10/7-4 “vatmeennû bihâ” وَاطْمَأَنُّواْ - TopicsExpress



          

10/7-4 “vatmeennû bihâ” وَاطْمَأَنُّواْ بِهَا Vatmeennû: Mutmain olmayı verir. Zikrin, yani mükemmelik duygusunun kişide oluşturduğu pozitif hissiyata mutmainlik denilir. Bir şeyden mutmain olmak demek, kişinin zikri yakalaması ile alakalı olan bir şeydir. Eğer kişide zikri yakalama hissiyatı gelişmiş ise ya da kişi bu noktada kendisini öyle zannediyor ise bu, o kişiyi mutmain hale getirir. Nitekim mutmainlik ve zikir kelimesi 13/28 de yanyana kullanılmıştır. “...e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu). ” O halde bir kişinin mütmain olması demek, kendi açısından zikre ulaşmışlığının, yani kişinin mutmain olduğu konu ile ilgili kafasında hiçbir soru işaretinin kalmadığının göstergesidir. Bu ise, zikre sahip olanın, sahip olduğu zikir tarafından getirildiği pozitif hissiyattır. Tüm bunlara göre; “10/7 deki mutmainlikte ne gibi bir problem vardır?” diye sorulduğunda; bu mutmainliğin “hâ” ile olduğunu görerek cevabımızı alırız. Bu da bize kişinin, mutmainliğini görünenin üzerinden verdiğine delil teşkil eder. Unutmayalım ki, Kuran ilmi “hu” ya da “hi” cinsindendir. “bihâ” kelimesi ise bize, bir şeyin net olduğunu verir. Ancak net olarak görülenin arkasında başka şeyler de var ise ve biz arka manasına bakmadan görünen ile yetinir isek bu noktada bizde oluşan mutmainlik duygusu “vatmeennû bihâ” olarak karşımıza çıkar ve bu duygu 10/7 de hoş karşılanmaz. Şimdi de bunu “ikrâh” kelimesi ile açalım. 2/256 ya gidelim ve orada “Lâ ikrâhe fîd dîni” deyimini görelim. Bu deyim ; “Dinde zorlama yoktur” diye tercüme edilmiştir,.Şimdi ise “Lâ ikrâhe fîd dîni” deyimini, 110/2 deki “fî dînillâhi efvâcâ(efvâcen)” deyimi ile karşılaştıralım. İşte bu esnada “Lâ ikrâhe fîd dîni” deyimi için yapılan “Dinde zorlama yoktur” tercümesine; “ Bu din hangi din?” diye bir soru sorulduğunda alınacak cevap “Allahın dini” ise; “O halde Allah, neden 110/2 de “fî dînillâhi” deyimini kullandı da, 2/256 da “fîd dîni” kelimesini kullandı?” diye soru ile muhatap olunacaktır. İşte bu esnada “fîd dîni” kelimesi, “fî dînillâhi” kelimesiyle karıştırılmamalıdır, çünkü “fîd dîni” kelimesi “fî dînillâhi” ye göre daha geniş bir yelpazeye sahiptir. Zira burada “ikrâh” kelimesi “lâ” ile birlikte gelmiştir ve “lâ” da bir uzatma söz konusu olduğu için burada “ikrâh” kelimesine bir kesinlik kazandırmamış, bu vesile ile de “ikrâh” kelimesi göreceli hale gelmiştir. Şimdi de; “ikrâh”, “ Mekruh”, “ Kerih” kelimesini ayrıntılayarak neden böyle denilmek istendiğini daha iyi kavrayalım. Eğer, bir şeyin görünen yüzüne bakıldığında görünmeyen, yani arka plan ile hareket ediliyor ve karar veriliyor ise, bu noktada bu kişide “ikrâh”, bu vesile ile de “Dininde ikrâh” yok demektir. Tam aksi durumda, yani arka planı dikkate almadan sadece görünen ile karar verdiğinde “Dininde ikrâh” var demektir. İşte bu sebeple; “Allahın dininde zorlama vardır” çünkü, zorlama aynı zamanda “zekat” demektir. Çünkü, zekat; Allahın yap dediğini yapma diyen nefsine karşı bunu ona zorla yaptırma, ya da Allahın yapma dediği şeyi yap diyen nefsine karşı bunu ona zorla yaptırmama çabasıdır. 24/28-30 O halde zekat; temizlenmektir, mücadele etmektir. Zekatta olan 40 da 1 dir ve 40 rakamı istkrarı verir. İstikrar ise Harun ile eşleşir. 1 rakamının ise iki anlamı vardır. Bu da “ehad” ve “vahid” dir, yani bu yeri geldiğine Allahın dini için kazandıklarının tamamını, yeri geldiğinde ise bir kısmını ortaya koyarsın demektir. Bunu da kişiye ortamın nebisi söyler. Bu yüzden 40 da 1, zekat için esastır. Eğer kişi; hayır yapması gereken yerde hayırdan kaçar ise, hayrın fedakarlığa çevrilmesi noktasında fedakarlık yapmaktan kaçar ise, fedakarlık noktasında can vermek durumunda kaldığında canını vermekten kaçar ise, işte burada 4/36 ya göre “muhtâlen fehûrâ ” ünvanına sahip olur. Allah ise, “muhtâlen fehûrâ ” yı sevmez. Misal; yolda giderken karnı aç, fakir birisine rastladın. Hayıra niyetlendin ve kişiyi alıp restoranta götüreceğin esnada çoluğu çocuğu da ortaya çıktı, onlar da aç. Hepsini yedirdiğinde ise cebinde ancak eve ekmek alacak kadar para kalacak. ( ki buna niyetlendiğin takdirde fedakarlığa talip olmuş olursun.) Bu durumda ya fedakarlığa soyunarak cebindeki parayı harcayacaksın ya da fedakarlıktan kaçarak “muhtâlen fehûrâ ” ünvanına sahip olacaksın. İşte bu örnekte hayra niyetlenildi, ama hayır birden fedakarlık yapmaya dönüştü. Bazı durumlarda zekat yapmak zorunluluğu yoktur. Örneğin kişi, Allahın yap dediklerin yapma noktasında zorlanmıyor, yapma dedikleri noktasında da kolaylıkla buna uyuyor ise kişinin zekat vermesine gerek yoktur. Ancak kişilerin hassas ve zayıf noktaları vardır. İşte bu zayıf noktalarıyla karşı karşıya kalma esnasında, kişi nefsi ezmek adına mücadele vererek zekatını yapmış olur. İşte tüm bu anlatılanlardan yola çıktığımızda burada bize, genel ve evrensel bir ilkeden bahsedildiğini anlarız. Böylece Allah bu şekilde bize ; “Hangi dinden olursanız olun, hangi yaklaşım tarzı ile gelirseniz gelin ya da hangi türde bir hayat yaşıyorsanız yaşayın, eğer bir işin görünen kısmıyla kalmayıp, arka planına bakarak karar verir iseniz, bu noktada “Dinde ikrâh” yoktur. Ancak, arka plana bakmadan görünene göre karar verir iseniz “ Dinde ikrâh” vardır ve bu noktada dikkatli olmanız gerekecektir.” der. Bir şeyi “hâ” landırmak iki şekilde olur. Bir cümlenin başına veya sonuna “hâ” geldiğinde o şey net olarak anlaşılmış demektir ve bu “Tevrat” hükmüne geçer. Kuran-ı Keriymde sadece “Tevrat” “hâ” hükmündedir. 5/44- İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ huden ve nûr(nûrun), ... Kuran ve İncil hiçbir zaman “hâ” hükmünde değildir. Bu yüzden de bir cümlenin başı “hâ” ile başlıyor veya sonu “hâ” ile bitiyor ise, orada net olarak anlaşılmışlık var demektir. Şimdi bununla ilgli birkaç örnek vererek konuyu netleştirelim: 1. Örnek: 2/99 - Ve lekad enzelnâ ileyke âyâtin beyyinât(beyyinâtin), ve mâ yekfuru bihâ illel fâsikûn(fâsikûne). ( Ayetler net olarak anlaşılmıştır deniliyor.) 2. Örnek: 29/43 - Ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâs(nâsi) ve mâ ya’kıluhâ illel âlimûn(âlimûne). Burada “hâ”, “Tilke” ile geçmiştir. Unutmayalım ki; “Tilke”, her zaman “hâ” ile birlikte çalışır ve bu sayede bize tam netlik verir. Tüm bunları göz önünde bulundurararak; “ Peki “hâ”, iyi mi yoksa kötü mü bir şey?” diye sorduğumuzda alacağımız cevap; “ “hâ” iyi bir şeydir fakat, şu farkla; birşeyin arka planını göz ardı ederek sadece görünen kısmına bakıldığında “hâ” denilir ise kötüye gidişat gösterir, işte bu kötü bir şeydir. Arka planını da görünen kısmına dahil ederek bakıldığında ise iyi bir şey.” olacaktır. Şimdi de “Tilke - hiye - hâ” bağlantılarını görelim: 1. 20/17 - Ve mâ tilke bi yemînike yâ mûsâ. 2. 20/18 - Kâle hiye asây(asâye), etevekkeu aleyhâ ve ehuşşu bihâ alâ ganemî ve liye fîhâ meâribu uhrâ. Bunların birisinin olması halinde diğer ikisi otomatik olarak oluşmak zorundadır. Çünkü bunların hepsi “Net”lik verir. Tekrar 10/7 ye döndüğümüzde, buradaki “hayâtid dunyâ” kelimesinin her zaman için “hâ” karakterinde olduğuna tanık olmuş oluruz. Bunun içindir ki, dünya hayatı her zaman “Tilke” ya da “Hiye” karakterindedir. 23/37 - İn hiye illâ hayâtuned dunyâ... ( Burada “hayâtid dunyâ” kelimesinin “hiye” ile eşleştiğini görüyoruz.) Kuran-Keriymde bir de “Zalike” vardır ve her zaman için “ Zalike - Hüve - hu” ile birlikte çalışır: 1. 10/64 - ...zâlike huvel fevzul azîm(azîmu) 2. 17/105 - Ve bil hakkı enzelnâhu ve bil hakkı nezel(nezele), ... 3. 17/106 - Ve kur’ânen faraknâhu li takreehu alen nâsi alâ muksin ve nezzelnâhu tenzîlâ(tenzîlen). Kuranı Keriym “Hu” karakterindedir, yani belirsizdir. Ancak çalışıp çabaladığın, uğraş verdiğin, öğrendiğin zaman bulunabilir ve tevratlaşır. Kuran hiçbir zaman “hâ” ile çalışmaz, öyle olsa idi herkes çok kolay bir şekilde Kuranı alırdı. Buraya kadar anlatılanlardan şunu anlıyoruz; Tevrat, “hâ” ile çalışır ve netlik verir. Kuran ise “hu” ile çalışır ve belirsizlik verir. Kuran; ancak çalışıp çabalandığı, uğraş verildiği, öğrenilerek bulunabildiği zaman anlaşılır hale gelerek tevrata dönüşür. Ayrıca buradan şunu da anlayacağız. Tevrat sadece yahudilerin bir kitabı değildir, tevrat aynı zamanda da bir hissiyatı temsil eder. O halde bunu bilmeden kitabı kutsallaştırarak, sırf ona göre hareket etmek doğru olmayacaktır. Bu yüzden işitilerek, dokunularak, görülerek kafaya yatan herşey tevrat hükmündedir ve “hâ” karakterindedir. Ancak; kafaya yatan şey, yani tevrat, yani “hâ” sadece görülen kısım ile mutmain olunur ise, bu tehlikelidir. İşte buna göre; “hayâtid dunyâ” kelimesi bizi mutmain etmelidir, ancak mutmainliği görünene bakarak yaptığımızda bu bizi yanlışa götürebilecektir. Misal; kişin dünya yaşamında rızkı geliyor, nimeti de gelmeye başladı. Buraya kadar hiçbir sıkıntı yok. Kişi bunun arka planını görerek elindekilerle mutmain olur ise işte bu, zikir kapsamında mutmainliği verecektir. Bu tehlikesizdir çünkü; zikir kelimesi, 13/28 de mutmain kelimesine denk gelmektedir. “Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu). ” Bunun tam tersi kişi, “hayâtid dunyâ” ya giderken arka planı göz ardı edip, sadece görünen kısma bakarak; “ Tamamdır, herşey benim istediğim gibi gidiyor” der ise, bu noktada dünya hayatına bu şekilde mutmain olduğunu gösteriyor demektir ve bu zikir değildir. (10/7 de, “bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ ” deyimine dikkat edecek olursanız, buradaki “vatmeennû” kelimesinin “bihâ” yı, “bil hayâtid dunyâ” ile birleştirdiğini görmüş olursunuz.) Misal 1: Diyelim ki, güzel bir ev gördünüz ve bu evi çok beğendiniz. Ancak; herhangi bir araştırma yapma gereği duymadan, ( Tapusu olup olmadığı, depreme dayanıklı olup olmadığı yahut bulunduğu yer ya da binayı yapan mütahidin referansı itibariyle dayanıklı olup olmadığı, belediye onayından geçip geçmediği vb. sorularla ilgili ayrıntılı bir araştırma yapmadan.) sadece evin dış görünüşüne aldanarak bu evi alıyor iseniz bu durumda siz, 10/7 de ki “vatmeennû bihâ ” ya iştirak etmiş olursunuz. Oysa bizden istenilen 13/28 de ki, “zikrillâhi tatmainnul” dir, yani yapılan her amel sorulara cevap vermeli, zikir konumuna çıkmalıdır. İşte bu misalde, 10/7 de ki gibi soruların hiçbirisine cevap verilmemiş olduğu görülür. İşte bu durumda “ikrâh” vardır. Misal 2: Diyelim ki, karşınıza bir adam çıktı ve size güzel bir teklifte bulundu. Ancak siz bu teklifin albenisine kapılıp ve arka planını göz ardı ederek, yani herhangi bir araştırma içine girmeden karar verdiğinizde, yine “vatmeennû bihâ ” ya iştirak ederek “ikrâh” var yapmış olursunuz. Misal 3: Diyelim ki, bir araba almaya karar verdiniz. Bu esnada da birisi size son model bir araba getirdi. Araba o kadar güzel ki, gördüğünüzde sizi cezbeden herşey mevcut. Ancak siz yine; herhangi bir araştırma yapma gereği duymadan, ( Çalıntı olup olmadığı, daha önce trafikte cezası olup olmadığı, kayıt dışı yollarla getirilip getirilmediği, piyasaya göre fiatının uygun olup olmadığı ya da herhangi bir suç unusurunda kullanılıp kullanılmadığı vb. sorularla ilgili ayrıntılı bir araştırma yapmadan.) sırf dış güzelliğine aldarak bu arabayı aldığınızda yine, “vatmeennû bihâ ” ya iştirak ederek “ikrâh” var yapmış olursunuz. Misal 4: Diyelim ki, oğlunuz görücü usulü evlendireceksiniz. Oğlunuz da bu kızı daha önce görmüş ve beğenmiş. Oğlunuzun ağzını araştırdığınızda maddi durumunun çok iyi olduğunu, okumuş ve meslek sahibi olduğunu ve çok da güzel olduğunu öğreniyorsunuz. Siz de; “ Tamam oğlum, bunlar görünüş olarak cezbedici olabilir, ama hele bir araştıralım bakalım neyin nesi, kimin fesidir.” dediniz ve araştırmaya koyuldunuz. Bu esnada kızı tanıyan birileri size; “ Aman dikkat edin, tüm güzel şartlar kendisinde mevcut, ama maalesef kendisi şizofren bir kişiliğe sahiptir.” dedi. Siz de araştırmayı yoğunlaştırarak hakkaten kızın bu nitelikte bir hastalığa sahip olduğunu tespit ettiniz ve bu konuda da mütmain oldunuz. İşte bu durumda siz bu sefer 13/28 de ki, “zikrillâhi tatmainnul” ye iştirak ederek “ikrâh” yok yapmış olursunuz. İşte bizden istenilen; bu son örnekte olduğu üzre, işin arka planını da dahil ettikten sonra önerilen manaya bakarak karar vermektir. Buna göre; rızk kazanma esnasında kişi, Allahın yolundan çıkartacak olan nimete, özellikle de meta ya doğru kayışında, “hâ” ya arka planını düşünerek tatmin olunur ise ( ki, “hâ” aynı zamanda tevratı veriyordu.) 10/7 nin kapsmından çıkmış olunur. Zikre ulaşmışlığın insanda oluşturduğu pozitif hissiyata mutmainlik denir demiştik, ama bir insanın mutmain olabilmesi için “hu” dan “hâ” ya gelmiş olması gerekir, yani ilk önce kişinin karşısına “hu” çıkar. “Hu” ise karmaşık ve belirsizdir. İşte bu noktada kişi; belirsiz ve karmaşık olan bu “hu” yu arka planını da görüp araştırma yoluna girerek netleştirdiğinde “hâ” ya erişmiş ve bu andan itibaren de bu konu ile alakalı olarak mutmainleşmiş olur. Kısaca; Müslim Gürsesin: “Önceden anlamazsın herşey hoşuna gider. Sonra feryad edersin çığlığın boşa gider.” şarkısında olduğu gibi bir durum ile karşı karşıya kalmak istemiyor isek izleyeceğimiz en güzel yol; “hu” yu “hâ” ya çevirme noktasında, arka planı göz önünde bulundurduktan sonra kafaya yatırarak mutmain olmaktır.
Posted on: Sat, 15 Feb 2014 17:18:46 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015