Tasavvufî Gelenekte Kutub Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - TopicsExpress



          

Tasavvufî Gelenekte Kutub Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Tasavvuf yolu, velâyet mertebesini kazanmayı, havâssu’lhavâs sınıfına dâhil olmayı, hayırda yarışmayı ve öncü olma anlayışını benimseyen yoldur. Hayat, sâdece yaşanan şehâdet âleminden ibâret değildir. Şehâdet âleminin ötesinde gayb âlemleri vardır. Zîrâ kayıtlardan âzâde olan Hz. Allah’ın kudreti sâdece gördüklerimizle sınırlı da değildir. Allah’ın görünen varlıkları kadar görünmeyen mahlûkâtı da bulunmaktadır. Allah âlemdeki hilkatini doğrudan icrâ ettiği gibi, kimi zaman da vesîleleri vücûda getirmektedir. Sebeplerin vücûda gelişi madde âleminde olduğu kadar, mânâ â l e m i n d e de gerçekleşmektedir. Allah kuluna şah damarından daha yakındır. Allah, kendisine duâ eden her kulunun yanındadır. Ancak O’na ibâdet edilir ve ancak O’ndan yardım dilenir. O’nun izni olmadan kimsenin şefaat izni yoktur. O’nun hâkimiyetini paylaşan hiçbir güç odağı yoktur. Âlemi rahmetinin tecellîsi olarak nefesu’r-Rahmân ile vâr eden Allah, sünnetullâhı ile kozmik âlemde kaosa yer vermemiş, âlemlerin seyrini hikmetiyle düzene koymuştur. Yeryüzünde ilmi, adâleti, insâfı, merhameti, şefkati ve saadeti öngören Allah (cc), insanlığı kendi kaderiyle başbaşa bırakmamıştır. Görünen ve görünmeyen ordularıyla inananlarını desteklemiş, muttakîleri yeryüzüne imam kılmış, sevdiklerini aslâ mahzun kılmamıştır. Gönderdiği peygamberlerle vahyini pâyidâr kıldığı gibi Hakk’a âmâde ve âşık velî kullarına destek vermek sûretiyle vahyin ikâmesine fırsat vermiştir. Allah’ın velîleri hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Evliyâullâh insanlık üstü varlıklar değildir. Onlar da diğer insanlar gibi dünyâ hayâtının gereklerini yerine getirirler. Onları avamdan ayıran yegâne haslet gönüllerinde ateşledikleri ilâhâ sevdâdır. Yüreklerinde Allah aşkını idraklerin ötesinde pâyidar kılan evliyâ, peygamberlerin ahvâline bürünmüş, Muhammedî ahlâkı zirveleştirmiş, Hz. Peygamberin şeriatını düstur edinmiş, içlerindeki volkanı taşırmış, merhametiyle yaratılmışlara Hak nazarıyla bakmış, nefsânî kayıtlardan kurtulup ebediyet âleminin yoluna baş koymuşlardır. Evliyânın her biri bir diğerinden derece derece farklılık göstermiştir. Evliyânın zirve şahsiyetlerine ricâlü’l-gayb, yani gayb erenleri adı verilmiştir. Ricâlü’l-gayb, günlük hayâtın akışındaki seyre dalar, insanların arasına karışır, şerre tavır koyar, hayra öncülük ederler. Günlük hayâtın akışı içerisinde kendi özellerini başkalarına sezdirmezler. İbnü’l-Arabî’nin ifâdesiyle bunlar, huşû ehlidir ve dâima fısıldayarak (hemsen) konuşurlar ve Rahmân’ın tecellîsi altında mağlupturlar. Bunlar “örtülmüşler”dir (el-mesturun) ve tanınmazlar. Allah onları arzında ve semâsında gizlemiştir. Sâdece Allah’la ilgilenir ve sâdece O’nu görürler (Addas, 2003:134-135). “Tevâzuyla yürürler ve câhiller onlara sataştığında ‘Selâm’ derler.” (Furkan, 25/63) Zikr-i dâim ile meşgul olan ricâlu’l-gayb, yaşadıkları bu hâli başkalarına da telkin ederler (Haksever, Doktora Tezi, 2005:304). Ricâlullah, âlemin düzeniyle kendi irâdeleri doğrultusunda ilgilenmezler (Haksever, 2005:306-307). Âlemin kaotik yapıya bürünmemesi için Hakk’ın kendilerine yüklediği ilâhî nizâma baş koyarlar. Yaratıklarının hukukunu gözetmek için ricâlu’l-gaybı görevlendiren Allah, onları âlemin fesâda uğramaması için görevlendirmiştir. Onlara verilen birtakım hisler, sâhip oldukları ilham ve keşifler, basîret ve firâsetleriyle idrak düzeyleri artmış, başkalarının göremediklerini görür, sezemediklerini sezer, anlayamadıklarını derinden kavrar hâle gelmişlerdir. Şehâdet âleminin ötesinde misâl âlemine yolculuk yapar, ruhlar mertebesinden nazar kılar, melekût âlemindeki cilvegâh-ı ilâhî’ye kulak verirler. Birtakım özelleri yaşarken, başkalarının gizliliklerine âşinâ olabilirler. Bu anlatımların örneğini İbnü’l-Arabî kendi yaşantısıyla ilintilemektedir. İbnü’l-Arabî, Tunus’ta bulunduğu sırada Câmi-i Kebir’in ve bilhassa da İbn Müsenna maksuresinin ilhâm ettiği bir şiir inşat etmiş ama bunu ne bir yere yazmış ne de herhangi birine okumuştur. İbn Arabî’nin sâdece kendi kendine ve kendisi için söylediği bu şiiri başka birinin bilme imkânı yoktur. Ya da en azından, İbn Arabî böyle sanmaktadır. İşbiliye’ye dönen İbn Arabî daha önce hiç görmediği bir gencin Tunus’ta inşat ettiği şiiri kelimesi kelimesine okuduğunu görür. Hayretini gizlemeyen İbn Arabî şöyle anlatıyor: “Şiiri kimseye aktarmamıştım. Gence bu beyitleri kimin yazdığını sorduğumda bana “Muhammed İbnü’l-Arabî” cevâbını verdi. “Şiiri ne zaman öğrendin?” diye sordum; bana söylediği zaman, [Tunus ve İşbiliye arasındaki] mesâfeye rağmen, şiiri inşat ettiğim zamandı. “Peki kimden öğrendin?” diye sorduğumda da şöyle cevap verdi: “Bir akşam İşbiliye’nin bir semtinde arkadaşlarımla birlikte yol kenarında durmaktaydık. Seyyaha benzeyen tanımadığımız bir yabancı geldi ve aramıza girdi. Bir müddet bizimle sohbet ettikten sonra bu şiiri okudu. Şiirden hoşlandığımız için onu kaydettik. Şiirin yazarını sorduğumuzda bize “Falancadır,” dedi. Şehrimizde İbn Müsennâ ismiyle anılan bir maksure olmadığını söylediğimizdeyse bize şöyle cevap verdi: “Bu maksure Tunus’un Câmi-i Kebir’indendir. Şiir de orada hattâ şu anda yazılmıştır.” Bunu söyledikten sonra kayboldu. Ne kim olduğunu öğrenebildik ne de nasıl gözümüzün önünde birden kayboluverdiğini anlayabildik.” […] bu hâdise 590’da vuku buldu ve şu anda 635’teyiz.” (Addas, 2003:134-135) Ricâlü’l-gaybın mertebelerini sıralayan sûfîler en başta kutbu zikrederler. Her dönemde yaşayan bir kutbun varlığına dikkat çekerler. Mânevî âlemlerin sorumlusu olarak kutub, dünyanın direği kabul edilmiştir. Kutub kelimesi lügatte, değirmen mili, feleklerin de etrâfında döndüğü yıldız, bir kavmin ulusu anlamlarına gelmektedir. Değirmen taşının miline izâfetle gayb erenlerinin önde gelenine kutup denilmektedir. Değirmenin dönüşü bu sâbit noktanın etrâfında olduğu gibi, kâinatın idâresi de Allah’ın izniyle bu kutba âittir. Mânevî derecesi büyük bir velî olarak kutba âlemin rûhu nazarıyla bakılmaktadır. İnsanı halife olarak yaratan, emâneti yalnız insana veren Allah, cümle varlıkları insanın emrine boyun eğdirmiştir. Emâneti tahakkuk ettirebilen ve onu kuvveden fiile çıkarabilen, eşyânın mahkûmu değil hâkimi konumundaki insana, insan-ı kâmil adı verilmektedir. İlâhî emânete sâhip çıkan, halîfetullâh özelliğine sâhip olan tüm insan-ı kâmiller kutub olabilme özelliğine bi’l-kuvve sahiptir. Kutbun âlemdeki hükmü mutlak değildir. Mutlak hâkimiyet ve otorite sâdece Allah’a aittir. Kutub Allah’ın emir ve fermânını yerine getirir. Tüm varlığını Allah’ın irâdesine râm kılar. Emir âleminden halk âlemine doğru meydana gelen tenezzül olayları, kutb üzerinden cereyân ederek vukû bulur. Kutup Hak Teâlâ’nın aynası ve mezâhir-i ilâhiyyenin mahalli ve kader sırrının âlimidir (Cebecioğlu, 2004:460-462.) Kutup Peygamber Efendimiz’in (sav) nübüvvetinin bâtınıdır/velâyetidir. Peygamber Efendimiz’in (sav) nübüvvet nûru şeriat-ı mutahharada, velâyet nûru ise gavs-ı a’zamın bâtınındadır. Peygamber Efendimiz bu iki nûrla âdetâ halkın arasında yaşamaktadır (Döner, Doktora Tezi, 2007: 82). Kutub, peygamber vârisi kabul edilir. Her bir kutup bir peygamberin kademi üzerinedir (Hakîm, 1981: 59). Diğer yandan kutup, Allah isminin kuludur. O tahalluk ve tahakkuk yönünden bütün ilâhî isimleri uhdesinde toplayan kişidir. Hakk’ın aynası olarak o, tüm yaratılmışların niteliklerini uhdesinde toplayan ve ilâhî güzellikleri yansıtan bir isimdir (Hakîm, 1981:876). İbnü’l-Arabî’ye göre kutub, bütün âlemde tesiri ortaya çıkan düşünme kuvvetidir (Afifî, 2000:102). Tasavvufî düşüncede genel olarak kutup yaşadığı dönemde bir tek kişidir. Kutupluk mertebesi ölümle âhirete göçen Kutup’tan diğerine devredilir. Diğer yandan kutup efrâddan biridir (Hakîm, 1981:910). Yakub-ı Çerhî (ö. 851/1447). İcrâ ettikleri görev bakımından kutub, güney ve kuzey kutbu olarak ikiye ayrılmakta olup bunlara kutbu’l-ebdâl ve kutbu’l-irşad adı verilmektedir. Kutbu’l-ebdâl, uzlete çekilen ricâlü’l-gaybın kutbu olup bunlara uzlete çekilenler anlamında ‘uzletiyân da denilmektedir. Kutbu’lirşad, halka karışan ricâlin kutbu olup bu gruba girenler için de işretiyân tâbiri kullanılmaktadır. Kutbu’l-irşâdın kalbi, Rasûlullâh’ın (sav) kalbi gibidir. Kutbu’l-ebdâl’in kalbi ise İsrâfil’in (as) kalbi gibidir. Kutbu’l-ebdâl birçok güzelliklere sâhiptir. Diğer insanlar gibi eşleri, çocukları, mal ve mülkleri, dost ve düşmanları vardır. Onlar, halkı Hakk’a çağırma husûsunda enbiyânın halifeleridir. Allah’tan başkası onları bilmez. Şâyet birisi Allah’ın yardımıyla kutbu’lirşaddan birini veya halifelerini tanırsa o da müridler tabakasına girer (Haksever, 2005:304-305). Diğer yandan zühd, tevekkül, rızâ ve mârifet gibi tasavvufî hâl ve makamların her birinin etrâfında dönülen bir kutbu vardır. Zühdün kutbu, mârifetin kutbu, aşkın kutbu farklı olabilir. Aslında tasavvufî gelenekte bahsedilen kutuplardan her biri birer prototiptir. Onlardan her biri ya belli bir zümrenin ya da belirli tasavvvufî usûllerin temsilcisi ve pîridir. İbnü’l-Arabî kutup görüşünü; “Her birimizin belli bir makâmı vardır” (Saffât, 37/164) ve “Onlardan on iki nakib göndermiştik” (Mâide, 5/12) âyetleriyle “Hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz” (Buhârî, Cum‘a 11; Müslim, İmâre 20) hadîsine dayandırmaktadır (Ateş, “Kutup”, DİA, XXIV/498-99). “Kutbü’z-zaman”, “kutbü’l-vakt”, “vâhidü’zzaman”, “şahsü’l-vakt”, “sâhibü’l-vakt”, “Abdullâh”, “hicâbu’l-a’lâ”, “mir’atü’l-hak” gibi isimlerle nitelenen (Hakîm, 1981:913) kutba; Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi anlamında “halîfe”, zamâna bağlı ortaya çıkan hakîkatlerin kendisinde peşpeşe zuhûr ettiği kimse anlamında “Âdemü’z-zaman”, vaktin hükmüyle ve zamânın hâlinin gereğiyle zuhûr eden “hâkimü’l-vakt”, ümmetin bütün meselelerinin kendisine havâle edildiği ve işlerin onda bittiği otorite anlamında “imam” adı verilmektedir (Hakîm, 1981:101,312-320, 109, 59, 357). Kutub, mânevî derecelerin en yüksek mertebesini temsil eder (Vicdânî, 1995:97). Kendisi Allah’ı sevenlerin önderidir (Safer Baba, 1998:167). O, Hakk’ın âleme baktığı noktadır (Hakîm, 1981:912). Himâye eden, kucaklayan, elindeki imkânı insanlığın hayrına kullanan ve kendisine ilticâ edilen kutba ise “gavs” adı verilmektedir (Pakalın, 1993:II/229). Kutub nazariyesi bağlamında kullanılan diğer bir kavram ise “Kutbü’l-aktâb”dır. Kutbü’l-aktâb, asrının yegânesi ve peygamber nâibidir. Eşyânın hakîkatine nazar kılabilen kutbü’l-aktâb, âyân-ı sâbite ilmine sâhiptir. O bu özelliğiyle kutupların hakîkatlerini üzerinde toplayan kutuptur. Kutbu’l-aktâbın mertebesi hakîkat-i Muhammediyye makâmıdır. Hakîkat-i Muhammediyye’nin sırrına ve feyz-i akdese mensup bulunan kutbu’l-aktâb, etrâfındaki varlıkların feyiz kaynağı, çevresine feyiz saçan, diğer kutuplara yardım eden öncü kutuptur (Hakîm, 1981:915). Tüm kutupların erişmek istedikleri mertebe kutbu’l-aktâbın makâmı olan hakîkat-i Muhammediyye mertebesidir. Kemâle ermek isteyen herkes kutbu’l-aktâbın büründüğü Muhammedî hasletlerle bezenir ve bunun etrâfında döner (Hakîm, 1981:161). İsmâil Hakkı Bursevî’ye göre her asırda mevcut olan kutub, döneminin hatmu’l-evliyâsıdır. Onun ifâdesiyle Allah, âlemi halîfeyle, hazîneleri ise hatm ile muhafaza etmektedir. Hatm, her asırda yalnızca bir tâne olan kutubdur. Başlangıç Hz. Âdem ile idi, sonuç da Hz. Îsâ ile olacaktır (Çift, “Hatm-i Nübüvvet ve Hatm-i Velâyet”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, 2007:12/38). Not: Bu yazı Yenidünya Dergisinin Kasım - 2013 sayısından alıntıdır. yenidunyadergisi Yazarlarımızın makalelerini kendi seslerinden dinleme imkânı sağlayan uygulamayı akıllı telefonlarınıza scanlife/get-the-app/home.html sitesinden ücretsiz olarak yükleyebilirsiniz. Bu bir Safa Vakfı kültür hizmetidir.
Posted on: Thu, 07 Nov 2013 07:12:02 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015