50-60 KELİMEYLE KONUŞULAN GÜDÜK BİR DİLİN SAVUNUCULUĞUNU - TopicsExpress



          

50-60 KELİMEYLE KONUŞULAN GÜDÜK BİR DİLİN SAVUNUCULUĞUNU YAPMAYA GEREK YOK. TÜM DİL BİLİMCİLERİ BİLİR Kİ KELİME HAZİNENİZ NE KADAR GENİŞSE KENDİNİZİ VE FİKİRLERİNİZİ O KADAR FAZLA İFADE EDEBİLİRSİNİZ. BU KONUDA YAPILMIŞ ÇOK CİDDİ BİR ARAŞTIRMAYI TAKDİRLERİNİZE SUNUYORUZ. DOĞRU BİR KELAM YANLIŞ BİRİNİN AĞZINDAN ÇIKABİLİR. DOĞRU ADAMDAN DA YANLIŞ HAL VE KELAMLAR ZUHUR EDEBİLİR. BU ONLARA BİRER NAKİSİYET VERMEZ Kİ.DOĞRU VE YANLIŞLARIN DEĞİŞİK İDRAK SEVİYELERİNİN ALGI PROBLEMİNDEN KAYNAKLANDIĞINA VE HER BİR İDRAK SEVİYESİ KADAR DOĞRU VE YANLIŞ OLDUĞUNA İNANDIK.AŞIRI İSTEK VE BAĞLILIKLAR BİZİM MEŞREBİMİZE ZARAR VERİR. Memleketin irfan hayatına, kültür hayatına, tamiri mümkün olmayan çok büyük bir darbe indirilmiştir artık. Eser yayınlanamamakta; mevcut ilim adamları ve öğretmenler yeni yazıyı bilmedikleri için, bir ânda “cahil” durumuna düşmektedirler. Hattâ işin daha da vahim ve trajikomik tarafı, böyle bir devrimin yapılacağını duyan bir kısım öğrenciler öğretmenlerinden önce yeni yazıyı öğrenmişler ve öğretmenler eğitim sahasında kendi öğrencilerinden daha cahil duruma gelmişlerdir. O yıllarda, yaklaşık 15 bin kadar eser yayınlanmaktadır Avrupa’da. Bizde ise durum içler acısıdır. Yeni yazıyı birçok ilim adamımız bilmediği ve eski yazı da zorla yasaklandığı için, ülkemizde uzun müddet eser neşredilememiştir. Üstelik, devrimi yapanlar bile şaşkınlık içindedir. Kendileri bile yeni yazıyı bilmemekte; mektub ve telgraflarını eski yazıyla yazıp, bilâhare yenisine tercüme ettirmektedirler. “Kurucu Önder”in bu mevzu çerçevesindeki cehaletini tesbit etmek üzere, Rıza Nur’un şu yazdıklarını ibretle okuyalım: - “Mustafa Kemal, «Kaf-q harfini kabul etmem. Lüzumsuzdur» dedi. Bir mektep muallimi, Milliyet gazetesinde, «Aman Paşam, etme, bu (Kaf) lâzımdır. Kabul et!» diye yalvarıyor. Mustafa Kemal, Kaf harfi hakkındaki cevabında «Olmaz, aklım ermiyor, kabul etmem» dedi. Etmedi. Şu onun cehaletinin dehşetine delildir. Zavallı millet böyle bir cahilin elinde oyuncak. Derken bir İmla Lûgati yaptılar. «D»leri «T», «Kalmıyor»u «Kalmayor» yaptılar. Bunlar hep Selânik Dönmesi dilidir. Mustafa Kemal’in dili. Türkçe berbat edildi.” [28] Evet, berbat edilen, Türkçemiz ile beraber, Müslüman Anadolu insanının herşeyi idi aslında. Maddesi, mânâsı, ruhu, vicdanı, fikri, hissi, hâsılı herşeyi. Ve karşımıza çıkan vahim tablo… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle, zihinler iğdiş edilmiş ve fikirden yoksun kavruk nesiller çıkmıştır ortaya. Harfler ve kelimeler “düşüncenin resmi” olduğuna göre; gerçekte bu hareket, dilimizle beraber düşünce dünyamızı da katletmiştir. Dil hassasiyetimiz çerçevesinde ele alınması gereken bir diğer konu da, “Güneş Dil Teorisi” ismini verdikleri ve bizi dünyaya rezil kepaze eden ilim dışı harekettir. İleride tafsilatıyla ve çeşitli belgeler ışığında ele alacağımız Güneş Dil Teorisi, tam mânâsıyla bir faciadır. Teori, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal tarafından Avusturyalı dilbilimci Hermann Kvergiç’in kitablarından derlenerek alınır. İşin garib tarafı ise; Mustafa Kemal ve ekibinin “Türk dili” (!) ile alâkalı tüm kaynaklarının genellikle Batı kökenli olmasıdır. Bu teori, tüm dillerin Türkçe’den çıktığını iddia etmekte, daha doğrusu uydurmaktadır. O kadar gayr-i ilmî ve gayr-i millî bir harekettir ki, hâmisi Mustafa Kemal henüz hayatta iken, ilim camiası tarafından çöpe atılır. Rıza Nur, 25 Ağustos 1932 tarihli “Güneş Dil Skandalı” başlıklı yazısında, Güneş Dil Teorisi hesabına yapılan cahilâne faaliyetleri şu şekilde sergiler: - “22 Ağustos Milliyet’te «Türk Kültürünü bütün dünyaya tanıtacağız» ve yine «Yeni Türk lûgati hakkında Gazi Hazretleri’nin gösterdikleri en küçük bir misâl» büyük serlevhalarıyla bir makale var. Bu gazeteciler, dalkavukluğun artık çok çirkin ve son devrine vardılar. Zavallı millet! Nelere kaldın? Gazi, Yunus Nadi’ye buyurmuş ki: (Hülâsaten): Şeyh Süleyman’ın Çağatay lügatinde «Kilturmak» var, «Mak» lâhikasını kaldır, «Kiltur» kalır. Bu işte Frenklerin culture kelimesinin aslıdır. Bu kelime hars mânâsındadır. Bizden onlara geçmiştir. İmdada koşun, ayol! Ağlayayım mı, güleyim mi, öleyim mi? Yahu! Bu adamın bu safsatalarını okudukça Paris’te ben utanıyorum. Böyle cehalet görülmemiştir.” [29] Oysa bu trajikomik izah (!) ve icadın (!) aslı şudur: - “Bu KİLTURMEK kelimesi, bizim (getirmek) mastarının Çağatay şivesiydi.” Hakikatte Çağatay şivesinden haberi olmayan zümre, lisanımızı cahillerin tecrübe sahası yapmışlardır. Daha neler var neler, ama sonra... Peyami Safa Peyami Safa… Merhum Mehmet Akif’in “gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” diye tenkid ettiği Batı hayranlarına ilmî sahada hemen daima cevab vermiş nadide değerlerimizden… Harf Devrimi yapıldığı sıralarda çılgına dönen Peyami Safa, 1959 yıllarında çıkardığı dergide mahut devrimin toplum hayatımızdaki menfi tezahürünü şu dehşetli sözlerle nakleder: - “YERYÜZÜNDE BİR TEK MEMLEKET GÖSTERİLEMEZ Kİ, ORADA GENÇLER KAZARA MİLLÎ KÜTÜPHANELERİNE GİRERLERSE BİR TEK ESER OKUYAMADAN ÇIKIP GİTSİNLER. BÖYLE BİR KATLİAM HİÇ BİR MEMLEKETTE VE HİÇ BİR MEMLEKETİN TARİHİNDE YOKTUR.” [30] Düşünce dünyamızı tuğla yığınına çeviren, hayatımızı kum taneleri gibi elekten geçirmek suretiyle katleden bu devrim, Anadolu insanına karşı işlenen ihanetlerin en büyüğü olarak tarihin kara sayfalarına geçmiştir artık. Peyami Safa, “Yunus Emre’nin dilini anlamayan Türk zümrelerinin kafasında Voltaire’nin Fransızcası hâlâ saltanat sürüyor” sözleriyle ilân eder dil şuurundan yoksunluğumuzu. Aradan geçen zaman sonunda, Batı medeniyetinin “kalaslar”ı andıran Latin alfabesinin kafamızdan bir ânda silinip atılmasını istemenin de safdillik olduğunu farkeder Peyami Safa. Bu yüzden, Harf Devriminin ilk yapıldığı dönemdeki şiddetli muhalefetine rağmen, gördüğü manzara karşısında kısa bir sükût yaşayarak yeni bir teklif sunar Babıali muhitine. Peyami Safa, bu teklifinde, okullarda Latin alfabesinin yanında İslâm harflerinin de okutulması gerekliliğini savunur. Böylece, hem kültürel devamlılık sağlanacak, hem de yeni yetişen nesil Fuzulîleri, Bâkîleri rahatlıkla okuyup anlayacak diye düşünür. İşte o sözleri: - “Latin alfabesinin tatbik şekillerindeki ifrat ve hatalar, aceleler, yanlış istikamet ve hareketler daha ziyade o zamanki Maarif makamlarına aid olmalıdır. Hele Lâtin harfleri tamamile yerleştikten sonra liselerimizde Arap Harfleri okutulmasında hiçbir kanunî mahzur yoktur. Bu gün de yoktur. Almanya’da Latin harfleriyle birlikte Alman Gotik harfleri de öğretilir ve bunu bir gerilik hareketi saymak hiçbir Alman’ın veya başka bir medenî millet mensubunun hatırından geçmez. Bizdeki devrim yobazlığının eşine cihanda rastlanmaz. Gençlere dünyanın hayran olduğu, Rusya’da heykeli dikilen Fuzuli’yi aslından mı okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz. Türk tarihinin en büyük faslı olan Osmanlı tarihinin başlıca eserlerini mi okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz... Devrimbazlar mugalata yapmasınlar. Latin harflerini atıp Arap harflerini getirmek istemiyoruz. Üniversitelerimizde okutulan Arap harflerini ve Osmanlıcayı liselerimizde de öğretmelerini istiyoruz. Buna Türk kanunları engel değildir. Akıl kanunları da bunu emrediyor.” Peyami Safa, İslâm harflerini öğrenmenin önemine her eser ve yazısında dikkat çeker ve “Arap harfi bilmeyen bir genç için Türk tarihinde ve Türk edebiyatında orta seviyeyi bulacak kadar derinleşmek imkânsızdır” der. Devrimin yapıldığı ilk günlerde, “millî kütüphanelerimizdeki yüzbinlerle eser ne o olacak? Yarınki nesiller kendi edebiyatlarını, tarihlerini, dil ve lügatlerini, felsefe, din ve hukuk eserlerini okumak imkânından mahrum kalınca, onlara millî kültür nasıl verilecek?” sorusuyla isyanını yükselten Peyami Safa, devrimbaz kafanın icraatlerinden dolayı nasıl bir hayâl kırıklığı yaşadığını ise şu veciz sözlerle ifâde eder: - “Mahkeme zabıtlarının daktilo ile tutulabileceği, mektepte muallimlerin daha ağır ders takrir edecekleri ileri sürüldü. Arap Harfleri ile yazılmış eserlerin yeni harflerle çevrilip basılabileceği iddia edildi. Gerçekler bu ümitleri suya düşürdü. Mahkemelerde yazı makineleri, dâvacı ve davalıların sözlerini aynen değil, adalet mefhumuna aykırı olarak ancak hulasa halinde zapt edebilmektedir. Bugünkü mektep ve üniversite notlarının perişanlığı malum. Latin harfleri ile yazılmış mektupları okumakta çekilen zorluğu, Arap Harflerinin bir sayfa yazıyı birkaç bakışta kavramak imkânını veren kolaylık ve aydınlığını bilenler daha iyi takdir ederler. Eski Türkçe eserlere gelince, bunların yeni harflerle çevrilip bastırılmalarının da hayal olduğu anlaşıldı. Pek az birkaç eser müstesna, en lüzumlu edebî eserler, divanlar, Tanzimat eserleri, koskoca Hamid’in, Recaizade’nin, Muallim Naci’nin, İsmail Safa’nın, eski ve yeni daha birçok şair, tenkitçi ve romancının eserleri, yüzlerce büyük tarih, Kamusulalâm gibi eşsiz ansiklopediler ve böyle saymakla tükenmeyecek eserler Latin Harflerine çevrilip basılamamıştır.” [31] Böylesi bir irfan fetreti yaşayan bir milletin hâlâ ayakta kalması dahi son derece calib-i dikkat bir hâdise. Bir milletin alfabesinin değişmesi demek, o milletin kültür ve düşünce hayatının da değişmesi demektir ki, tüm bunlara rağmen iman ateşimizin hâlâ sönmemesi, Murad-ı İlahiye’nin bize bir diğer lütfu olsa gerek… İbrahim Hakkı Konyalı Siyonist emperyalizmin içteki ajanları vasıtasıyla kültürümüze en büyük darbenin vurulduğu yıllardı… “Kurucu Önder”, Dolmabahçe Sarayı’nda dil-tarih (!) kongresi ve sergisi düzenlemişti. Kongreye davet edilen misafirler ise, genellikle Paşa’nın dil ve tarih görüşlerini benimseyen Batılı müsteşrik ve Türkologlardı. O sıralarda bizi biz yapan İslâm Medeniyetinin enfes yazısı yasaklanmış, yerine Batı Medeniyetinin kadim Lâtin alfabesi kabul edilmişti. Merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın “Kurucu Önder”in topladığı dil ve tarih (!) kongresinde aldığı notlar, bu hareketin zihin dünyamızı nasıl perişan ettiği kadar, bizi dünyaya nasıl rezil kepaze ettiğini de -bir nebze de olsa- göstermektedir. Merhuma kulak verelim: - “Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Dil ve Tarih Kongresi bitmiş, bu münasebetle açılan sergi gezilmişti. İtalyan müsteşriklerinden Prof. Rosso yanıma geldi ve: - Sizin Akdeniz hakkında yazdığınız yazıların hepsi İtalyanca’ya çevrilmiştir. Topkapı Sarayı kütüphanelerini çok iyi tanırsınız, birkaç kitap inceleyeceğiz. Vaktimiz çok dar, bize yardım eder misiniz? dedi. Bunu memnuniyet ile kabul ettim. Yanındaki bir başka İtalyan profesörle beraber saraya gittik. Kütüphane memuru Latin harfleriyle kargacık-burgacık yazılmış kocaman bir fihrist defteri önümüze koydu. Bu fihristte birçok kitap ve müellif isimleri yanlış yazılmış, âdeta uydurulmuş gibiydi. Saray kütüphanelerinde bulunan Arabça, Farsça ve Türkçe birçok kitabın ve müelliflerinin adlarını doğru okuyup yazacak kimselerin Türkiye’de sayıları maalesef iki elin parmakları kadar azdır. Birlikte oraya gittiğimiz bu yabancı profesör Türkologlar, bu fihristin sahifelerini açtılar. Sonra birbirlerinin yüzüne baktılar. Prof. Rosso kulağıma eğilerek: ‘İbrahim Bey!..’ dedi. ‘Siz harf inkılabı yaptınız, Lâtin harflerini kabul ettiniz. Eski yazınızla yazılmış fihrist defterleri varsa onları istesek, bir suç işlemiş olmayalım!..’ ‘Hayır!..’ dedim Hâfız-ı kütübden İslâm harfleriyle yazılmış fihristleri istedim. Gitti, getirdi. Profesörler çeyrek saat içinde aradıkları yazma kitapları buldular. Prof. Rosso: - KUZUM İBRAHİM HAKKI BEY! DÜNYANIN EN GÜZELİ OLAN YAZINIZI NİYE ATTINIZ, O GAYET KOLAY YAZILAN ÇİÇEK GİBİ YAZI ATILIR MIYDI? GARBIN SEÇKİN OTORİTELERİ, İLİM ADAMLARI, KOLAY YAZILIR VE GÜZEL BİR YAZI ARIYORLAR. HENDESÎ VE ÇİRKİN LÂTİN HARFLERİNİ NİÇİN KABUL ETTİNİZ. BEN LÂTİNİM, LÂTİN HARFLERİ DE BİZİM MİLLÎ HARFLERİMİZDİR. FAKAT ONUNLA KÖKLÜ BİR İLİM YAZISI YAZILAMAZ!..” Bu hatırayı nakleden merhum, başından geçen daha garib bir hâdiseyi şöyle nakletmekte: - “İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı Hükümeti arasında bilhassa Taşlıca havalisi hakkında ihtilaflar vardı. Avusturya-Macaristan Hükümeti bazı ülkeleri topraklarına katmak istiyordu. Bu maksatla bir basın toplantısı yapılmıştı. Bu toplantıya dünya matbuatının belli başlı mümessilleri katılmışlardı. Türkiye basınını da Hüseyin Cahit Bey temsil ediyordu. Fransızca konuşan İmparator’un beyanatı daha ziyade Türkiye’yi ilgilendirdiği için Hüseyin Cahit Bey’in beyanatlarının hepsini tespit etmek istiyordu. Konuşması bittikten sonra Hüseyin Cahit’e: - Söylediklerimi siz de aynen kaydedebildiniz mi? Meslektaşlarınız sahifeler doldurduğu halde, sizin elinizde bir tek sahifecik var! dedi. Hüseyin Cahit Bey: - Evet, majesteleri, söylediklerinizin hepsini kaydettim. Dinlerken serî bir surette Türkçe’ye çevirerek yazdım. İsterseniz, Türkçe olarak yazdıklarımı Fransızca’ya çevirerek okuyayım… Hüseyin Cahit Bey iyi Fransızca bilirdi. Yazısını da çok ince yazardı. İmparator’un beyanlarından tuttuğu notları Fransızca’ya çevirerek ifade edince İmparator onun elindeki bir tek varak(kâğıt)tan ibaret kâğıdı almış, yazıya bakmış ve hayretle: - Bu kadar laf, şu kadarcık küçük kâğıda nasıl sığdı. Bu ne güzel yazıymış demiş ve kâğıda uzun uzun bakmıştır. Hüseyin Cahit, bana bu hikâyeyi naklettikten sonra: - BİLİYORSUNUZ, BİZ DE LATİN HARFLERİNİ TERVİC EDİYORDUK. BÜYÜK GÜNAH İŞLEMİŞİZ!.. BU HARFLERLE YAZI YAZAMIYORUM, ELİME KALEMİ ALINCA LATİN HARFLERİ FİKRÎ İNSİCAMIMI BOZUYOR, demiştir.” Merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın anlattığı bu hatıra, dil devriminin, su katılmamış bir İslâm düşmanı olan Hüseyin Cahit nezdinde bile ne kadar gayri ilmî olduğuna mesned teşkil etmekte. İslâm Düşmanı Hüseyin Cahid’in, İslâm yazılarının aleyhinde gözükmesine rağmen, 1947 yılında Hakkı Tarık Bey’e yazdığı İslâm harfleriyle mektubu ve Lâtin Alfabesini bir türlü benimseyememesi, durumun vehametini göstermiyor mu? Bilinen bir gerçek: O yıllarda neredeyse bütün basın erbabı, yazılarını eski yazı ile yazmaktaydı. Hattâ Abdullah Cevdet bile bunların içindeydi. Bu gerçeği İbrahim Hakkı Konyalı şu şekilde belirtmekte: - “Refiî Cevad Ulunay gibi Türk matbuatının kıdemli kalemşörlerinden olup eski yazımızı bilenlerin hepsinin, daima bütün yazılarını İslâm harfleriyle yazdıkları bir gerçektir. Hatta o kadar ki; dini mübâtâtsızlığı ve İslâmı inkârı ile meşhur İçtihad Mecmuası sahibi Abdullah Cevdet bile böyle yapardı. Hâlbuki bu zat her mânevi kıymete karşı çıktığı gibi İslâm yazısına da karşı çıkmış ve bu mevzuda pek çok yazı kaleme almıştır. Mecmuasında Hristiyanlık Âleminin kullandığı rakamları kullanırdı. Çok cimri, paracı bir bedbahttı. Yeni harfler kabul edilince mecmuasının satışı sıfıra inmişti. Zarar ediyordu. Benim çalıştığım ‘Son Posta’ gazetesi onun matbaasının yanındaydı. Komşu idik. Sık sık bana yeni harflerin kötülüklerinden bahsederdi. Bir gün beni matbaasına çağırdı. Çay içtik. Diyordu ki: - İbrahim Bey, bu harfleri tavsiye ve müdafaa ederken büyük günah işlemişim! Tövbeten Nasûhâ!..” Arapça bilirdi. Nasuh tövbesiyle tövbe ediyor, Allah’tan günahlarının affını diliyordu. Koyu bir Latin harfleri düşmanı olarak ölüp gitmişti. Tabutu Ayasofya Camii’nin musallasına konmuştu. Müslümanlar bu münkirin cenaze namazının kılınmayacağını söylüyorlardı. Ben: - O, yeni harfleri kabul ettirme günahını işlediği için bütün günahlarından tövbe etmiştir! dedim. Bu sözüm üzerine namazı kılınabildi.” 1896 yılında hayata gözlerini açıp 1984 yılında ebediyete uğurlanan merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın mevzuumuz ile alâkalı şu hatırasına kulak vererek bitirelim: - “Rahmetli Zeki Velidî Bey’den dinlemişimdir. Meşhur Türkolog Rosso Viyana’da verdiği bir konferansta; ‘Güzel Türkçe’yi hiçbir kuvvet yıkamamıştır. Yeni harfler yıkacaktır. Bu harfler Müslüman Türkler’in geçmişleriyle, tarihleriyle gelenekleriyle alâkalarını koparacaktır’ demiştir.” Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu… Türk basın hayatının çok yakından tanıdığı simalardan… Babıali merkezinden “ESKİ HARFLERİMİZ İÇİN UMUMİ AF İSTİYORUM” sayhasını kopartıp, İSLÂM HARFLERİNİN cesur müdafiliğini meslek edinen bahtiyarlardan… Kültür dünyamızın katledilmesinin en müessir zeminini hazırlayan harf devriminin menfi dünyasını şu şekilde beyan eder merhum; - “Türk dilinin fonetiğine pek uygun olduğu iddia edilmiş olan bu harfler, Türk millî hançeresini bozmuştur. Yirminci asrın ilk çeyreği içinde doğmuş olanların dillerindeki şive kıvraklığı, Lâtin harfleri ile yetişen nesillere sirâyet ettirilememiştir.” [32] Evet… Merhumun sözleri, son derece doğrudur. Türk Dilinin fonetik yapısının, Latinize harflerle sağlanamayacağı son derece aşikâr olan hakikatlerden… Fonetik yapısı bozulan dilin, musikisinin de, tiyatrosunun da, edebiyatının da, hâsılı tüm hayatî sahalardaki eserlerinin de bozulacağı hakikatini, bizlere şu şekilde beyan ve ihtar ediyor Nizamettin Nazif: - “İstanbul hanımefendisinin dudaklarındaki o bülbül şakıyışlı Türkçe uçup gitmiştir. Türk dilinin hatibi kalmamış, Türk sahnesinin aktörü, Türk müziğinin hânendesi, dilin sihrini kaybetmiştir. İnanmayan, radyosunun düğmesini çevirir ve dinler. İnanmayan, Büyük Millet Meclisi’ne gidip dinleyiciler balkonunda oturur, kürsüye çıkanlara kulak verir. İnanmayan, dilediği tiyatronun gişesine gidip bir bilet kestirir, sahnede konuşanlara kızabildiği kadar kızar.” [33] Nizamettin Nazif’in de beyan ettiği bu haince ve cahilce teşebbüs; nihayetinde, Türkçemize en büyük darbeyi indiren hareket olmuştur. Bunun bir diğer tabiî neticesi olarak, Türkçemizi ilmî hakikatleri anlatamaz hâle getirmiştir. Bu gerçeğe bir misâl vermemiz, mevzuumuz açısından son derece faydalı olacaktır. Ankara Ortadoğu Üniversitesi’nde rektör olan Kemal Kurdaş’a “Niçin İngilizce ile tedrisat yapıyorsunuz” diye bir soru geldiğinde; Kemal Kurdaş, şu cevabı verir: - “Türkçe ile tedrisat yapılamaz, çünkü bu dil kifayetsizdir.” Bunu diyenler, gün gelip de “İngilizceyi ikinci resmî dil kabul edelim” derlerse hiç şaşırmaya gerek yoktur. Zira lisan meselesinde idarecilerimizin ve çoğu entellektüellerimizin kifayetsizliği ve umursamamazlığı inanılmazdır. En büyüğünden en küçüğüne kadar iş çevreleri da hâliyle bu açılan çığırının peşinde sürüklenmektedir ki, şirket isimleri ve sokaklarımızdaki tabelalar, yarı İngilizce yarı Türkçe vaziyettedir artık bugün. Bu hadisenin vehametini kestiremeyecek kadar duyarsız idarî ve siyasî çevreler, harf inkılabını yapanlar kadar mesuldür. Lisanımızı Latinize harfler ile bozup İngilizceye peşkeş çekenlere, Nizamettin Nazif şu sözleriyle tepki koyar: - “Lâtin harflerine meydanı boş bırakmak için eski harflere karşı (sanki lâzımmış gibi) savrulmuş olan aforoz yüzünden, öz medeniyetimizin asırlar boyu kâğıda dökülmüş nice nice hazineleri umumi harsımızdan âdeta saf dışı edilmiş gibidir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlis Türk ve Müslüman vatandaşlarının yüzde doksan dokuz onda dokuzu eski Türk harflerini bilmemektedir ve bunların hepsi, Türk kitaplık ve arşivlerindeki kıymetlerin hepsinden gâfildir. Bu neticeyi hâlâ bir millî kazanç gibi görenler varsa alınlarını karışlarım. Latin harflerini tutturabilmek için pek sert konuşan bir ihtilal, belki beş yıllık bir kültür mahrumiyeti emredebilirdi. Ama bir millete öz kültür hazinesinin kapılarını sittin sene kapamak, en hafif ifade ile hüzün verici bir insafsızlık olurdu. Olmuştur da. Ve bu insafsızlık devam etmektedir de.” Peyami Safa’nın kültür devamlılığı sağlanması için okullarda Osmanlıca’nın da okutulması gerektiği fikrini Nizamettin Nazif şu sözleriyle doğrular: - “Eski harflerin resmî ve klâsik tahsil kadroları için de ciddi surette ele alınması zamanı gelmiştir. Zerre kadar korkulmasın: Eski harflerin okutulması ve Osmanlıca’nın bilinmesi Lâtin harflerini ne ortadan kaldırır, ne de zedeler.” Hem Peyami Safa’nın, hem de Nizamettin Nazif’in bu teklifi yerindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beş yıl sonra yapılan Harf Devriminden günümüze kadar 85 yıl geçmiştir. Peyami Safa’nın ve Nizamettin Nazif’in okullarda Osmanlıcanın da okutulması teklifi, çok çok sınırlı bir çerçevede de olsa, seçmeli bir ders olarak Osmanlıcanın bazı okul müfredatlarına eklenmesi suretiyle hayata geçirilmeye başlanmıştır. Ama çok yetersiz, ama çok geç; tüm bir dil ve kültür dünyamız harab olduktan sonra... Unutmayalım ki, bugün Latin alfabesinin DERHÂL kaldırılması gibi bir fikir beyan edilemez. Zira zihin dünyamız artık bu harfleri benimsemiştir ve bu harflerle de çok geniş bir “birikim” sözkonusu olmuştur. Şu hâlde bizlere yâni Müslümanlara düşen aslî vazife; Lâtin harflerinin yanısıra İslâm harflerini de öğrenmek, millî ve ilmî hazinemiz olan Osmanlıca’yı da derhal öğrenmek, ancak bu arada TEDRİCÎ bir şekilde de olsa İslâm harflerine geçiş için kampanya yürütmek olmalıdır. İsmail Karakuzu İsmail Karakuzu… İslâmcı camianın dikkat çekici simalarından… Gerek Milli Gazete’de gerekse diğer yayın organlarında yazdıklarıyla kendisinden oldukça söz ettirmişti bir dönem… Lisan bahsi ve harf devrimi üzerine kaleme aldığı yazılar; zihin dünyamıza farklı zenginlikler aksettirmekte. O hâlde daha fazla uzatmayalım ve İsmail Karakuzu’ya kulak verelim: - “Harf değişikliği bir milletin daha önceki kültürünü reddederek sil baştan işe koyulması demektir. Bu haliyle içtimai değişikliklerin –hiç şüphesiz- üzerinde en fazla durulmaya değeridir. Halbuki bizde bu inkılâbın yapılmasından önce leh ve aleyhte pek çok yazı çıkmış, münakaşalar yapılmış bulunduğu halde, bilahare bu neşriyat bıçak gibi kesilmiştir. Zira Hârf İnkılabını tervic eden ve onu kuvveden fiile çıkaran siyâsî otorite, aksine bir mülâhazaya tahammül edebilecek olduğunu bugüne kadar aslâ göstermemiştir. En basit muhâlefetlerin en ağır şekilde tecziye edildiği otoriter şeflik devrinin dimağlardaki acı intibaları, böylesine derin ve köklü bir değişiklik hareketi üzerinde gerektiği şekilde durulmasına imkân vermemiştir. Elli yıl önce ne umulduğunun ve bugün ise neye ulaşıldığının muhâsebesinin yapılmasındaki zarûret ise âşikârdır. “ [34]. Vatanımızın “millî” köklerini sökerek tüm maddî-manevî kurumlarını siyonist emperyalizmin kucağına atan Kemalizmin bu istikametteki en tahribkâr davranışıdır belki Harf Devrimi… Bugün “antiemperyalist” olduğunu iddia eden “kemalist ulusalcı” kesim, ne o gün bunun farkındaydı ne de bugün farkında. Daha doğrusu, “tepedekiler” herşeyin farkındayken, tabanlarındaki dalkavuk ve ahmak kitle hararet ve cehaletle alkışlıyordu bunu. Evet. Harf İnkılabı; Anadolu insanını İslâmî ruh ve düşünceden uzaklaştırmanın ve onu kendi köklerine yabancılaştırmanın adıydı. Bu gerçeği şu şekilde beyan eder İsmail Karakuzu: - “Üstelik Türk Milleti için bu mesele sırf millî ve tarihî kültürü alâkadar etmekle kalmayıp, aynı zamanda dinî veçheleri de ihtiva etmektedir. Zira terk ettiğimiz alfabe, mukaddes kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim’in okunabilmesi için yegane vasıtaydı. Hakikaten bugün kullandığımız Lâtin asıllı harflerle Kur’ân-ı Kerim’in doğru olarak yazılıp okunamadığı münakaşa kaldırmaz bir gerçektir. Bu itibarla, bizde harf değişikliği aynı zamanda ve evveliyatla dinî bir mes’ele teşkil etmekte olduğu halde, bugüne kadar mes’elenin bu veçhesi üzerinde gerektiği şekilde durulmamıştır.” [35] Tarih boyunca milletler iki sebeble alfabe değiştirmişlerdir: 1) Din Değiştirme. 2) Esâret İsmail Karakuzu şu şekilde doğrular bu gerçeği: - “Umûmiyetle yeni bir din kabul ederek onun tâyin eylediği asabiyete dahil olan milletler, o din için umûmi ve müşterek olan alfabeyi de kabul etmişlerdir. Bunun tarihte pek çok misali vardır. Türk Milleti’nin İslâm harflerini kabulünde bu sâik rol oynamıştır. Fakat İslâmlaştıktan sonra bu dinin bir nevi alamet-i farikası mevkiinde bulunan harfleri benimseyip kabul etmek, Türk Milleti’ne mahsus bir hareket değildir. Gerçekten Çin ve Endonezya Müslümanlarından Slâv asıllı Boşnaklar’a kadar İslâmlaşan her unsur, aynı yolu takip etmiştir. Hıristiyanlık câmiası için de aynen vaki olan bu hareket tarzını kınamaya ise, imkan olmadığı meydandadır. Tarih boyunca bir dinin mensupları arasındaki en büyük yakınlaşmayı sağlayan, daima yazı beraberliği olmuştur. Esaret sebebiyle yazı değiştirmenin zamanımızda bile misalleri mevcuttur. Mesela bugün Moskof idaresi altında yaşayan Türkler, Kiril asıllı çeşitli alfabeler kullanmaktadırlar. Hıristiyanlaşmadıkları halde bu alfabeleri kabul ve tatbik etmeleri hayretle karşılanabilir. Fakat bunda kendi irade ve ihtiyarlarının bir rolü olmadığını söylemeye hacet yoktur. Gerçekten Ruslar, idaresi altındaki Müslümanların birlik ve beraberliğini imkansız kılmak için onların her birine –hepsi de Kiril yazısından çıkarılmış olan– çeşitli alfabeler kullanmayı mecburî kılmaktadır. Hatta bu dessâsâne harekete, sadece muhtelif Müslüman unsurların birbirleriyle anlaşmamalarını sağlamak için baş vuruyorlar. Üstelik aradan onbeş yirmi sene geçince alışılmış olan yeni alfabeleri de tekrar tebdil ve tağyir ederek nesiller arasındaki asgarî anlaşma ihtimalini de bertaraf etmekten geri kalmayan Ruslar hesabına son derece akıllıca bir hareket teşkil eden bu hususun, Türkiyemiz bakımından dehşet verici bir ibret tablosu teşkil ettiği muhakkaktır.” Sözlerimizi İslâm Harflerinin kullanılışının son günü, Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir karikatürün altında yazan şu hainâne sözlerle bitirelim; - “Bugün gömdüğümüz Arap harfleri ile yarın kullanacağımız Türk Harfleri arasındaki fark, deve ile otomobil arasındaki fark kadar büyüktür. Arabistan’ın çöllerinden gelen deve iptidâiliğin, gericiliğin, betaetin remzi, Batı’dan aldığımız otomobil ise, terakkinin, medeniyetin, sür’atin timsalidir. Deve o ağır, battal ve mütevekkil yürüyüşü ile bizleri senelerce çöllerde dolaştırdı, bir türlü medeniyet vahasına ulaştıramadı. Şimdi çöllerden yıldırım sür’ati ile geçen, her mâniayı kolayca aşan o medeniyet vasıtası bizi çabucak istediğimiz yere eriştirecektir. Deveyi çoktan bırakıp otomobile atlayarak bizi geride bırakmış olan milletlere artık sür’atle yetişeceğiz. Deve, fariza-i haccı ifa edenleri Kabe’ye götürdü. Otomobil de terakki ve tealiye teşne olan milletimizi medeniyet kabesine götürecektir.” “Mürteci” dediğiniz İran “deve” dediğiniz o İslâm harflerini kullandıkları hâlde uzaya gidiyor, atom bombası yapıyor ve binlerce kilometre menzilli füzeler yapıyorken, siz Batıdan aldığınız “son model otomobil”le (!) 80 yıldır yerinizde sayıyorsunuz, neden acaba?! Neyse, “deveye sormuşlar...” hesabı, nereleri doğru ki ve doğruydu ki bunların?.. METİN ACIPAYAM – YENİ AKADEMYA
Posted on: Sun, 15 Sep 2013 10:39:51 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015