Praksis Varlığı Olarak İnsan Tasarımı – İnsan Hakları - TopicsExpress



          

Praksis Varlığı Olarak İnsan Tasarımı – İnsan Hakları İçin Felsefi Bir Temel İnsan haklarının nihai temeli −belli tarihsel koşullara altında, gerçekleşmesi toplumsal var oluş ve gelişmenin zorunlu bir koşulu olan− her bireyin temel ihtiyaçları tarafından oluşturulur. Yasa, sadece, eğer belirli kurallar ve hukuki fiiller böyle evrensel ihtiyaçları dile getiriyorsa adildir, insancıldır ve evrensel olarak geçerlidir. Aksi takdirde, yalnızca kaba gücün bir ifadesi olacaktır. Hukuk, eğer pozitif hukuka, bir devletin yasalarında yazılı olana indirgenirse, o hukuk yönetici elitin belli çıkarlarının haklılaştırmasından başka bir şey olmaz. Böyle bir durumda hukuk, Platon’un Devlet’inde Thrasymachus’un savunduğu tarzda “en güçlünün çıkarına olan” anlamına gelecektir. O halde, hukukun son derece gayri adil olabileceği açıktır. Adil hukuk, devlet otoritesine dayandırılamaz. Hukuk, devletin kendisini de mümkün ve anlamlı kılan üst bir ilke üzerine temellenir. Bu daha yüksek ilke, pozitif hukukun felsefi eleştirisi bağlamında çeşitli tarzlarda yorumlandı: “Doğal hukuk”, “akıl yasası”, “akıl”, “özgürlük”, “dışsal, değişmez adalet”, “mutlak ahlaksal değerler”, “tarihin logosu” gibi. Bu yorumlar, hukuki pozitivizme bir meydan okuma, kendisini mevcut tiranca ve gaddar bir düzenin hukuki savunusuyla bağdaştıramayan eleştirel düşüncenin bir ifadesi olarak anlam kazanmıştır. Ne var ki, böyle yorumların temel sınırı onların tarihsel olmayışı hatta tarihsel karşıtı olmalarıdır. Bütün bir hukukun dayandığı ilke, iddiaya göre her makul toplum için aşkın bir tarzda savunulmalıdır, sub specie aeternitatis. Daha sonra bu ilkeyi, insan haklarının bireyin insan türüne ait olduğu temel olgusu tarafından belirleniyor olması izler ki, bu haklar nihai formülasyonuna onsekizinci yüzyıl burjuva devrimlerinde zaten kavuşmuştur. Bundan sonraki bütün bir tarihsel süreç sadece bu hakların uygulanması için ekonomik ve siyasal koşulları dönüştürmelidir. Bu yaklaşımın statik, tarih-dışı doğası onu burjuva toplumunun muhafazakâr güçleri için kabul edilebilir kıldı. Ne var ki, insan türünün salt verili olmadığı bir olgudur. İnsan sürekli bir kendi kendini belirleme ve kendi kendini geliştirme sürecinden geçer. Aslına bakılırsa mevcut insan hakları ve özgürlükleri bu giderek artan tarihsel özgürleşme sürecinde sadece bir aşama oluşturur. Bir kişi, hem pozitif hukuku eleştirip hem de idealist transandantalizmden nasıl kaçınabilir? Bir yandan, hukukun tarihsel koşullara bağlı ve gelişmeye açık olduğunu savunurken, öte yandan eklektik relativizmden kaçınmak nasıl mümkün olabilir? Tarihsel olan ama relativist olmayan, eleştirel olan ama şüpheci olmayan, nesnel olan fakat aşkın olmayan bir bakış açısı geliştirmek için zamanın yalın akışı ile insanlık tarihi arasında bir fark yaratan insan etkinliğinin kendine özgü niteliklerini ortaya koymalıyız. Sonra, bu etkinliği mümkün kılan insana özgü ihtiyaçların hangileri olduğunu ve hangilerinin insanlık tarihi boyunca yavaş yavaş geliştiğini sormalıyız. Bunlar insan haklarının asıl temel kaynağını oluşturmaz mı? İnsanlık tarihinin bir bütün olarak anlamlı bir süreç olup olmadığı sorulmak durumundadır. Böyle zor ve karmaşık bir soruya yanıt vermeden önce, daha yalın ve daha genel bir soru sorulabilir: Bir yaşam sürecinin (life process) anlamını nedir? Jacques Monod’un buna yanıtı teleonomi (teleonomy) idi: Türün eşsiz, temel koruma ve çoğalma projesi. Bu noktada şu sorulabilir: Bu temel projeyi “değerli” kılan nedir? Türün korunması, türün ortadan kalkmasından ya da zaten ulaşılmış nicel seviyeyi artırmak onu basitçe iyileştirmekten neden daha iyi olsun? Böyle bir soruya verilecek tek yanıt şudur: Burada “daha iyi” ya da “daha kötü” olarak betimlenen şey sadece öznel bir tercih konusu değildir. O, yaşamın asıl tanımının zorunlu parçası olan bir yönelime atıf yapar. Şüphesiz, bütün bireyler ve türler hayatta kalmaz ve çoğalmaz. Ancak çoğaldıkları müddetçe hayatta kalırlar. Aynı şekilde, yaşamın, düzeni ve yapısal karmaşıklığı koruyan ve geliştiren bir yönelim barındırdığı da eklenmelidir; canlı bir organizma için, daha az düzene ve karmaşıklığa yönelik karşıt istikamette bir değişim süreci, yaşamı bir yok oluşa götürmesi nedeniyle “kötü”dür. Dolayısıyla, bu istikamet negatif terimlerle, yani bir bozulma süreci olarak tanımlanır. İnsanlık tarihiyle ilgili kıyaslanabilir soru şu olabilir: Tarihsel gelişmenin temel projesi nedir? Sırf canlı bir organizma olarak değil, kendine özgü bir varlık olarak insanın hayatta kalması ve gelişmesi için zorunlu nesnel koşullar nelerdir? Tarih boyunca böyle koşullarla bağdaşmayan −kıtlıklar, seller, depremler, katliamlar ve yıkımlar gibi− pek çok şey yaşandı. İnsanlık tarihini mümkün ve gerçekten eşsiz kılan, −son birkaç bin yılın çarpıcı gelişmeleri göz önüne alındığında− insana özgü bir etkinlikti: Praksis. Praksis amaçlıdır (bilinçli bir amacın ardından gelir), kendi kendini belirler (alternatif olasılıklar arasından özerk şekilde tercih yapar), rasyoneldir (sürekli olarak belli genel ilkeleri izler), yaratıcıdır (mevcut formları aşar ve mevcut davranış tarzlarına yenilerini ekler), kümülâtiftir (sürekli artan enformasyonu sembolik formlarda depolar ve onu sonraki nesillere aktarır. Böylece sonraki nesiller zaten ele edilmiş olan bir zeminde kendini inşa etmeye devam edebilir.), kendi kendini yaratır (genç bireyler giderek artan enformasyona ve yeni çevresel değişikliklere maruz kaldıklarından yeni yetiler ve yeni ihtiyaçlar geliştirir) Praksis insan türünün yeni, daha yüksek düzey bir formudur. O, genetik değişmezlik, öz-düzenleme ve teleonomiyi muhafaza eder. Ama bunların çok ötesine geçer. Biçimlenebilir genetik madde toplumsal koşullamalar tarafından sayısız farklı tarzda şekillendirilir. Öz-düzenleme gitgide bilinçli ve özerk olur ve türün konservatif telosu −koruma ve çoğalma− tamamen yeni temel bir projeyle yer değiştirir: giderek artan ihtiyaçlarla birlikte kişilerin öz-yaratımı, giderek çeşitlenen ve güzelleşen karmaşık bir çevre. Pek çok insan etkinliğinin praksisin örneği olmadığı açıktır. Bu etkinlikler insanlık tarihinin karakteristiği de değildirler. Bir kölenin, serfin ya da çağdaş işçinin tekrarlanan işi, yaratıcı bir işten çok bir kunduzun baraj yapımına daha çok benzer. Yaşamın temel, içkin teleonomisi hakkında yukarıdaki tartışmada olduğu gibi şu soruyu sormak mümkündür: Bütün bu yaratım ve öz-yaratım neden iyidir? Asgari ihtiyaçların olduğu mümkün olduğunca doğal bir çevrede basit, organik bir yaşama geri dönmek daha iyi olmaz mı? Daha önceki durumda olduğu gibi, yanıt farklı bir telosun mümkün olduğudur. Ancak bu, insanlık tarihinin telosu olamaz. İnsan yaşamının ortaya çıkışı bu yalın, organik, tekrarlanan, dar doğal dünyadan, karmaşık, medeni, sürekli gelişen, çok genişlemiş tarihsel dünyaya; ihtiyaçlar ve yetenekler fukaralığından artan bir hedefler ve yaşam-tarzları (life-manifestations) zenginliğine dev bir adımdır. Bu türden bir değerlendirme hala olgusaldır. Şu ana kadar tartışılan konu, olgusal olarak (matter of fact), insanların ve insanlık tarihinin kendine özgü karakterinin praksis olduğudur. Bir temel normatif hareket noktası, kişinin kendini tarihteki bu artan yaratıcı eğilimi desteklemeye, durdurmaya ya da tersine çevirmeye adadığında alınır. Bu, etikte önemli bir yol ayrımıdır. Kişinin kendini tarihteki artan yaratıcılığa, temel aksiyolojik bir ilke olarak praksise adaması demek, onun evrensel olarak erişilebilir olması gerektiği, her kişinin yaşamının normu olması gerektiği iddiasında bulunmak demektir. Böylesi bir kendini adayış, aynı zamanda mevcut toplumsal formların, kurumların ve eylem tarzlarının temel sınırlarının keşfini cesaretlendirme anlamına gelir. Bu, farklı, daha zengin, daha karmaşık, kendini gerçekleştiren yaşamın yeni, saklı olanaklarını deneme ve keşfetme, olanakları idealler şeklinde ifade etme ve onları ortaya çıkaran stratejileri inceleme demektir. Bu türden bir etik konumlanış açıkça eleştirel ve özgürleştiricidir. Konformist, status-quo koruyucu yaklaşım, praksisi bir elit kesim için muhafaza etmeyi ve insanların büyük çoğunluğunu aşağı, insana özgü olmayan etkinlik formlarına mahkum etme eğilimini; kavrama yetisini (receptivity) yaratıcılığın bir ikamesi olarak sunmayı ve özgürlükçü idealleri ütopik olmakla itham etmeyi içerir. Bu yaklaşım daha ileri özgürleşme süreçlerine dirense de, en azından, daha önceden ulaşılmış olan özgürlük düzeyini sürdürme eğilimindedir. Tarihe gerici (retrograssive) normatif tavır ise, tarihsel yönelimi tersine çevirmeye olan bağlılığı, zaten yürürlükten kalkmış efendi-köle toplumsal ilişkilerini iyileştirmeye olan bağlılığı içerir. Kölelik yaratıcılığın bir ikamesi olarak sunulur: bir yanda fetih ve hükmetmenin görkemi, diğer yanda hizmet etmenin onuru ve sabırla, sadakatle tahammül. Tarihe bu üç temel yaklaşım birbiriyle bağdaşmaz. Bu yaklaşımları savunanlar arasındaki diyalog, sadece, bunların tutarlı bir şekilde ele alınıp alınmadığının ve bu yaklaşımların pratikte uygulanabilir olup olmadığının saptanması durumunda anlam kazanır. Durum buysa değer yargılarındaki çelişkinin üstesinden gelinemez. Praksisin evrenselleşmesi ve sürekliliğini, tarihte normatif hareket noktası olarak temel kabul ettiğimizi varsaydığımız taktirde mesele, praksisin daha başka neyi içerdiği ve daha ileri bir analizinin nasıl yapılacağıdır. İnsan praksis varlığıdır ve praksis varlığı olmalıdır demekle ne kastedilir? (1) İnsan kişisi geleneksel materyalizm ve empirizmin öne sürdüğünün aksine, bütünüyle dış doğal ve toplumsal güçlerin bir yansıması ya da eğitimin bir ürünü değildir. O, verili ekonomik bir yapının sadece üstyapısı değil, aynı zamanda verili bir durumun sınırları içerisinde kendisini yaratan ve çevresini yeniden şekillendiren, belli yasaların geçerli olduğu şartları değiştiren ve eğiticileri eğiten bir öznedir. Öte yandan insan, Hegel’in savunduğunun aksine, yalnızca bir ben-bilinci olarak kavranamaz. İnsan, sadece mevcut spiritüel kültürün niteliği tarafından değil, aynı zamanda maddi üretim düzeyi ve toplumsal kurumların doğası tarafından sınırlanan bir nesne-özne olarak kavranabilir. Bununla birlikte tam da hem öznel hem de nesnel boyutlara, hem spiritüel hem de maddi yetilere sahip olduğumuz içindir ki, sınırlarımızı kavrayabilir ve üstelik bu sınırların üstesinden pratik olarak gelebiliriz. (2) Kuşkusuz insanlar fiili ve empirik varlıklardır. Bir etik kuram, bize sadece bu empirik gerçeklikten tamamen ayrı ve bu empirik gerçeklikte temeli olmayan normlar dayattığında ilgisiz hale gelir. Elbette ki, bir topluma belli yükümlülükler ve ödevler gelişmiş manipülasyon araçları ve kaba kuvvet kullanarak dayatılabilir. Ne var ki, gerçek bir ahlaklılık bu şekilde üretilemez. Ahlaklılık özerk olmak zorundadır ve yalnızca (bireysel ya da kolektif) bir gerçek özne kendi ahlak yasalarını koyabilir. Öte yandan ahlaksal normlar norm olmanın doğası gereği asla fiili varoluşun salt bir yansıması değildir. Ahlaklılık, alışageldiğimiz, rutin olarak yaptığımız şekilde, praksisin her edimi gibi fiili empirik varoluşun sınırının bilinciyle başlar. Normlar bizim alışılagelmiş davranışımızda zaten mevcut olabilir. Ama bunlar ya cebirle, toplumsal tehditle ve açık baskıyla dayatılan hukuk normlarıdır ya da sosyalleşme sürecinde bilinçsizce benimsenen, körü körüne ve doğal bir refleks gibi içgüdüsel olarak izlenen geleneklerdir. Ahlaklılık, alternatifler arasından bilinçli, özgür bir tercihi barındırır ve bu tercih bizim gerçek varoluşumuzun aracısız, bencil ihtiyaçlarını aşar − o bizim potansiyel varoluşumuzun uzun vadeli ihtiyaçlarını ve eğilimlerini ifade eder. İnsan olanağı doğrudan gözlemlenen empirik varoluşun bir parçası değildir. İnsan olanağı bir kişi ya da toplumun gerçekliğine aittir ve empirik olarak test edilebilir. Potansiyel kapasite ya da eğilim nosyonu, muğlâk metafizik bir kavram olmak şöyle dursun, hangi koşullar altında açığa çıkarılacağı açık bir şekilde vurgulanmak suretiyle işlevsel hale getirilebilir (bu şartların belirli bir biçimde üretilebilmesi ve eğilimlerin gerçekliğinin test edilmesi koşuluyla). (3) Bir insan her şeyden önce, hem fiiliyatta hem de olanaklılık bakımdan kendine özgü kapasitelere, yetilere ve armağanlara sahip eşsiz bir kişidir. Bir kişi ayrıca tikel, komünal bir varlıktır: Kişi, sadece bir toplulukta bir insan haline gelir, kendi yeteneklerini hayata geçirir, pek çok nesil tarafından yaratılan birikmiş bilgi ve kültürü kendine mal eder, −ait olma, paylaşma, tanınma ve değer verilme gibi− birtakım toplumsal ihtiyaçlar geliştirir. Pek çok bireysellik (particularity) düzeyi vardır: bir birey bir aileye, meslek grubuna, sınıfa, ulusa, ırka, nesle, cinsiyete ve medeniyete aittir. Burası tüm relativistlerin durduğu yerdir: Bir tikel varlık daima bir tikel ahlaklılığa sahiptir; evrensel değerlendirme ölçütü olamaz. Böyle evrensel ölçütler geliştiren filozoflar, tarihi, ya Kant gibi kendi transandantal etiğinde saf dışı bırakmış ya da Hegel gibi bir potansiyel evrensel tinin gerçekleşme süreci olarak açıklamıştır. Her ikisi de mutlakçılığa götürür. Sorun, sadece, mutlak tin fikri bir evrensel insan türü (human species-being) fikriyle yer değiştirildiği zaman çözülebilir. Daha önce gördüğümüz gibi, bu evrensel sadece spiritüel değil, aynı zamanda pratiktir; o in abstracto değil, somut canlı bireylerin temel potansiyeli olarak var olur. Bu betimleyici evrensel insan doğası kavramı, çatışan genel eğilimlerin bir dizisi tarafından oluşturulur. Bu eğilimlerin bazıları gelişmeyi, yaratımı ve toplumsal uyumu desteklerken, diğer bazıları çatışmaya ve yıkıma yol açar. Tarihsel praksisin bakış açısından ilk türden eğilimler “iyi” olarak değerlendirilir ve normatif bir insan doğası kavramına giriş yapar. Normatif insan doğası kavramı sabit değildir, çünkü tarih −Hegel’in öne sürdüğünün aksine− açık uçlu bir süreçtir. Bu bakış açısı Hegel’inki gibi mutlakçı değildir: İnsan gelişmeye devam etmektedir ve gelecekte daima yeni ahlaklılık formlarının gelişmesi beklenebilir. Ve henüz relativizme sürüklenmek için bir neden yoktur. Tarihte gelişme süreklidir: Daha önceki dönemin pratik ürünlerinin ve deneyimlerinin daha sonraki döneme aktarımı ve birleşimi olasılığı devam eder ve çağ-ötesi değişmezler vardır. Bu yüzden, belirli çağlar ve medeniyetler arasındaki tüm kesintilere rağmen bir evrensel insansal bilginin, büyüyen bir maddi ve spiritüel kültür ve tüm farklı bireyler ve tikel komünal varlıkların yaşamları aracılığıyla gelişen bir insan türü-varoluşunu tartışmak için uygun sebepler vardır. Tarihin belli bir anında kendi birikmiş bilgisini (insanoğlunun daha önceden elde ettiği) önceki ya da çağdaşı diğer mevcut kuramlardan daha iyi açıklayan bir kuram olabilir. Gelecekte bu kuram da revizyona ihtiyaç duyacaktır, ama şu anda onun yaratıcısı kendi görüşlerinin karşıtlarından daha doğru olduğunu savunmak için yeterince iyi nedenlere sahip olabilir. O kuramcı hatalı olabilir ama bu daha üst iddialarca gösterilmelidir.
Posted on: Wed, 04 Dec 2013 21:25:52 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015