İnsanlığı huzur ve mutluluğa götüreceği iddia edilen - TopicsExpress



          

İnsanlığı huzur ve mutluluğa götüreceği iddia edilen birçok ideoloji, felsefî akım ve model, uzun tarihî tecrübelerden sonra birbiri ardından silinip gitmektedir. Komünizmin bir çığ gibi yıkılışı da bunlardan birisidir. Bu yüzden ferdin yaratılışına en uygun bir din olan İslâma yöneliş, gerek ülkemizde ve gerekse bütün dünyada hızla devam etmektedir. Çölün ortasında susuzluktan ölmek üzere olan bir insanın can havliyle su araması ve suya koşması gibi, insanlık da sefahat ve maddenin hazsız, kuru ve susuz dünyasından, iman ve Kurân kervanına katılan yüzbinlerce insandan birisi de Salih Gökkayadır. Salih Gökkaya, komünizm yolundaki şöhreti yurt dışına taşmış ve bu uğurda ömrünün elli yılını vermiş olan bir insandır. Böylesine kapasiteli bir kişinin intibaha gelerek dönüş yapması, dikkatleri bir anda üzerinde toplamış ve dönüşünden sonra yazdığı mektuplar, Asrın mektupları olarak değerlendirilmiştir. Bu mektuplar hâlâ elden ele, ilden ile ve dolaşarak hizmet yapmaktadır. Salih Gökkayanın dönüş hâdisesini, bundan birkaç yıl önce Yeniden doğmak adını taşıyan bir kitapta toplamıştık. Fakat bu eserin onbeş gün gibi kısa bir süre zarfında tükendiğini hayretle müşahede ettik. Kitabın bitmesinden sonra da yeni taleplerle karşılaşıyor, takdir, tebrik ve gözyaşları ile dolu olan sayısız mektup ve telefon alıyorduk. Bu eserin fevkalâde bir iman hizmetine vesile olduğunu görünce, daha muhtevalı bir kitap haline getirilmesine karar verdik. Kitabın, daha birçok hizmete vesile olması dileğiyle... Her şey bir yolculukla başladı O gün... Yıllardır okul sıralarının zorluklarını, bugüne kavuşmanın tesellisiyle yenmeye çalışmıştım. Bunun için ki, öğretmenlik mesleğine attığım ilk adımın, ruhumu sım sıcak duygularla titrettiğini çok iyi hatırlıyordum. Öğretmen olmak... Âdeta ülkeler fetheden bir kumandan gibi, vakur ve tatlı bir ürpertinin bütün benliğimi dalga dalga sardığını hissediyordum. Sanki dünyada bu mesleği seçen ilk adam benmişim gibi önüme çıkan herkese soruyordum: Öğretmenlik nasıl bir şey? Aldığım cevaplar genellikle aynıydı: Öğretmenlik mi? Oooh, çok güzel tabiî... Yalnız eski itibarı kalmadı. Bazısı da öyle ballandıra ballandıra anlatıyordu ki, o güzel sözleri dinlerken hemencecik okula koşasım, o cıvıl cıvıl çocuklar arasına karışasım geliyordu. Fakat Öğretmen mi? diye, dudak bükerek moral bozucu cevaplar veren ve âdeta kanımı buz gibi donduranlar da az değildi. Ama ben, nedense hep hoş ve tatlı sözleri duymak istiyor, ürkütücü konuşmaları çabucak unutuveriyordum. Vazife yapacağım yere gitmek üzere hazırlanıyordum. Beni uğurlamak için eve gelen dost, akraba ve arkadaşlarla birlikteydim. Bizde usûldür; uzağa giden kimselere, Allah yolunu açık etsin, güle güle git, güle güle gel diyerek, hem moral verilir, hem de iyi ve kötü gününde yalnız olmadığı ona anlatılmak istenir. Bu geleneğin manevî kıymetinin ne kadar büyük olduğunu ilk defa anlıyordum. Sohbet oldukça koyuydu o akşam... Konu ise, öğretmenlik... Şahsına ve ilmine çok saygı duyduğum bir büyüğümüz, öğretmenlik mesleğindeki başarı sırlarını anlatıyordu. Bu metotlar benim için o kadar önemliydi ki, dayanamadım, kâğıda ve kaleme sarılarak not almaya başladım. Öğretmen bir köyün herşeyidir diyerek girmişti sözüne. Bu, aslında bir Peygamber mesleğidir. Muhtaç insanlara ilim, medeniyet ve irfan götürmek kadar faydalı daha ne olabilir? Bunu yapabilmek için de, nabza göre şerbet vermeyi iyi kavramak lâzımdır. Doğru bir şeyi anlatırken, kırmadan, ürkütmeden ve damarına dokunmadan yapmak gerekir. Yapayım derken, bütün bütün bozmamaya dikkat etmek çok önemlidir. Köylünün inanç ve geleneklerine ters düşen, onlardan kaçan ve hayat tarzlarından kopan bir öğretmen, o yerde hem başarılı olamaz, hem de huzur bulamaz. Ve belki de barınamaz da... Köylü, önce öğretmenin samimiyetine inanacak ki, ona kapılarını açıp sıcak bir alâka göstersin. Bunun için, o köyün öğretmeni, kendi mesleğini çok iyi kavraması kadar, insan psikolojisini de iyi bilmesi lâzımdır. Çünkü bizdeki öğretmenlik anlayışı yalnızca çocuk okutan değil, köyün bütün dertlerine çâre bulabilecek bir ehliyette olması lâzım geldiği yolundadır. Bayramda, düğünde, sünnette, bazı özel gün ve gecelerde bütün gözler öğretmeni arar. Tabiî ki öğretmen de bunun hakkını vermelidir. Bu da çok iyi bir kültür ister. Yalnızca, ders kitaplarının teorik bilgileri yetersizdir. Öğretmen, hayatı en büyük bir okul kabul ederek her hâdiseden, her tecrübeden ders almasını bilmeli ve hareket tarzını da ölçülü ayarlamalıdır. Kalbin nuru din ilimleri, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin birleştirilmesiyle hakikat ortaya çıkar. Bu iki unsurun biraraya gelmesiyle, talebe gayrete gelir ve başarılı olur. Birbirinden ayrıldıkları vakit birincisinden taassup, ikincisinden de hile ve şüphe doğar diyerek, iyi bir eğitim politikası çizen kıymetli bir âlimin bu güzel sözü üzerine yorumlar yapılıyordu. Cami ve okul, bir köyün iki ana direğidir. O köyün varlığı, huzuru ve birlik içinde yaşaması, bu iki direğin sağlam ve dim dik ayakta durmasına bağlıdır. Camide din havası mevcuttur. Okulda ise, ilim havası vardır. Birisi, düşmanlığı, kini silip kardeşliği getirir; diğeri de cehaleti kaldırıp medeniyeti dâvet eder. Böylece o köy, genel bir okul havası içinde, ilim, fazilet, medeniyet ve kardeşlik mefhumunu öğrenmeye başlar. Bunları yapacak olan da, o köyün imamı ve öğretmenidir. Öğretmen, cami cemaatini tanımayıp, köyün en mukaddes varlığı olan camiye ters düşer; imam da okulu bir küfür alâmeti olarak görürse, o köyde fitne kıvılcımları çıkmaya başlar. Halbuki öğretmenin imamla anlaşıp kaynaşması, milletin hasretle beklediği bir husustur. Büyük bir zevk ve dikkatle dinlediğimiz sohbet, geç vakitlere kadar sürmüştü. Bu ölçüleri bir bir not aldıktan sonra, valizime kitaplarımı yerleştirdim. Çünkü onlar benim hem öğretmenim, hem arkadaşım olacaklardı. İhtiyar muhtarın acıları Yola çıkalı iki saat olmuştu. Bu iki saat boyunca, on üç yıllık öğrencilik hayallerim bir sinema perdesi gibi geçiyordu gözlerimin önünden... Ve her sahnenin sonunda da okul ve öğrenci ikilisi gelip karşıma dikiliyordu. Ne renkli düşüncelerdi Allahım! Güzel bir okul... Yanında yeni lojman... Etrafında iyi tanzim edilmiş bir bahçe... Yem yeşil ağaçlar, pırıl pırıl çayırlar... Minicik öğrencilerin cıvıl cıvıl sesleri... Öğretmenim diyerek gülücükler dağıtışları... Hayal bile olsa içime tatlı bir sıcaklık serpiyordu. Okulun minaresi demek olan bayrağı ilk görüşümde, nasıl bir heyecan içinde olabileceğimi tahmin etmeye çalışıyordum. Arif Nihat Asya gibi: Ey mavi göklerin beyaz kızıl süsü, Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü mü diyeceğin, yoksa o anın duygularıyla başka birşeyler mi mırıldanacağım? Bilemiyorum. Ya köylüler? Öğretmeni ilk görüşlerinde: Hoş gelmişsen öğretmen Bey derlermiş ellerini uzatıp, sıvak bir alâkayla tokalaşarak. Bir ihtiyacın olursa, Allahını seversen çekinme ha! Bizim ev, aha şuradır diye sıkı sıkıya tembih ederlermiş. Daha neler neler derlermiş... Bu hayal, ne güzel bir şey... İnsanı nasıl da umutlandırıp rahatlatıyor, endişeleri, şüpheleri bir bir dökerek teselli ediyor. Dalıp gittiğim için kendi kendime mırıldanmış olacağım ki, aynı koltuğu paylaştığımız ihtiyar yol arkadaşım soruyor: Talebe misiniz evlât? Öyle sayılır diye cevap veriyorum. Daha düne kadar talabeydim. Mesleğimiz öğretmenlik olunca, talebelik de emekli olana kadar devam edecek herhalde... Tabi ya! diyor ihtiyar, Yalnız öğretmenler talebe değil, bana kalırsa, dünya bir okul, bütün insanlar da o okulun talebeleridir. Doğan her insan bu okula yazılır, ölen her insan da şehadetnamesini diplomasını alıp gider. Ama, notun iyi olmadıktan sonra! Güngörmüş ihtiyar da dalıp gidiyor... Tıpkı benim saatlerce hayalin peşine düşüp gittiğim gibi, gözlerini bir noktada toplayıp düşünüyor. Gittikçe başıklarının fersizleştiğini görüyorum. Çileyle kıvrılmış kapaklarının örttüğü gözlerinde yaş bulutları oynaşıyor. Ardından damlalar sıraya dizilerek bem beyaz sakalına takıla takıla aşağıya doğru iniyor. Nur yüzlü ihtiyarı ağlatan hadiseyi kendisine bir türlü soramıyorum. Neden sonra: Evlâtım! Sakın ola sen şu bizim köyün öğretmeni gibi olmayasın diyor. Kendisine merakla baktığımı görünce de devam ediyor: Ben o zaman köyün muhtarıydım. Bu vazifem tam on altı yıl sürmüştü. Zengindim. Çok koyunum vardı. On yıl boyunca sürülerimi üç çoban çevirdi. Köyün biraz dışında, iki katlı bir konağım vardı. Köye her gelen beni bilirdi. Konağımızın yanına yaptırdığım bir odayı yalnızca misafirlere ayırmıştım. Kapımın çalınmadığı gün üzülürdüm.Yoksa köylüyü kırdık mı? Niçin bu akşam gelmediler? diye hayıflanırdım. Hele yenmiş-içilmiş, aklıma bile gelmezdi. Üstelik zevk duyardım. Rahim olan Allah, rahmetinden bol bol gönderirdi. Ne malım eksilirdi, ne de param... Bir akşam üzeriydi. Orta yaşlı biri gelmişti kapıya. Öğretmenim demişti. Bu köyün çocuğunu okutmaya geldim. Safa geldin diyerek içeri aldık. Üşümüştü. Karnını doyurduk. Baş köşeye geçirdik. Fakirim dedi. Kimseciklerim yok. Babamı, annemi çok küçük yaşta kaybettim. Beni bir hayır sahibi okuttu. Bir ay önce onu da kaybettim. Dünyada yapa yalnız kaldım. Ben de valizimi alarak sizlere sığındım. Eğer kabul ederseniz, bundan sonra sizleri ana baba kabul etmek istiyorum. Çok acımıştık. Hemen köylüyle biraraya gelerek boş bir evi tamir ettik, içini döşeyip kendisine teslim ettik. Her gün birimiz akşamları misafir alır olduk. İnan evlâdım, ben kendi öz oğluma böylesine bir sevgi göstermemiştim. Yaptığımız iyilik bununla da bitmedi. Köyümüzde namuslu, terbiyesi güzel bir kızımı da kendisine verdik. Hem de bütün masrafları üzerimize alarak... Neden? diye sorarsan, kimsesiz fakir, diye tabii... Benim hayretim gittikçe artıyordu. Bizim insanımız ne kadar da merhametli, cömert ve yardımseverdi. Hiç tanımadığı bir insana böylesine fedakârlık... İyi niyet... Bu güzel geleneği, bizim insanımızdan başka acaba kim gösterebilirdi? Allah rızası için, hiç bir karşılık beklemeden yabancı bir insana evlat muamelesi yapmak, herhalde sadece bizim insanımıza hastı. Ya sonra? diye sordum, Gözleri yeniden dolmuştu. Ağlamaklı bir ses tonuyla: Neler olmadı ki evlâdım dedi. Evimi dağıttı, dünyamı başıma yıktı. Tam bir şaşkınlık içinde, heyecanla dinliyordum. Bütün köylü, kimsesiz ve fakir diye bu öğretmenin üstüne titriyorduk. Ama öğretmen, gün geçtikçe değişiyordu. Gizlediği kötü niyetini yavaş yavaş açığa vurmaya başlıyordu. Okulla alâkasını kesti. Öğrencilerle hiç ilgilenmiyordu. Akşama kadar gençlerle kafa kafaya verir ve sohbet bahanesiyle, onların beyinlerini yıkardı. Okulda çocuklara anlattıklarışeyler de yavaş yavaş kulağımıza gelmeye başlamıştı. Neler anlatıyormuş? diye sordum. Neler değil ki diye söylendi. Hiç duymadığımız marşlar öğretiyormuş. Komünist marşlarıymış bunlar... Bizim marşlarımızı ağzına almazmış. Rus marşı, Çin marşı... Komünistlik dermiş, başka birşey demezmiş. Müslümanlığa, imâna karşı çok kötü söylermiş, nâmert... Neye inanıyorsanız, onlar hepten safsata dermiş. Kâfir herif, hâşâ Allaha bile inanmazmış. Tövbe ya Rabbi, tevbe... Bunları duyunca, birgün çektim kenara: Bana bak Öğretmen Bey dedim. Kulağıma böyle böyle şeyler geliyor. Bunlar doğru mudur? Rengi attı hemen, kulaklarına kadar kızardı. Amma yaptın ha muhtar dedi. Hiç öyle şey olur mu? Çocuklar herhâlde anlattıklarımı yanlış anlamış olacaklar. Tabiî ki size de yanlış mâlumat vermişlerdir. Hem siz benim öz anam babam sayılırsınız. Sizin sayenizde bu dünyada yaşıyorum. Siz olmasaydınız, ben ne yapardım? Sonra tövbeler olsun muhtar, insan Allaha dil uzatabilir mi? O bizi yoktan yarattı. Bilirsin ki, ben orucumu tutarım. Fırsat buldukça Cuma namazına bile giderim. İnşaallah vakit namazlarına da niyetliyim. Gözüm kör olsun ki, Kurân başucumda asılı durur. Ne zaman ağzımı açsam, buna benzer şeylerle bizleri avuturdu. Çok kurnazdı. Kiminle ne konuşacağını çok iyi biliyordu. Bizim gibi büyüklere karşı son derece saygılı ve dindar gözükürken, gençlerin de imânına okudu tabiî... O körpe beyinleri zehirle doldurmuş meğer... Karşımda, hiçbir şey bilmez zannettim bu köylü ihtiyar, neler söylüyordu? O kadar merakımı kamçılamıştı ki, bütün dikkatimle onu dinliyordum. Milletin kucağında büyütüp onun ekmeğiyle beslenen bir insanın, en çok saygı duyması lâzım geldiği bir yere ihanet etmesine karşı, içimde büyük bir nefret doğmuştu. Devletten aldığı maaşla devleti yıkmaya çalışmak... Bundan daha büyük bir cânilik olur muydu? İhtiyar yol arkadaşımın sok sok öksürüklerle böldüğü cümlelerini kendi kafamda birleştirerek bir bütün hâlinde düşünmeye çalışıyordum. Bu millet, inanç noktasında ne büyük darbeler yemiş ve hâla da yemeye devam ediyordu. Bunları duydukça, vatandaşa sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha idrak ediyor ve büyük bir İslâm âliminin şu sözlerini hatırlıyordum: Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanını sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Ve bu teşhis, asra vurulmuştu. Unutamıyordum ve unutmama da imkân yoktu tabiî... Ara sıra birkaç günlüğüne kaybolup gelmemeye başladı. Sorduğumuz da, Falan yerde arkadaşım var da, görmeye gitmiştim veya Falanca köyün öğretmeni beni dâvet etmişti gibi, hiç de aslı olmayan cevaplar veriyordu. Daha sonra köyde, yabancı gençler görünmeye başladı. Doğrusu bunları gözüm pek tutmamıştı. Çünkü kılıklarında bir insan kılığı yoktu. Bir başka gün, hanımı ortadan kayboldu. Kızın yakınları gelip sorduğunda: Amcamdan mektup geldi, hanımı çok hastaymış da, onun bakması için oraya gönderdim diye cevap vermiş. İnanmamış tabi... Ama ne yapsın zavallıcık. Bir insanın öz hanımına zarar vereceği kimin aklına gelir? Yanına gelen giden çoğalmaya başlamıştı. Okulla da tamamen alâkasını kesmişti. Kaç defa şikâyet aklıma geldi. Ama sizi koruduğunuz, sizi evlendirdiğiniz, sahip çıktığınız bir öğretmeni nasıl şikâyet edeceksiniz? Bir kere iyi dedik, kötü diyemedik. O sıralarda, köyün gençlerinde de bir hareket başlamıştı. Herkes tüfekle, tabancayla oynuyordu. Bazen geç vakitlerde silâh sesleri duyuyorduk. Meğer ki hâin adam, atış talimi yaptırıyormuş. Son kaybolduğu gün Pazardı. Tam beş gün dönmedi. Merak ettik. Daha doğrusu açıkça şüphelendik. Sağa sola haber veremeye hazırlanıyorduk ki, gece geç saatlerde evimin kapısı çalındı. Bir genç, çok telâşlı ve heyecan içinde bağırıyordu: Muhtarın evi burası mı? Burası dedim. Ne yapacaksın? Lâzım dedi. çok acele lâzım Yukarı aldım. Oturası yoktu: Köyünüzün öğretmeni trafik kazası geçirdi dedi. Hem hanımı, hem de kendisi ağır yaralı. Hastaneye kaldırdılar. Benden rica etti: Git Muhtarı gör, ne kadar parası varsa alıp yetişsin. Yoksa başkasından bulsun dedi. İkisinin de ameliyat olması gerekiyormuş. Doktorlar çok para istiyorlarmış. Ben, şaşkınlıktan duraklar gibi olunca ısrar etti: Kaybedecek vaktimiz yok. İkisinin de canları tehlikede. Buraya kadar canımız ağzımızda araba teptik. Taksi aşağıda bekliyor. Acele edin de, yetişelim. Gencin gözleri yaşarmış, ağlamaklı ağlamaklı bakıyordu. O anda aklıma hiç mi hiç kötü bir şey gelmemişti. Olabilir ya! dedim. İnsanlık hâli, hanımını alıp köye doğru gelirken kaza geçirmiş olabilirler. O günen (yâni 1979 yılının) parasıyla cüzdanımda 100.000 lira vardı. Bu tam altmış besili koyunun parısıydı. Can tehlikesini duyunca, kızın dayısına koştum. Kızın annesi ve babası olmadığı için dayısı büyütmüştü. Adamcağız çok telaşlandı. Onun da cebinde otuz bin lirası varmış, onu aldı. Ne olur, ne olmaz diye, cebine üç tane de büyük altın koydu. Alelacele taksiye atlayıp yola koyulduk. Köyden biraz uzaklaşınca, benim aklım karıncalanmaya başladı. Çünkü gençleri hiç gözüm tutmamıştı. Şoför koltuğunda oturanı uzun saçlı ve bakımsız biriydi. Üstü başı darmadağınıktı. Bizi çağıran genç ise kıpkırmızı gözlü ve azgın suratlıydı. Hiç de kazaya üzülmüş bir halleri yoktu. Gece vakti acelemden üzerime silâhımı da almamıştım. Tabi, o dağ başında arabayı durdurup inmek de olmazdı. Doğrusu içime kötü bir korku oturmuştu. Yol arkadaşımın anlattıkları, bir macera filmi gibi dehşet doluydu. Sonucun nereye uzanacağını, âdeta nefesimi tutarak dinliyordum. Yaşlı adam anlatmaya devam etti: Taksi, ormanın içine girince ağırlaşmaya başladı diye konuşmasını sürdürdü. Duracağını hissederek sormuştum: Ne oldu evlâdım, bir ârıza mı var? Her halde benzine su karışmış olmalı. Motor teklemeye başladı. Siz oturun da biz bakalım dedi. Taksiyi durdurup önce kendisi, ardından da öbür kılıksız indi. O anda korkum daha da artarak içim cızz etti. Şöyle taksinin etrafına doğru yarım yamalak baktım ki, oooohh ellerinde silâhlar bir sürü anarşist. Doğrusunu söylemek gerekirse, parayı marayı unutmuştum. Can derdi, herşeyden önceydi. Hele zavallı arkadaşım tirtir titriyordu. Namluları beynimize çevirip bizi aşağı indirdiler. Önce gözümüzü ve ellerimizi bir güzel bağladılar. Paraları ve altınları aldılar. Ne diyebilirsin? Tabancanın namlusu ensemizde duruyordu. Bir aksi hareket yapacak olsak, hiç acımadan bizi oraya sererlerdi. Komünist sürüleri... Bunlarda merhamet ve vicdan görülmüş mü? İçlerinden birisi: Muhtar dedi. Bu güne kadar köylünün sırtından kazandığın paraların keyfini çıkarıyordun. Birazını da bize vermekten kızmadın değil mi? diye alay ediyordu. O eşkiya bilmiyordu ki, kendi arkadaşlarını insan sanarak koynumuzda büyüttük. Demesi kolay tabiî. Kendileri züppe züppe dılaşır, çalışmak zorlarına gelir. Bir başkasının malını da, milletin sırtından kazandığını iddia eder. Kendileri kazansa böyle demezler tabiî. O zaman alın teri olur. Elhâsıl, olan olmuştu hocam. Ama felâketin büyüğünden habersiz, sabahı bekledik. Canımızın kurtulduğuna şükrederken, Keşke kurtulmasaydık da bu günleri görmeseydik diye feryat edeceğimizi nereden bilecektik? Keşke daha işin başında beni öldürmüş olsalardı? Yol arkadaşımın yorgun gözlerindeki yaşlar tekrar oynaşmaya başlamıştı. Buruşmuş dudakları, hüzünlü, kıvrım kıvrımdı. İçinden kaynayıp gelen hıçkırıklara mani olmak için cümle ve kelimeleri kesik kesik kullanmak zorunda kalıyordu. Elini yumruk yaparak: Hain herifler! diye koltuğa vurdu. Komünist uşakları, canavar sürüleri! Bir çocuk gibi içini çekerek yüreğini saran yakıcı ateşi bastırmaya çalıştı. Cebinden çıkardığı buruşuk mendiliyle önce göz yaşlarını, daha sonra da burnunu sildi. Eve gittik ki kıyamet kopuyor diye bıraktığı yerden konuşmasına başladı. Bizim çıkışımızdan sonra bir grup anarşist evi basmışlar. Ev de köyün bırazcık dışındaydı. Köylü duyana kadar olan almuş. Silâhlarını çekip, para demişler, altın demişler. Bulamayınca da tek evlâdım olan 17 yaşındaki aslan gibi oğlumu ve 20 yıllık eşimi hunharca katletmişler. Kurşunlarla param parça edilen vücutlarını bir kan gölü içinde gördüğümde, nasıl çıldırmadığıma hâlâ hayret ediyorum. O azgın canavarlar, işledikleri cinayetlerden mutlaka gurur duyup kahramanlıklarını ilân etmişlerdir. Yakalandılar mı? diye sordum. Ne çıkar evlâdım dedi. Yakalandılar, ama ölen geri gelir mi? Ya öğretmeniniz ne oldu? Onu da yakaladılar. Şimdi nerededir bilmiyorum. Zavallı kızcağızın da hayatını mahvetti. Kızı ne yapmaya zorladıysa, yavrucak dayanamayıp kendini asmış. Kayseri otobüs terminaline inmiştik. Ben Hatay istikametine gidecektim. İhtiyarın yolu ise Mardine kadar uzanacaktı. Ayrılırken elimi ciddiyetle sıkıp: Güle güle hocam dedi. Yüce Rabbim hayırlı hizmetler nasip etsin. Bu vatan sahip bekler. Yıkanlar çok, yapanlar az. Öyleyse yapanlar, geceyi gündüze katmalı ki, tahripler günü gününe tamir olsun. Bu iş çok fedakârlık ister ve para karşılığında da yapılmaz. Çünkü paradan daha önemli şeylerin olduğunu yaşadıkça göreceksin. Anlattıklarını tasdik edip elini öpüyorum. İki saatlik beraberliğimiz burada noktalanıyor. Ama, bir meslektaşımın hainliği, düşüncelerimi alt üst ediyor. Yol boyunca. Ve her defasında o müthiş ânı başımdan geçmiş gibi yaşayarak... Zehirlenmekten lezzet alanlar Bu vatanda doğacaksın... Bu milletin ekmeğiyle. suyuyla büyüyeceksin... Belki de bir lokma ekmeğe muhtaç yetimlerin rızıklarından kesilerek yaptırılan güzelim okullarda okuyacaksın... İstikbâlimizin garantisi olarak, öğretmensin diye köye gönderileceksin... İnsanlık ve yardımlaşmada birbirleriyle âdeta yarışan vatandaşların samimî ve sıcak alâkasıyla karşılaşıp, manevî evlât muamelesi göreceksin... Sonra da bu kadar nimetleri unutarak, beslendiğin sofraya ihanet edeceksin... Bu nasıl anlayış? Bu nasıl fikir? Bu nasıl felsefe? Bir hayvan bile, sahibinin bir ikramına bin hizmet ederken, bu kadar ikrama rağmen, bu tip nankör insanlar neden hep ihanet yolunu tercih ediyorlar? Nasıl oluyor da vicdanları buna müsâade ediyor? Bunun cevabını, okuduğum bir tefsirden hatırlamaya çalışıyordum: Malumdur ki, âlâ (iyi) bir şey bozulsa, edna (basit) bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki, süt ve yoğurt bozulsalar yine de yenilebilirler. Yoğ bozulsa yenilmez. Bazen zehir gibi olur. Öyle de, mahlukatın en mükemmeli, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvanlardan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin (kokuşmuş) maddelerin kokusuyla telezzüz eden (lezzet alan) haşerat gibi ve ısırmaktan lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habis (pis) ahlâklar ile telezzüz ve iftihar eder. Zulüm ve zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar. Yarım asır önce kaleme alınan bu ifadelerin bugün bütün açıklığıyla kendini gösterdiği anlaşılıyordu. Demek ki, o yıllarda atılan tohumlar, bugün meyve veriyordu. Kalbinden imân, ahlâk ve faziletin sökülerek alındığı gençlerin bu milleti ne hâle getirebileceklerini hayâl ettikçe, Kayseri terminalindeki sıcağa rağmen titriyor ve böyle insanların şerrinden bu büyük milleti ve mâsum insanları muhafaza etmesi için Allaha yalvarıyordum. Bu aldatılmış güruhla mücadelede kuvvet, sabır ve metânete ne kadar ihtiyacımız var? Bineceğim otobüse doğru ilerlerken, kalbi dertlerle param parça olmuş ihtiyar yol arkadaşımın son sözlerini, fısıldayarak tekrar etmeye çalışıyorum: Yıkanlar çok, yapanlar az. Öyleyse yapanlar geceyi gündüze katmalılar ki, yapılan tahripler günü gününe tamir olsun. O adam Yola çıkıyoruz. Otobüsümüz, Adana istikametine yöneliyor. Boş yer yok. Tıklım tıklım doluyuz. Güz ayının getirdiği hafif serinlik, koltuklarımıza yerleştikten sonra, tesirini kaybedip bitiyor. Yolcular, yol kenarlarında yükselen fabrikaları konuşuyorlar... Sigaralar ise körük gibi çalışıyor. Havalandırma delikleri dalga dalga yükselen dumanların bacaları âdeta... Etrafımı doya doya seyre koyuluyorum. Anadolu... Bam başka bir diyar. Suni, yapmacık güzelliklerden uzak, tabii çekingenliğiyle, gözleri, gönülleri serinletiyor. Bu güzelliği bozan tek şey, otobüsteki teypten yükselen sevimsiz şarkılar. Şoförümüz, aynı bandı birkaç kez dinlettikten usanmış olacak ki: Sayın yolcularımız diye sesleniyor. Bağışlayın, ama size bir teklifte bulunacağım. Çalacak bandımız kalmadı. İçinizden iyi şarkı veya türkü söylemesini bilip de söylemek isteyen varsa, buyursun mikrofona gelsin. Hem bizleri eğlendirmiş olur, hem de vakit geçer. Yoksa bu uzun yol başka türlü bitmez. Bu teklif karşısında, otobüsteki uğultu birdenbire kesildi. Böyle bir dâveti, herhalde birçok kişi ilk defa duyuyordu. Herkes benim gibi, yarışaşkınlık içinde: Acaba söylemek isteyen biri çıkar mı? diye sağa sola bakınıyordu. Öyle ya, bir otobüs yolculuğunda, hiç tanımadığınız insanların karşısına çıkıp şarkı veya türkü söylemek oldukça cesaret istiyordu. Tebessümlü bekleyişler sürerken, arka koltuklardan gür bir ses yükseldi: Kaptan bey, müsaadenizle bu teklifi ben yerine getirmek istiyorum. Bütün yolcularla birlikte dönüp arkaya baktım. Evet, o adamdı bu. Otobüsümüz Kayseri terminalinden henüz kalkmak üzereyken, koyu renkli bir mercedes taksiyle gelip, âdeta bir devlet başkanı gibi protokolle uğurlanan ve etrafındaki adamlar tarafından büyük bir ciddiyetle yolcu edilerek otobüse bindirilen adam... Bu durum, o anda bütün yolcuların da dikkatini çekmişti. Kendisi oldukça gösterişli. İri yarı bir vücut yapısına sahip. Lâcivert bir elbise ve gözünde siyah bir gözlük... Saçlarını itinayla taramış, kendinden emin ve ağır başlı bir hâli var. Bıyığı yok. Yeni traş olmuş, sîması pırıl pırıl... Yaşı altmış civarında. Yüzünden çenesine doğru inen iki derin çizgi, çok önemli hatıralar saklıyor gibi kuytu, sessiz. Bir koltuk arkamda oturan o adamın, yanındaki bir gençle yol boyunca, dünyadaki çeşitli olayların, iktisadî ve siyasî doktrinlerin yorumlarını yaptığını takip etmiştim. Görünüşte çok ciddî ve ağır görünen o adamın, konuşurken son derece sempatik, nazik ve pürüzsüz bir ifade gücüne sahip olduğunu farkediyorum. İşte o adam şarkı söylemek üzere ayağa kalkıp kaptandan müsaade istiyor. Ve böyle garip bir teklifi kabul ettiği için de, yolcular tarafından şaşkınlıkla karşılanıyor. Adam ön tarafa doğru ilerlerken, bütün yolcuların dikkatli bakışlarına hedef oluyor. Şoförün yanına geldiğinde, siyah gözlüklerini çıkarıp sıcak bir tebessümle bizlere dönüyor ve nazik tavırlarının yanı sıra insana saygı telkin eden olgunluğuyla, yolcuların sempatisini bir anda üzerine topluyor. Herkes kendisine kulak verdiğinde, şoföre dönüp: Sayın kaptanım diyor. Benim gibi işe yaramaz bir ihtiyara, böylesine temiz ve sağduyulu insanlarla birlikte olma fırsatı verdiğiniz için, size yürekten teşekkürlerimi arz etmek istiyorum. Kabul buyurursanız, şu ihtiyar kalbimi sevindireceksiniz. Yaşlı adam, biraz sonra mikrofonu alıp şarkı söylemeye başlıyor. Hayretler içinde kalıyoruz. Mükemmel ve son derece tesirli sesiyle sanki büyülemiş gibiyiz. Herkes, nefesini tutmuş veziyette onu dinliyor. İçimden: Kim bu adam? diyorum. Eğer ses sanatçısıysa, neden bugüne kadar duyulmamış. Sanatçı değilse, bu ağır şarkıları böylesine kusursuz şekilde icra etmeyi nereden öğrenmiş? Bu ve buna benzer soruları, daha sonra birbirimize sormaya başladık. O adamın güzel şarkılarıyla mest olan kaptanımız da, arabayı kasislere vurmadan ve sarsmadan kullanmaya gayret ediyordu. İki şarkıdan sonra, otobüsü bir alkış tufanı kaplamıştı. Adama, şarkılarına devam etmesi için âdeta yalvarılıyordu. Beş tane, on tane... Söyleyebildiği kadar, yorulana kadar... Fakat adam, sebebini daha sonra anlayabileceğimiz bir plân dahilinde, bütün ciddiyetiyle mâzeretler ileri sürüyor ve işi tadında bırakmaya kararlı görünüyordu. Alkışlar kesilince: Affınıza sığınmak isterim, diye konuşmaya başladı. Kalbim, böyle duygulu şarkılara pek dayanmıyor. Lütfen beni bağışlayınız. Görüyorsunuz ya nefesim de tekliyor. Çünkü bir kalp hastasıyım ve sizlere bu neşeli ânınızda, kötü bir sahne yaşatmak istemiyorum. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti: Sizler gibi duygulu ve candan arkadaşlarıma güzel dakikalar geçirtebildiysem, bu gece rahat bir uyku çekerim. Ama çok arzu ediyorsanız, sizlerle olan beraberliğimi sohbet ederek sürdürebilirim. Çünkü altmış yaşına merdiven dayamış bir ihtiyarın, hayatının baharını yaşayan dostlarına anlatacağı çok şeyler olduğuna inanıyorum. Adam, bütün dikkatleri tekrar üzerinde toplamayı başarmıştı. Herkesi, bir meraktır sardı. Yolcuların gönlünü fetheden o adam, şarkı söylememek için bahaneler ararken, neden şimdi konuşmaya hevesli görünüyordu? Yolcuları dikkatle süzdükten sonra: Arkadaşlarım diye konuşmaya başladı. Ne söylemek istediğimi merak etmiş olabilirsiniz. Anlatayım: Hayat demek, savaş demektir, mücadele demektir. Başka bir ifadeyle hayat; bir harp meydanıdır. İnsan, yaşayabilmek için bu savaşı kazanmak zorundadır. Tabi ki, savaşı kazanmanın yolu da, savaş usüllerini bilmekten geçer. Savaş usülleri, yalnızca öğrenilmez. Tecrübe isteyecektir. Bazı tecrübeler, çıkmaz bir sokağa çıkabilir ve o zaman hayat, daha baharındayken son bulmuş olur. Bu acı sonla erken karşılaşmamak için, yaşanmış tecrübelere ihtiyaç vardır. İşte ben diyorum ki, altmış yaşına gelmiş bir insan olarak, bu hayat savaşında çok şeyler öğrendim, çok şeyler yaşadım. Aynı savaşın içinde olan sizlerle, bu çok değerli tecrübeleri paylaşmak istiyorum. Sizlere bu kıymetli ölçüleri anlatabilirsem, bu savaşta daha az hata yaparak ayakta kalma şansınız artacaktır. Ve bu hayat savaşında ezilmeyeceksiniz, ezilmemeyi bileceksiniz. Bizleri samimiyetine inandırmak için, kelimeleri itinayla seçiyor ve vurucu cümlelerle tesirli olmaya çalışıyordu. Arkadaşlarım, yoldaşlarım diye devam etti. Sohbetime bazı sorular sorarak başlamak istiyorum. Yalnızca üç soru soracağım. Sizlerin de cevaplamanızı istiyorum. Birinicisi: İçinizde, bütün gün boyunca tam huzur içinde olanınız var mı? Hiç beklemediğimiz bir anda, güm diye sorulan böylesine su götürücü bu soru karşasında şaşırmıştık. Bu soruyu ne için soruyordu? Ne yapmak istiyor ve nereye varmayı hedefliyordu? Herkes kendini yoklamış olacaktı ki, bütün sîmalarda tereddütler oynaşmaya başladı. Bu yüzden kimse cevap veremiyordu. O adam son derece ciddi bir ifadeyle: Elbette dedi, bu soruya evet diyemezsiniz. Ben elli yıldır evet diyemedim. Siz de evet diyemezsiniz? İkinci sorum: Her türlü ihtiyacımı karşıladım, hiç ihtiyacım kalmadı diyeniniz var mı? Arkadaki yolculardan biri: Ne mümkün efendim! diye atıldı. Hiç ihtiyaç biter mi? İhtiyaçları karşılamak nerede, biz nerede? Hele orası Türkiyeyse! Çok güzel diye karşılık verdi adam: O zaman üçüncü soruyu sorayım: İçinizde, hatayatımı garanti altına aldım, hiç bir şeyden korku ve endişem yok diyeniniz var mı? Böylesine enteresan sorulara muhatap olan yolcular, büzen hayret içinde, bazen de gülerek birbirine bakıyordu. Ama ben, bütün bunlardan ayrı olarak bu sohbet seyrini nereye gideceğini bir derece sezmiş olmanın huzursuzluğu içindeydim. O adamın önce güzelim sesi ve mükemmel telkinleriyle iyi bir zemin hazırlaması... Yolculardan tam not alarak, onların dostluklarını kazanması... Sonradan da bu diyaloğu iyi kullanarak, insanların zaaflarını deşeleyip hayâli hedefler göstermesi, kanaatlarımı pekiştiriyordu. Nihayet; Bu soruları kalp rahatlığıyla evet diyerek cevaplayamazsınız. Çünkü bu tür soruları ortadan kaldıran bir rejimle idare edilmekten mahrumsunuz diyerek baklayı ağzından çıkardı. Hislerim beni yanıltmamıştı. Fakirliği, ezilmişliği, horlanmışlığı öylesine usta misallerle anlatıyordu ki, otobüsün içindeki çok az insan, o adamın komünizm propagandası yaptağının farkındaydı. Konuşmasını güldürücü fıkralar ve düşündürücü nüktelerle süsleyip açık hedef olmaktan kaçınıyor ve yutturmak istediği zehiri, büyük bir ustalıkla bala katarak veriyordu. İşin bu tarafını hâlâ anlayamayanlar, hayran hayran onu dinliyordu: Adam ne güzel konuşuyor be... Örnekleri de çok çarpıcı ha! Tam bir hatip canım... Yalnız o kadar da değil tabi, insan psikolojisini de iyi biliyor. Anlattıkları harfi harfine doğru... Profesör gibi... Daha da fazla... O adam büyük bir ustalıkla sürdürdüğü konuşmasında bazen âyet ve hadisleri delil gibi gösteriyor, sözlerinin arasına İngilizce ve Arapça cümleleri serpiştiriyordu. Bazı yolcular: Çok da âlim biriymiş meğer diye fısıldaşıyordu. Tam bir hoca canım. Din adamı dediğin, böyle olmalı. Adam bazen imâlarla, bazen de açıkça ileri sürdüğü meşru hükümlere isyan fikrini büyük bir cesaretle savundu. Dünyada iyilik ve güzellik namına ne varsa, hepsini komünizm diye anlatıyordu. Karşı çıkmak, itiraz etmek istiyordum... Ama otobüste o adama duyuyan hayranlık hislerine karşı istediğim neticeyi elde edemeyeceğimi biliyordum. Çünkü, şuurlu bir komünist olan o adamla aynı görüşü paylaşanların, dindar bir insan zannederek her söylediğini din namına kabul edenlerin ve suya sabuna dokunmadan sadece eğlendirmek için çene yorduğunu sanıp dikkat kesilenlerin arasında kalkıp itiraz etmek, neyi değiştirebilecekti? Düşündüm... Bir kere bu güzel(!) konuşmayı kestiğim için, ilk tepkiyi yolculardan görecektim. Sonra o adamın gerçek bir demagog oluduğunu ve ap açık bir gerçeği bile çarpıtarak yanlış olarak gösterebilme kabiliyetine sahip bulunduğunu anlamıştım. Yapacağım itiraz, yolcular önünde münakaşa şekline girerse, benim hedef olmam bir yana, anlatmak istediğim hakikatleri de uygun şekilde anlatamayacağım için zarar vermiş olacaktım. Ama mutlaka birşeyler yapmalıydım. Elimi birkaç kez kaldırıp söz almak istedim. Görüyordu. Ama ısrarla görmek istemedi. Bir anda ortaya fırlayıp bozguncular gibi ortalığı birbirine katmak ise, mağlubiyeti peşinen kabul etmek demekti. O adam, kendisine heyecanla yönelen saf zihinlere zehrini boşaltmaya devam ederek iki saate yakın bir süreyle konuştu. Adamın, cesaret ve dâvâsındaki sadakatine hayram olmuştum. Gerçekten inanılmaz bir şeydi. O yaşına rağmen, bâtıl bir dava uğruna bu derece samimi hislerle katlandığı zorlukları düşündükçe, hak bir dâvâya gönül verenlerin neler yapması lâzım geldiğini bulmaya çalışıyordum. Adamın kullandığı metot son derece cazipti. Ve eminim bu buluş da kendisine aitti. Bütün konuşmalarında, kendi feslefesine bir ekol getirebilecek kadar kültürlü, zeki ve şuurlu olduğu açıkça görülüyordu. İleride gelecek hâdiseler, tahminlerimi doğru çıkaracaktı. İnsan psikolojisini bu kadar iyi bilmek... İnsanlarla diyalog kurmayı böylesine pürüzsüz becermek... Başkalarına tesir etme sanatını bu kadar güzel icra etmek... Ve savunduğu fikri anlatmak için, muhtemel tehlikelere karşı hayatını ve emniyetini hiçe saymak... şaşılacak bir şeydi. Hiç unutamıyorum, konuşmasınışöyle tamamlamıştı: Umuyorum ve ummak istiyorum. Bunun da ötesinde vasiyet edemiyorum: Anlattıklarım, hayat savaşında ölçünüz olsun, varmak istediğiniz hedefleri sizlere göstermeye çalıştım. O hedefe gidin. O dünyayı arayın. O dünyayı bulunca, başka sorduğum sorularıma evet diyeceksiniz. Müthiş bir alkış tufanı arasında, yerine oturdu. Teşekkürler, otobüsün içinde gelip gitmekteydi. Toros dağlarında başlayan sohbet Toros Dağlarına tırmanıyorduk. Öğle namazı geçmek üzere olduğu için acele ediyor ve otobüsün mola vermesini bekliyorduk. Şoförün bu işe pek niyetli olmadığını anlayınca, yerimden kalkarak öne doğru ilerledim. Kaptan diyecektim. Namaz kılmak istiyorum, yakında duracak mıyız? Henüz şoföre doğru birkaç adım atmıştım ki, arkadan müthiş bir patlama duyuldu. Araba, sağ sola yalpalayıp şarampole girmiş, yolcular ise korkudan ayağa fırlamıştı. Kendimizi bir panik havasında dışarı attık. Otobüsün arka tekerleri patlamıştı. Hem de ikisi birden. Şoför, büyük bir şaşkınlıkla: Vallahi dedi, ben on beş yıldır bu işi yapıyorum, arabanın iki arka tekerinin birden patladığını ilk defa görüyorum. Hayırdır inşaallah, işimiz uçun süreceğe benziyor. Bu hâdiseyi daha sonra kıymetli bir büyüğüme anlatınca: İyi ki otobüs infilak etmemiş dedi. Tekerler o küfrün ağırlığına nasıl dayansın? elbette patlar. Yolcuların çoğu Torosların nefes kesen yeşillikleri arasına dağılırken, ben de abdest almak üzere ilerideki çam ağaçlarının altından akan billur gibi suya koştum. Ciğerlerime dolan ter temiz orman havasının ve dağlarda kuş cıvıltılarının tesiriyle âdeta büyülenmiştim. Namazımı kılar kılmaz o adamı aradım. Büyük bir çam ağacına yaslanmış dinliyordum. Yüzünde yorgunluk ifâdesi değil de, dâvâsına hizmetin lezzeti okunuyordu. Yanına yaklaşarak selâm verdim. Gayet samimi ve sıcak bir tavırla selâmımı aldıktan sonra, büyüçe bir kayayı göstererek: Buyurmaz mısınız? dedi, birlikte oturalım. Karşı karşıya oturduk. Tatlı bir tebesssüm ve gözlerindeki pırıl pırıl ifâdelerle bana bakıyordu. Anlaşılan karşısındaki insanlara candan bir arkadaş imajını vermekte de son derece ustaydı. Birşeyler demeye hazırlanırken, benden önce davranarak mesleğimi ve memleketimi sordu. Öğretmen olduğumu anlayınca da: Aaaa! dedi. Ne kadar güzel. Hayatım boyunca yanıp tutuştuğum bir meslek. İnan ki hocam, yeniden dünyaya gelsem öğretmenliği tercih ederim. Hem de ilkokul öğretmenliğini... Bir milleti, çektiği sıkıntılardan kurtarmak ve yeni nesli istediğin yola kanalize etmek için, en ideal bir yol... Çünkü, işin temelindesiniz. Memleket binası, bu temel üzerine inşa edilecektir. Anlıyorsun değil mi? Bu şekilde yeni bir insan tipi meydana getirebileceksin... Söylediği çok doğruydu. Hemen sezdiğim bir başka doğru da, bana iltifatlar yağdırarak tartışmayı istediği mevzuya çekmek ve bana kendisini kabul ettirmek düşüncesindeydi. Bir fırsatını bularak, konuşmasının arasına giriverdim: Efendim dedim, Sizi aramamın sebebi, otobüsteki sohbetinizle ilgiliydi. İki saati aşan konuşmanızla, yolcuları kendinize hayran bıraktınız. İnsan psikolojisini iyi bilen, son derece kültürlü bir insan olarak da günümüzün meselelerine parmak bastınız. Kanayan yaralarımızın tedavisi konusunda, birçok teklifler ve çıkış yolları gösterdiniz. Konuşmalarınızı dikkatle dinledim ve gördüm ki, fikirlerinizi daha çok siyasî ve ekonomik durumlar ile birkatım felsefî mevzular üzerinde yoğunlaştırdınız. Çâre olarak da, marksizmi takdim ettiniz. Ve özellikle, marksizm mevzuunda oldukça kapasiteli bir insan olduğunuzu ispatladınız. Elbetteki böyle çok boyutlu bir insandan istifade etmem lâzım geldiğini anladım ve kısa da olsa özel sohbet etmek için yanınıza geldim. Karşımdaki o adam, benim bu küçük iltifatımdan hoşlanmıştı. Bana doğru eğilerek: Genç hocam dedi, sizlere yardımcı olmak, beni son derece mutlu kılar. Eğer benden açıklamamı istediğiniz bir husus varsa, çekinmeyin sorun. Bilgi dağarcığımı, istikbâlimizin garantisi durumunda olan siz gibi öğretmenlerimize bir defa değil, bin defa sererim. İşin başında, mevzua nereden ve nasıl gireceğimi pek kestirememekle birlikte, sohbetimizi imânî konulara çekmek istiyordum. Çünkü, karşımdaki adamın şuurlu bir marksist ve kendi şahsında ileri derecede söz sahibi birisi olduğunu anlamıştım. Konuşmalarında, her ne kadar âyet ve hadislerden bahsettiyse dahi, bunu benimseyerek değil, karşısında bulunan yolcuların dinî duygularından istifade için yaptığı, her halinden belli olmaktaydı. Büyük bir inanç boşluğu içinde olduğunu hissettim o adama, önce Allahın varlığını ve diğer imânî meseleleri, akla yatkın ve ilmî metotlar içinde anlatmalıydım. Ekonomik ve felsefî hususlar bundan sonra konuşabilirdi. Çünkü inanmayan bir adama Allahtan ve Kurândan bahsetmek hiçbir fayda vermeyecekti. Bu noktadan hareketle benden soru sormamı ve herhangi bir konuda bilgi istememi bekleyen o adama dönerek: Efendim dedim. Toparlayabildiğim kadarıyla konuşmamızda hep geniş dairelerin genel problemlerinden bahsettiniz. Bütün dünya... Bütün insanlık... Siyasî ve ekonomik mevzular... Genel dertler ve çâreleri... Halbuki ben, uzak ve geniş meselelere önce yakınımdan başlamak istiyorum. Meselâ kendimi bilmek, tanımak, taşıdığım gizli ve açık sırların önemini kavramak ve hareket noktasını kendi içimden tesbit etmek istiyorum. Yıllar yılı bu konuda kafamı kendi işgal eden birçok sorularım olmuştur. Doğrusunu isterseniz açık ve net bir cevap alamadım. Belki siz, bu sorularıma bir çıkış yolu gösterebilirsiniz. Yine başını tebessümle sallayarak sorumu beklediğini ifade edince, konuşmamı sürdürerek:
Posted on: Fri, 25 Oct 2013 18:09:53 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015