6-9 kuralını düşündüğümde aklıma paranoid hastalarım - TopicsExpress



          

6-9 kuralını düşündüğümde aklıma paranoid hastalarım gelir. Onlar, kesin inançlı olarak hiçbir mantıklı açıklanmadan etkilenmeyecek bir zihin durumundadırlar. Bu yüzden onlarla bu inançlarını tartışmayız bile. Mantıktan muaf birine mantıklı açıklamanın faydası olmayacağını biliriz. İşte aynı nedenle yönetimde bulunanları itidale davet etmenin, vicdanlarına seslenmenin bir yolu yoktur. Kibir ve nefretle gözleri-gönülleri kör olanların, düşmeden anlamalarının imkanı yoktur. Boşuna nefes tüketmeye gerek yok. Kaddafi’yi hatırlıyorum da; kaybettiğinin ancak o çukurda (yani düşünce) farkına varabilmişti. Karikatürdeki iki adam yer değiştirmedikçe anlayamaz. Kibir ve nefret ise yer değiştirmeye engel olur, bu nedenle ancak düşerlerse anlayacaklar. Fatih’in İstanbul’u aldığında zindanlardaki esirleri serbest bıraktığı söylenir. Orada bir tane de rahip olduğunu görünce merak eder ve neden zindanda olduğunu sorar. Rahip “Sultanım, adaletsizlik aldı başını gidiyor, yöneticilere çıktım ve dedim ki: Bakın bu adaletsizlik böyle devam ederse imparatorluğumuz çok yakında yıkılır, lütfen önlem alın.” İmparator bana çok sinirlendi ve zindana attı. Bu yanıt Fatihin hoşuna gider ve rahibe: “Şimdi git de bak bakalım, benim imparatorluğumun ömrü ne kadarmış?” der. Rahip doğrudan kadıya gider. Kadı öğle namazı için camiye gitmiştir. Biri alıcı, biri satıcı olan iki davalı kadıyı beklemektedir. Adamlardan birinin yanında ayakta zor duruyor görünen bir at vardır. Biraz sonra at yere yığılır ve son nefesini verir. Camiden dönen kadı adamlara şikayetlerini sorar. Davacı: “Kadı efendi, bu adam bana şu yerde görmüş olduğunuz atı sattı. Arkadaşlarım atı görünce ‘bu at hasta, götür geri ver’ dedi. Atı satan bu adam: ‘Atı geri almam, çünkü ben sana sattığımda at sağlamdı, sen hasta etmişsin’ dedi. Ben de şikayet edeceğimi söyledim, atı alıp size getirdim. Sizi beklerken at öldü. Bu adam beni kandırdı, ben paramı istiyorum.” der. Kadı bu kez sözü satıcıya verir: “Kadı Efendi bu adam yalan söylüyor, ben atı ona sattığımda at sağlamdı. Sonradan hastalanmış olmalı.” Kadı her iki tarafı da dinledikten sonra biraz düşünmüş ve hükmünü açıklamış: “Atla birlikte buraya geldiğinizde ben şahsi ibadetim için camideydim. Eğer görev yerimde olsaydım atın hasta olduğunu görecek ve satıcı da sana parayı geri ödeyecekti. Bu yüzden sorumlu benim, bu atın parasını sana benim ödemem gerekiyor” diyerek atın parasını alıcıya ödemiş. Rahip Fatih’in karşısına tekrar çıkmış ve: “Sultanım, ülkenizde bu adalet sürdükçe, merak etmeyin, ilelebet yıkılmayacaksınız.” Ülkeyi yönetenler de eğer adaletle hüküm veriyorlarsa hiç korkmasınlar, iktidarları sapasağlam kalacak. Ama değilse… (Kendi deyimleriyle) Allah yar ve yardımcıları olsun. Dünyaya hükmedenler, dünyanın en güçlü, en modern teknoloji ve silahlarla donatılmış donanmalarıyla Çanakkale Boğazına girdiklerinde, bunu gören Türk askerinin korkup sineceği zannettiler. Öyle ya, bir avuç çapulcu, koskoca donanmaya karşı durabilir mi? Kibrin yol açtığı küçümseme, o bir avuç çapulcunun bir destan yazmasına yol açtı. Çünkü o askerler, güçlerini iktidardan, silahlardan, paradan değil, inançlarından alıyorlardı. Hiç kuşkusuz, insanların el açıp yakardıkları, adaletten yana olacak. Bu nedenle iktidar sahipleri (İnandıkları kitapta yazdığı gibi: yakınlarının aleyhine de olsa) adaletle hüküm veriyorlarsa onlara müjdeler olsun. Ama değilse… Allah yardımcıları olsun. Onlara kızmayalım, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar ve gerçekten göremiyorlar… İyi şeyler yaptıklarını sanıyorlar. Aşırılıkları, kabul edememeleri bundan. Kimbilir, 6-9 kuralına göre belki de ben yanılıyorum. Yanılma ihtimalimi kabul ediyor, nefret etmekten ve -Eric Hoffer’ın deyimiyle- Kesin İnançlı olmaktan (kesin doğru yolda olduğumu sanmaktan) Tanrı’ya sığınıyorum. Saç yolan, kemik kıran, nefesleri daraltan polislerimize gelince; onları her izlediğimde Milgram deneyi aklıma geliyor. Kumanda başkasındaysa, emri başkası veriyorsa insanlar bir robota dönüşüyorlar ve her türlü acıyı; sorgulamadan, herhangi bir suçluluk ya da sorumluluk hissetmeden verebiliyorlar. Onların hiçbiri cani değil, sadece sorumluluk hissedemiyorlar. Bir yaşamöyküsünde okumuştum. Yazar, Nazi toplama kamplarına ilk geldiğinde genç bir adam dikkatini çekiyor. Bu genç adam, zor koşullara rağmen şaşırtıcı bir şekilde sağlıklı ve dinamik görünüyor. Kimin yardıma ihtiyacı olsa koşuyor, günlük yarım küflü ekmeğini ve bir tas su gibi çorbasını paylaşıyor ve yeni gelenlere, durmadan sevmeyi, affetmeyi ve nefret etmemeyi öneriyor. Yazar, umutsuzluğa kapılanlara destek olup direnme güçlerini artıran bu genç adama bir gün dayanamaz ve sorar: “Biliyor musun, zulme uğrayan bu insanlar için affetmek ve sevmek, sandığın kadar kolay değil. Onların çoğu ana-babalarını, eşlerini, çocuklarını kaybettiler.” O zaman ilk kez gözleri buğulanarak dalgınca uzaklara baktı ve ilk kez kendi hikayesini anlattı: “Ben avukattım. Bir gün 5 çocuğum ve karımla evdeyken SS askerleri geldi ve gözlerimin önünde onları acımadan katletti. Onlara yalvardım, “Ne olur, beni de öldürün, bu acıyla yaşayamam” Askerler: “Hayır, sen yabancı dil biliyorsun, işimize yarayabilirsin” diyerek beni öldürmediler. O anda bir seçim yapmam gerektiğini anladım. Ya sevgiyi seçecektim ya da nefreti. Biraz önce nefretin, sevdiğim her şeyi hayattan kopararak elimden almasına tanıklık etmiştim. Ben, sevgiyi seçtim.” Eşi tutuklanan bir asker eşi, “Ne ben, ne eşim ne de çocuklarım bunca zulmü hak edecek bir şey yapmadık. Adalete güvenmiyorum doktor hanım, ama ilahi adalete güveniyorum ve bekliyorum.” demişti. Bence ilahi yönetmenin bir bildiği var ve ben de tüm kalbimle adaletin kazanacağını biliyorum. Ormanda yangın çıkmış. Tüm hayvanlar can havliyle kaçışırken küçük bir karınca sırtında yaprak, içinde bir damla su yangına doğru koşuyormuş. Kaçışan hayvanlardan birinin dikkatini çekmiş bu durum. Karıncaya küçümseyerek ve acıyarak bakmış ve: “Sen, bu bir damlacık suyla koskoca yangını söndüreceğini mi sanıyorsun?” Karınca: “Yangını söndüremeyeceğimi tabii ki biliyorum. Ben sadece tarafımı belirliyorum.” Derelerimiz-ormanlarımız yağmalandığında, adaletsizlik baş tacı yapıldığında, miniklerin gelecekleri karartıldığında, savaşın eşiğine ramak kaldığında; yüreğimde bir acı çaresizce izlemek zorunda kaldığımda önce geri dönüp tarihe bakarım: Çok daha büyük acılar yaşamış insanlar. İşte böyle işler sarpa sardığında ve elimden bir şey gelmediğinde ben, hayatı bir tiyatro oyunu gibi hayal ederim. Bilmediklerimizi bilen ilahi bir yönetmenin olduğunu, bu oyunun bazen rol almak, bazen de seyretmek için olduğunu düşünür ve O’na güvenirim. Kabeyi yıkmak için kalabalık ve güçlü bir orduyla Mekke’ye doğru yola çıkan müşrikler, şehrin yakınlarında kamp kurmuşlar. Yolda hayvanlara da el koyuyorlarmış. Sanırım peygamberin amcası, develerine el konulduğu haberini alınca müşriklerin komutanına çıkmış. Komutan onu görünce ağzı kulaklarında: “Hayrola, Kabeyi yıkma diye yalvarmaya mı geldin? “ “Yoo, ben develerimi almaya geldim. Kabenin sahibi var, o evini korur” Bu direnen gençlerin, derelerin, bebelerin bir sahibi var ve onlara sahip çıkacak. Barışla, sevgiyle direnenlere, su taşıyanlara selam olsun. Tüm çapulculara selam (barış) olsun.
Posted on: Wed, 19 Jun 2013 13:35:13 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015