AYKIRI TÜRK DIŞ POLİTİKASI Türkiye’nin Suriye’ye yönelik - TopicsExpress



          

AYKIRI TÜRK DIŞ POLİTİKASI Türkiye’nin Suriye’ye yönelik NATO liderliğindeki kolektif askeri operasyona katılmaya hazırlandığının belli olduğu bu günler son on yılın Türk dış politikasını değerlendirmek için uygun bir zaman. Sorulması gereken temel sorular şunlar: Suriye’de müdahaleye başvurmak geçmiş ilkelerden bir kopuş mudur, yoksa bu ilkelerle tutarlı mıdır? Suriye’deki çatışmanın bu aşamasında diplomasiyi askeri bir girişimle değiştirmek sağduyulu ve faydalı bir hamle midir? Bu sorular Türkiye’nin AKP 2002’de hükümete geldiğinden beri bölgede ve dünyada ne yaptığını kapsamlı bir şekilde değerlendirmek için uygun bir zemin hazırlıyorlar. 2010’a kadar AKP hükümetinin dış politikasının mimarı olan Ahmet Davutoğlu, diplomasi dünyasında bir rock yıldızıydı. Batılı olmayan hiçbir dışişleri bakanı, son yıllarda bölge ve dünyada bu kadar iyi bir izlenim bırakmamıştı. Diplomasi dünyasının BM Güvenlik Konseyi’nin kalıcı üyelerinden birini temsil etmeyen bir devlet adamından bu kadar etkilenmesi çok sıra dışı bir olaydı. Davutoğlu, az görülen bir erdemler toplamına sahipti: kavramsal olarak berrak bir zihin, kültür, tarih ve uluslararası ilişkilere dair derin bir bilgi, aynı zamanda sosyal yetenekler ki üst düzey politikada bunlar siyaset pratiğinin ana araçlarıdır. Davutoğlu’nun Türkiye’nin bölgesel dış politikasına dair yaptığı ve çok takdir gören tanımlama da bu dönemde geldi: “Komşularla sıfır sorun” (KSS). Komşuları eski Osmanlı zaferlerini hatırlatan geniş bir vizyon içinde tanımlıyordu: Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrupa. Sahraaltı Afrika, Orta Asya, tüm İslam dünyası, Balkanlar, Kafkasya ve hatta Latin Amerika’ya doğru da genişletiyordu. Bu kozmopolit dünya görüşü çerçevesinde Davutoğlu’nun Hint tanrılarının kol sayısından daha fazla teli olan bu tekerleğin merkezine Ankara değil de İstanbul’u koyması bizi şaşırtmamalı. Dünya şehirlerini ziyaretlerinde Davutoğlu, birçok diplomatik açılım yaptı, çok sayıda arkadaş ve hayran kazandı, Türk iş dünyasının yeni pazarlara yelken açmasına yardım etti ve Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün kesintisiz desteğini aldı. Bu kadar yenilikçi bir yaklaşımın, özellikle de Türkiye’deki yönetici sınıfının nasıl keskin bir şekilde bölündüğü düşünüldüğünde, eleştiri çekmesi bekleniyordu. Davutoğlu’nun bazı ihtiyatlarla birlikte dış politikadaki temel yönelimi müdahale yanlısı olmayan “yaşa ve yaşat” ilkesi gibi gözüküyordu. Arkadaşlar arasına diktatör rejimler de kabul edilmişti. Bunlar arasında Suriye’de Esed, Libya’da Kaddafi de dâhildi. Bu deney işe yarıyor gibi gözüküyordu. Komşularla ilişkiler dostçaydı. İstanbul, bölgesel ve küresel çaptaki toplantılar için tercih edilen şehir olmuştu. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’ne yüksek bir oyla seçildi ve Washington bile genel olarak olumlu bakıyordu. Türkiye-Amerika ve Türkiye-İsrail ilişkilerinde bazı hayal kırıklıkları yaşandı. Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olmasından birkaç yıl önce Türkiye, ABD’nin Irak’a saldırısını kendi topraklarından geçerek yapmasına izin vermedi. Daha da önemlisi, Ankara’nın İsrail-Suriye çatışmasının barışçıl çözümü, Hamas hükümeti ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesini ve Filistinliler için adaleti destekleme çabaları sonucu İsrail ile ilişkilerde büyüyen ihtilaf vardı. Bu problemler, Erdoğan’ın 2008 sonunda Gazze’ye yapılan saldırı sonrası İsrail’i sertçe eleştirmesiyle daha da büyüdü. 2010’da Mavi Marmara adlı Türk gemisinin abluka altındaki Gazze’ye insanî yardım getirirken uluslararası sularda İsrailli komandoların saldırısına uğraması ve sekiz Türk bir de Türk-Amerikan vatandaşının öldürülmesiyle ilişkiler o zamana kadarki en kötü noktasına gelmiş oldu. Bu kadar tartışmalı olmasa da Türkiye’nin İran’la ilgili yürüttüğü iyi diplomatik ilişkiler de konu oldu. Mayıs 2010’da Türkiye, diğer bir yükselen jeopolitik güç olan Brezilya’yla birlikte İran’ın nükleer programı sorununu zenginleştirilmiş uranyumun yabancı güçlerin denetiminde saklanması anlaşmasıyla çözmeye çalıştı. Böyle bir diplomatik atakta bulundu. İran’la ilişkilerde yumuşak diplomasiye vurgu yapan Türkiye’ye hem Tel Aviv hem de Washington sinirlendi. Zira iki ülke de tehdit diplomasisi uyguluyorlar ve askerî taraflarını göstermekte ısrar ediyorlardı. Özellikle Türkiye’de diplomasinin eski ilkelerinin değiştirilmesinden endişelenen bazı kesimlerden gelen başka eleştiriler de oldu. Bu eski ilkeler yetkilerini Türkiye’nin modern kurucusu Kemal Atatürk’e dayandıran bir seri cumhuriyetçi laik ve askerî liderin uzun zaman içerisinde geliştirdiği ilkelerdi. Bu geleneksel Türkiye yaklaşımının merkezinde bölgede ve dünyada ABD’nin pasif bir takipçisi olmak, yararlı ve sadık bir NATO üyesi olmak ve temelde ittifakın güney kanadını koruyacak insan gücünü sağlamak vardı. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin bölgede ve dünyada kendi yolunu çizmesi riskliydi çünkü Soğuk Savaş’tan beri sanki dünya avuçlarının içindeymiş gibi davranan ABD siyasetçilerini eninde sonunda rahatsız edecekti. ABD hükümeti ve hükümetin takipçisi düşünce kuruluşları kaygı verici bir biçimde Başbakan Erdoğan’ın baskı rejimi planlamasından ve sorumsuz hareketlerinden, AKP’nin alkol ve zina gibi konularda şeriat ilkelerini öne sürdüğünden bahsetmeye başladılar. En çok da Türkiye’nin Washington için temel konularda bağımsız hareket ediyor olması kibirli bulunuyordu. Atlantik’in diğer tarafındaki siyaset yorumcuları ise Soğuk Savaş’ın bitmediğini, iki kutuplu bir dünya disiplininin hâlâ canlı olduğunu ve Türkiye gibi ikincil önemdeki devletlerin eğer iyi “jeopolitik vatandaş” olarak kalmak istiyorlarsa sadece iç işlerle ilgilenmeleri ve uluslararası sorunları ABD’ye bırakmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Toplamda Türk dış politikası çok iyi bir şekilde tasarlandı ve uygulandı. Davutoğlu, Foreign Policy dergisi tarafından dünyadaki en etkili on kişiden biri olarak gösterildi ki liste; siyasetçiler, iş dünyasının devleri ve kültür dünyasının yıldızlarından oluşuyordu. Elbette geriye dönüp bakıldığında kendisinin kavramsal olarak yeteri kadar dikkatli ve nüanslı olmadığını görüyoruz. Komşularla sıfır sorun politikasının değişen koşullarda ayakta kalabilmesi için bazı değişiklikler yapmak gerekti. Formüle ediliş biçimi çok geneldi ve hükümetin kendi halkına ve komşularına karşı iç ve dış davranışlarına kayıtsız bir şekilde düşünülmüştü. Kendi kaderini tayin hakkı ve müdahalesiz bir dış politika sömürgecilik sonrası dünyada çok iyi ilkeler ama tek ilke değiller. İsrail’in davranışları Davutoğlu’nun komşular evrenine uysa da uymasa da kabul edilemez olmuştu. Bundan sonra Arap Baharı geldi. Türkiye, Washington gibi rüzgârın nereye eseceğini beklemeden, Riyad gibi eski düzene sarılmadan ya da Tel Aviv gibi sessiz kalmadan Arap Baharı’nı kucakladı. Başta ‘Komşularla Sıfır Sorun’ politikası daha da canlanmış gibiydi. Türkiye ve liderleri bölgede ve hatta dünyada bir numaralı tercih oldular. Tam bir model olarak alınmasa da Türkiye’nin iktisadi ve siyasi başarıları aynı zamanda da jeopolitik bağımsızlık ilanı Ortadoğu, Kuzey Afrika ve hatta dünyada övüldü ve hayranlık uyandırdı. Türkiye ve 2011 baharını yaşayan her ülke, tarihin doğru tarafında duruyor gibiydi. SURİYE YANILGISI Daha sonra Mısır’da ve Tunus’ta başkanların düşüşünden sonra ortamı karartan ikinci aşama başladı. Sorunlar önce Suriye’de, sonra da Libya’da baş gösterdi. Bir düzeyde İran’da da yaşandı. Komşularla Sıfır Sorun, Halklarla Sıfır Sorun olarak yeniden düzenlendi. Gerçekten de birçok kere Davutoğlu’nun açıkladığı üzere bir hükümet silahsız insanlarını büyük sayılarla öldürmeye başladığında Türkiye’nin dış politikası insanların tarafında ve hükümetin karşısında olacaktı. Bu tür bir politika değişikliği kabul gördüyse de Türkiye’nin 2009’da Yeşil Devrim sırasında Tahran’ın uyguladığı baskı karşısında sessiz kalmış olması biraz utanç yarattı. Türkiye’nin o dönemdeki sessizliği kan akmadığı ve İran’a yönelik tüm bölgeyi ve dünya iktisadını etkileyecek bir askerî operasyondan kaçınabilmek için diplomasi kanallarını açık tutmak gerektiği iddia edilerek açıklanabilir. Özellikle Suriye’de yönetici elitlerin karşı hamleleri Türkiye’nin konumunu zora soktu. Bir taraftan Türkiye, Şam gemisinden çok çabuk atlamıştı, yabancı güçlerin Suriyeli isyancıları desteklediğini ve muhalefetin çok çabuk üstün geleceğini hesaplamıştı. Fakat sonuçlar Ankara’nın umduğu gibi olmadı. Suriye üzerindeki mücadele Türkiye, ABD, Avrupa ve Suudi Arabistan’ın isyancıların yanında, Rusya ve İran’ın da rejimin yanında olduğu daha büyük bir çatışmaya dönüştü, bu güçler karşı karşıya geldi. İsyancı güçlerin çatışma durumlarında radikal İslamcı güçlerin desteğine hatta bazen El Kaide’yle ilişkili kuvvetlere bağımlı hale geldikleri de ortaya çıktı. Türkiye, on binlerce Suriyeli mülteciye sığınak oldu. Özgür Suriye Ordusu da Türkiye’ye sığındı. Daha sonra da Mısır’da darbe olmayan kanlı darbe yaşandı ve Türkiye, tekrar hem demokratik bir biçimde göreve gelmiş Mursi hükümetinin devrilmesini hem de iktidar mücadelesinde ve Müslüman Kardeşler’i tamamen ezme çabası içinde insanlık karşıtı suçlar işleniyor olmasını çok yüksek sesle eleştirdi. Washington kaçamak oynar, Sisi cuntasının en zalim devlet terörü karşısında bile Mısır’la olan stratejik ilişkisinin ağır basmasına izin verirken, Erdoğan lafı hiç dolandırmadı ve Mursi’nin anayasal hükümetini zorla ele geçirenlerin yaptıklarını kınadı. TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKADAKİ BAĞIMSIZ TAVRI Bu darbe karşıtı duruşun Türkiye’yi Başbakan’ın başdanışmanı ve Davutoğlu’ndan sonra hükümetteki en zeki dış politika adamı olan İbrahim Kalın’ın ifadesiyle “değerli bir yalnızlık” haline soktuğunu iddia etmek bir abartı olabilir ama bu, mazur görülebilecek bir abartı. Böyle bir yalnızlık, diplomasinin hâlâ, ahlak ve uluslararası hukuka ancak kendi stratejik çıkarlarına hizmet ederse saygı gösteren sert güç kullanımından yana realistlerin elinde olduğunun haklı bir eleştirisidir. AKP dönemi Türk dış politikası sorunsuz değildir, fakat bu sorunlara rağmen Türk hükümeti defalarca ahlakı hiçe sayan ve hukuksuz davranışlar karşısında realist hesapları altüst etmeye hazır olduklarını göstermiştir. Filistinlilerin uluslararası hukuk çerçevesindeki hakları için verdikleri mücadeleyi desteklemesi, Balkanlar ve Kafkasya’daki barış çabaları, “başarısız devlet” ilan edilip bir kenara atılan Somali’ye el uzatması ve çoktandır geciken BM reformunu şiddetle desteklemesi, aynı zamanda da Esed ve Sisi’ye karşı duruşu, şu anda başka bir hükümet için söylenemeyecek kadar başarılı bir dış politika karnesi oluşturdu. İktisadi ve stratejik çıkarlara dayalı fırsatçı hesaplar Türk dış politikasını çok farklı yönlere çekebilirdi. Kalın’ın açıkladığı gibi Türkiye, bölge ve dünyada yalnız olmaktan çok uzaktır fakat Mısır gibi işlenen korkunç suçlara göz yummak için pragmatik sebeplerin olduğu yerlerde Türkiye kendini neredeyse tamamen yalnız buluyor. Evet bu yalnızlık değerlidir çünkü devlet iktidarını kullananlar değil de diğerleriyle bir dayanışma gösteriyor. Komşularla Sıfır Sorun politikasının bölgedeki hiç beklenmedik değişimlerle aşıldığına şüphe yok. Halklarla Sıfır Sorun politikası bile “halkların” iki tarafta da olabildiği karışık çatışmalar silsilesine uymak için fazla genel. Bu çatışmaların sonuçları ılımlılık ya da insan hakları ilkelerine uymayabilir. “Değerli yalnızlık” bu bölgesel karmaşanın ortasında ilke ile pratiklik arasında en uygun yere denk düşen tanımlama olabilir. Türkiye’nin bu çabalarını bölgedeki halkların pahasına jeopolitik oyun oynamaya devam eden ahlak ilkelerine uygun hareket etmeyen realist gruba katılmak için terk etmemesini umuyoruz. Elbette Türkiye’nin saygınlığı, Gezi Parkı gösterilerine verilen aşırı sert cevaptan çok zarar gördü. Sonunda Halklarla Sıfır Sorun politikasına ancak hükümetin kendi muhalefet eden vatandaşına davranışını görerek güvenebiliriz. Benim görüşüme göre Türkiye’nin Suriye’de ne yapacağı durum ilkeli bir değerlendirmesinden sonra ortaya çıkacaktır. Şiddeti Suriye halkının faydasına olacak şekilde nasıl sonlandırabiliriz diye düşüneceklerdir. Bu elbette müdahalenin iyi sonuç vereceği anlamına gelmez. Son 70 yılda gördüğümüz askerî müdahaleler nadiren başarılı oldu. Suriye, Türkiye ve dünya için çok zorlu bir açmaz. Elimizdekiler doğru cevaplar değil de sadece hiçbir çok iyi olmayan seçenekler gibi gözüküyor. *Prof., Princeton Üniversitesi. Richard Falk, bu makaleyi Zaman için kaleme aldı.
Posted on: Fri, 30 Aug 2013 09:52:50 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015