapanlar herhangi bir ceza aldılar mı? Alacaklarına inanıyor musunuz? Yani şimdi bizim arazi davasıyla ilgili bir terör başvurumuz vardı. —Evet. Köy tazminatları. Malumunuz o başvuruyu 3–4 yıl önce babam yapmıştı. O rahmetlik oldu. Bana devir oldu. Ben daha yaşıyorum ama dava daha sonuçlanmadı. Yani somut yaşanan bir vakıa. Ben adım gibi şahidim. O köyden belki… —Mesela failleri yakalandı mı bu taramaların? —Hayır. Mesela fakülteye kaldırılan o akrabamızın failleri hala bulunmadı. Karanlıkta kaldı gitti. Benim kardeşimin olayında fail zaten belliydi. Yakalanmadı. Sonuçta gidip yargı yoluyla belki sonuç alabilirdik ama sonrasında başımıza neler geleceğini ve kimsenin bize sahip çıkamayacağını bildiğimiz için vazgeçmek zorunda kaldık. Vatandaş yargıdan olumlu bir sonuç alacağına inanmıyor. Benim kanaatim bu. Bunun somut bazı sebepleri var. Sıkıntılar var. İnandıkları vakitte ise bu sefer hukuk işlemiyor. Hukukun işleyemeyişinin sebebi şu: Düşünün gündüz gözüyle sen gidiyorsun bir vatandaşı köyünün içerisinde öldüresiye darp ediyorsun. Bin bir çeşit hakaret ediyorsun. Devletin silahıyla devletin vatandaşının hukukunu çiğniyorsun. Sonunda iş yargıya intikal ediyor. Yargı tamam. Senin lehine karar alacağım diyor ama bu kararın sonrasında başına gelecekler için sana herhangi bir güvence veremiyor. Yani ben kesin konuşuyorum. Kardeşimin bu olayında eğer bizim lehimize bir karar çıkıp silahları alınsaydı. Bırakın onların hapse atılmalarını belki bizler hayatta kalamazdık diye düşünüyorum. Kesin başımıza açık ya da gizli bir iş gelirdi. Çünkü geçmişte bunların dört adamı vurulmuştu. Bunlar yaptıkları bu son haksızlığı bir yana bırakıp geçmişte kalan intikamlarının peşine düşerlerdi. İşin böyle karambol bir yanı vardı. Kaldı ki o olayda en ufak bir rolümüz de yoktu. Ama bunu kimseye anlatamazdık. Bu yüzden vazgeçmek zorunda kaldık. —Uğranılan ayrımcılığın sivil bireylerden mi yoksa daha çok devlet politikasından mı kaynaklandığını düşünüyorsunuz? Yasalardan kaynaklı bir ayrımcılık olduğunu düşünüyor musunuz? Bir de size göre hangi kurumlar bu ayrımcılığın oluşmasına sebep oluyor. -Şimdi ben bireyin dünyasını devlet erkinin şekillendirdiğine inanıyorum.Yani ben, durup dururken Türkçe konuşan,arapça,İngilizce konuşan bir insana niye düşman olayım ki?Düşman olunacak bir sebep bulamıyorum.Ha ortada bir şey varsa bu demektir ki birileri bunun üzerinden bir politika yapıyor..Bir kamplaşmaya yol açıyor. İnsanları ötekileştirerek birbirlerine karşı kışkırtıyor ki vatandaş birbirinden nefret etmeye başlıyor. Şayet devlet toplum yaşamını sağlam bir hukuk üzerinden rayına oturtup herkese eşit ve adil bir gözle bakmayı becerebilseydi, vatandaşların çoğunluğu deli değiller herhalde, birbirlerinden bu kadar nefret etmezlerdi diye düşünüyorum. Ben temel sıkıntının devlette yani hukukta olduğuna inanıyorum. Devletin yaptığı hukukun dengeli ve sağlam oturmadığına inanıyorum. —Devletin eşit davranması, adil davranması… —Noktasında şüpheliyimdir. —Sizce ayrımcılığın engellenmesi ya da azaltılması için neler yapılmalı? 1-Suç işleyen kişinin etiketi ne olursa olsun, kişi işlediği suçun cezasını çekerse bu işin önü kesilir diye düşünüyorum. 2-İşin hukuki alt yapısı güzel bir şekilde düzenlenirse bunu engeller. 3-Eğitim. Eğitimle çok şeyi çözebileceğimize inanıyorum. 4-Empati. Empatinin burada çok önemli olduğuna inanıyorum. Yani ben şöyle bir-iki örnek vereyim: 1-) Bir vatandaş dini bir talepte bulunursa bir takım ön yargılar sonucu bunun adı doğuda Hizbullahçılık oluyor. Batıda ise laiklik karşıtı, gericilik veya mürtecilik oluyor. Hâlbuki şöyle düşünürsek dini bir talebi olan her vatandaş Hizbullahçı değildir. Laiklik karşıtı, gerici veya yobaz falan değildir. İnancını yaşaması onun en doğal hakkıdır. Tıpkı bazı şeyleri kendimiz için hak olarak gördüğümüz gibi olaya bakabilirsek olayın büyük bir kısmını çözmüşüz demektir. Çünkü o da en az bizim kadar bu devletin vatandaşıdır ve sahip olmasını istediğimiz bazı haklara sahiptir. 2-) Allah beni Kürt olarak yaratmış. Bu benim tercihim olmadığı gibi bunu geri de çeviremem. Benim Kürtlüğümden kaynaklı bir hakkımı, bir talebimi meşru bir çerçevede dile getirmem PKK’lı olduğum anlamına gelmez. PKK’nın ortaya çıkardığı legal-illegal projelerini onayladığım anlamına gelmez. Ben PKK’lı falan değilim. Ama haydi diyelim ki ben PKK’ya sempatisi olan bir kürdüm. Görüşlerini paylaşıyorum. Ama şu ana kadar bir sinek bile incitmemişim. Buna gücüm yettiği halde incitmemişim. Kimseye bir kötülüğüm dokunmamış. Dünyaya nizam vermeye kalkışan akl-ı evvellerimiz benim için ne düşünüyorlar acaba? Yaratılmış bir insan olarak bazı doğal haklarım yok mu benim? Linç kültürü ve saldırganlık ahlak(sızlığ)ı bu ülkenin hayrına olan bir şey ortaya koyabilir mi? Bunu başka bir açıdan ele alarak aynı şeyi ülkücü bir Türk için, bir İslamcı, bir Kemalist için de düşünebiliriz. Sonuç olarak kendimiz için bir hak olarak algıladığımız bazı talepleri ötekisi için de isteme erdemliliğini yakalayabilirsek birçok sorunumuzu kendiliğinden çözmüş oluruz. Çünkü bu talepler kişinin doğasından gelen taleplerdir. Kişinin olmazsa olmazlarıdır. Bunu böyle algılarsak ayrımcılığın ortadan kalkmasına yardımcı olacağımıza inanıyorum. Olaylara bakış açımızda bir algı farkı veya problemi var diye düşünüyorum. — Manipüle mi ediliyor? —Evet. Ben öyle görüyorum. — Bu sadece devlet tarafından mı manipüle ediliyor? Karşılıklı bir manipülasyon var. Vatandaşı aşan karşılıklı bir manipülasyon var. — Bireyi aşan mı yoksa toplumsal dinamikleri aşan bir manipülasyon mu? Hem bireyi hem de toplumsal dinamikleri aşan bir durum var ortada. Yani birileri, bu birilerinin kim olduklarını tam olarak bilemiyorum. Bu ülkede bir Kürt-Türk Kavgasının çıkmasını istiyor. Birileri de kısır bir ön yargıyla Kürtleri toptan ret ediyor, yok sayıyor. Veya herhangi hakka bile layık olmayan basit yaratıklar olarak algılıyor. İşte bu iki ön yargı çatışıyor. Ve bu çatışmada ne hikmetse en çok üçüncü şahıslar zarar görüyor. Mağdur duruma düşüyor. Yani toplumun alt kesimi bu çatışmanın ceremesini çekiyor. Otuz yıldır devam eden bu çatışmalarda batıda yaşayan hatırı sayılır bir para babasının veya büyük bir nüfuz sahibi bir kişinin çocuğunun cenazesinin buradan kendisine gönderildiğini pek duymadık. (Bu arada şunu vurgulayalım, yanlış anlaşılmasın, bırakın bir insan cenazesinin bir serçenin dahi cenazesinin buradan gönderilmesine gönlümüz elvermez.) Yine doğu, güney doğuda taş üstünde taş kalmadı. 3–4 bin köy boşaldı. 4–5 milyon insan, daha doğrusu fakir fukara yer değiştirmek zorunda kaldı. Bu küçük kıyamete rağmen 3–4 ağanın keyfi ya bozuldu ya da bozulmadı. Bu da gösteriyor ki bu kavganın ceremesini-ister Kürt olsun ister Türk olsun-en çok fakir fukara çekiyor. Bazı şeyleri tarif edemezsiniz. Ancak yaşarsınız. Bazen öyle şeyler yaşarsınız ki dile getiremezsiniz. Doğduğunuzun yeri bile söylemekten ürkersiniz. Bu sıkıntıyı ancak böyle özetleyebilirim. —Başka yaşadığınız ilginç bir şey var mı? Askerdeyken bazı ilginç şeyler yaşadım. Urfalı bir tertibimiz vardı. Evli ve iki çocuk babası. Bir kelime bile türkçe bilmiyordu. Talim öğretmeni, affedersiniz mal-öküz diye buna hakaret etti. Ben karşı çıktım. O dediğinde inatlaştı. Bunu üzerine iki paket sigaraya iddiaya girdik. Aynı dersi aramıza kürtçe-türkçe iyi bilen bir tercüman koyarak kürtçe vereceğimi söyledim. Çocuk anlamazsa sigarayı ben alırım. Dediklerimizi yaparsa o alacak. Sonuçta iddiayı ben kazandım. Urfalı arkadaşımızın “öküz “olmadığını kanıtlamış olduk. Ayrıca ben askerliğimi usta birliğinde orduevinde yaptım.Gündüz muhasebeye bakıyordum.Akşamları da Lokantanın Amerikan Barı ve Kasanın sorumluluğu bana verilmişti..Orduevinin müdürlüğünü psikolojik tedavi gören bir yüzbaşı yapıyordu.Makamına çıktım.İlahiyat kökenli ve namaz kılan bir insan olduğumu,dahası içki kokusunun psikolojimi bozduğunu,mümkünse beni başka yere vermelerini istedim..Aldığım cevap askerliktir,yapacaksın.Tanrıya dilekçeni yaz ,günahlarının altına imzayı atarım.Günahlarının kefili benim… Sonra onun yerine başka bir yüzbaşı geldi beni bölük odasına verdi. Böylece o kokudan kurtulmuş oldum. Bir de 12 Eylül sıralarında ortaokul öğrencisi idim. Çok samimi olduğum bir sınıf arkadaşım vardı. Babası karakol komutanıydı. Karakol, babamın çalıştığı fabrikanın işletme sahasındaydı. Dolayısıyla babam o komutanı çok iyi tanıyordu. Buna rağmen köyden silah toplamak için bir gece sabaha doğru tan vakti, 10–15 askerle tek gözlü evimize bir baskın düzenledi. Odada 7-8 kardeş yan yana yatıyorduk,boy boy..Askerler,çamurlu ayakkabılarıyla cumburlop içeriye daldılar. Yataklarımıza bastılar. Komutan anne ve babamı-özellikle babamı ciddi bir sorguya tabi tuttu. Anne-babam, toplam iki kelime bile türkçe bilmezler. Sorulan sorular ise türkçe. Bu durum karşısında biraz da tanışıklığın verdiği cesaretle bir şey söyleyebilir miyim diye söz istedim. Daha sözümü tamamlamadan sayın komutandan çok ağır bir Osmanlı tokatı yedim. 45 yaşındayım. O tokatın acısını hala yanağımda hissediyorum dersem bir abartı yapmış sayılmam diye düşünüyorum. Gayri ihtiyari bağırarak, Allahtan korkmuyor musun? Ben sadece aranızda tercüman olmak istemiştim… Sözü kısa keseyim. Bu tokat yüzünden en çok samimi olduğum o arkadaşımı adam akıllı dövmek zorunda kaldım. Çünkü komutanı dövemezdim. Ama sınıf ve aynı zamanda sıra arkadaşım olan oğlunu dövebilirdim. Bende çocuk aklıyla onu yaptım. Okul müdürü ikimizi çağırdı. Ben, arkadaşımı dışarı çıkarması kaydıyla, olayı en doğru haliyle kendisine izah ettim. Hadiseyi onun yanında anlatmaktan korktum. Çünkü babası duyarsa dönüp bu sefer babamı döver diye endişe ettim. Bu yüzden tek başıma müdürle konuştum. Müdür tebessümle “ yani eşeği dövemedin gidip semerini mi dövdün?” diye bana takıldı. Bir daha bu olmasın diye de ikimizi barıştırarak dışarı çıkardı. Çünkü okulun en çalışkan aynı zamanda en efendi iki öğrencisiydik. Tabi şuanda o arkadaşıma yaptığımdan pişmanlık duyuyorum. O yaptığımı bir çocukluk olarak değerlendirdiğimi söylememe gerek bile yok. Ama insan psikolojisi çok farklı bir şeydir. Bazı küçük ayrıntılar bile insanın bilinçaltında bir çeşit ateşleme fitili görevini görebilir. Güneydoğuda bugün yaşanan hadisenin alt yapısında buna benzer irili ufaklı anlatılmış veya anlatılmamış ironisi çok ağır milyonlarca öykü vardır diye düşünüyorum. Çünkü sosyal hadiseler sadece bir örnek veya bir sebep üzerinden büyüyerek dal, budak salmazlar. Kök tutup büyümezler. Kalıcı sonuçlara yol açmazlar. Dağlarda eriyen karın ürettiği su misali gözlerden ırak bir şekilde büyük göllere dönüşüp çok kalın bentleri yıkıp felaketlere yol açıyorlar, diye düşünüyorum. Çok teşekkür ediyoruz. Bize zaman ayırdınız. Tekrar geçmiş olsun. Hiç kimsenin bir daha böyle şeyler yaşamamasını umut ediyor ve diliyoruz. Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı? Asıl ben teşekkür ederim. Bana bu imkânı verdiğiniz için. Fazlasıyla zamanınızı aldım. Kusura bakmayın. Son olarak şunları dile getirmek istiyorum: Bir göç mağduru olarak, göç mağdurlarının şu sıkıntıları yaşadıklarını veya yaşayabileceklerini biraz da deneysel olarak gözlemlemiş oldum: —Türkçe bilmeyen insanlarımız için dil sorunu en ciddi sıkıntıdır. İnsanlar hiçbir yerde meramını doğru bir şekilde ifade edemez. Çevreleriyle düzgün bir diyalog kuramazlar. Küçük çocuklarınız anadillerini hiç konuşamaz. Aile içinde bile çok ciddi bir dil ve kuşak çatışması yaşarsınız. —Yabancılık duygusu —Gelenek, örf ve yaşam biçimlerinin çatışması. —Köy-Kent değer yargılarının çatışması. —Terör ve siyasi ön yargılar sonucu ortaya çıkan ötekileştirmeler. —Devlet kurumları ve yerleşik halkın empati yapamayışlarının ortaya çıkardığı sıkıntılar. —Köy kökenli insanların nitelikli bir işgücünden yoksun oluşları. Bunun doğurduğu fakirleşme. Mesleki deneyim ve iş tecrübesinden yoksunsanız ciddi bir ekonomik sıkıntı yaşarsınız. —Olumsuz yaşam koşullarının insan sağlığı ve aile huzuru üzerinde çok olumsuz etkiler yaptığını ve ilgili kurumların bu konular üzerinde verimli bir çalışma yaptıklarını maalesef göremedik. — Kolektivizmin ön plana çıkması. Bireylerin, sadece kendileri için bir anlam taşıyan, bireysel beceri ve lükslerinden aileleri uğruna vazgeçmeleri. — —Art niyetli bazı kişi veya grupların mağdurların mağduriyetlerini istismar etmeleri. —Bilinçli bir korunma öz gücünüz yoksa kendinize ait değerlerinizi koruyamazsınız. Özellikle yeni nesillerinizin ahlaki bir yozlaşma ve asimilasyona uğradığını görürsünüz. Çocuklarınız size ait ahlaki normları ve değer yargılarını önemsemez bir hale gelirler. —Toplumsal ötekileştirmelerin, Şehir yaşamının, görsel medyatik malzemelerin, özellikle televizyonun ürünü olan bohem bir yaşamın içselleşmesi sonucu şiddete meyyal bir neslinizin oluştuğunu görürsünüz. Bu çocuklar kendilerini tam olarak bir yere, bir şeye ait hissetmezler. Veya etseler bile bu sefer bunu abartılı bir üslupla bir çeşit şova dönüştürürler. Bu da toplumsal açıdan elimize iyiye dair bir görüntü vermez. —Toplumsal açıdan kendinizi bir getto veya varoşun içinde bulursunuz. O gettonun bütün özellikleri size de mal olur. Onaylamadığınız bazı ön yargıların ve kısır ideolojik kamplaşmaların bir tarafı haline gelmek zorunda kalırsınız. Bütün karşı çıkışlarınıza rağmen hiçbir kesime kendinizi tam olarak anlatamazsınız. En kötüsü bu kabullere yüksek sesle düşünerek karşı çıkamazsınız. Ya gettonun kurallarına uyarsınız. Ya da getto dışına atılarak tamamen savunmasız bir hale düşer kurda kuşa yem olursunuz. Güçleri yettiği taktirde seni rahat bırakmazlar. Bir şekilde, ısmarlama da olsa, senin için özel bir bela bulurlar. Bu uzun soluklu serüvende maddi olarak çok şey kaybettik. Maddi-manevi çok yıprandık. Ama yaşadığımız onca şeye rağmen aile birliğimizi ve ahlaki değerlerimizi koruyabilmiş olmayı kendimize kar sayıyoruz. Bu ülke sınırları içinde ve dışında hiç kimseye bir düşmanlık hissi beslemiyoruz. Tek dileğimiz ne bizim ne de bir başkasının bir daha böylesi serüvenler yaşamak zorunda kalmaması. Tek temennimiz bu ülkeyi yöneten siyasi aklın bu bölgedeki sorunun kaynağına inerek, insan fıtratına uygun bir çözüm üretmesidir. Özellikle bu konu yüzünden direkt veya dolaylı olarak mağdur olmuş insanların mevcut yaralarını insani bir zeminde sarmasıdır. Bizim trajedimiz başkalarının yaşadıklarının yanında belki çok hafif kalır. Çünkü bizden çok daha vahim şeyleri yaşayanlara tanıklık ettik bu serüvenimizde. Canlarını, mallarını hatta çok daha kıymetli şeylerini yitiren, hapis yatan, onurunu kurtarmak adına dağlara sığınmak zorunda kalan insanların dramlarını birebir dinledik. Acılarını paylaştık. Bazı şeylerden kendimize teselli payı çıkardık. Onun için devleti yöneten siyasi aklın bu sorunu bir an önce, kaynağına inerek insani bir ruhla çözmesi gerekiyor. Yoksa bizim gibi milyonlarca örneğin bir daha oluşması için zemin gayet müsaittir. Sorun çözülmezse bütün temennilerimiz boşa çıkacaktır. Zamanınızı fazla zorlayarak ve biraz da sizleri fuzuli bazı ayrıntılara boğarak başınızı ağrıttım. Çünkü çok doluyuz. Belki de böylece bir insan hakkı ihlalini ben işlemiş oldum. Onun için kusura bakmayın. Hakkınızı helal edin. —Estağfurullah biz teşekkür ediyoruz. Dileğimiz o ki bölgemizde, ülkemizde ve dünyamızda hiç kimse herhangi bir mağduriyete uğramasın. İnsanca yaşamanın tadına vararak hayattaki yerlerini alsınlar.
Posted on: Thu, 28 Nov 2013 20:26:20 +0000

Recently Viewed Topics




© 2015