GÜLEMEYEN YÜZLER GÜLÜNÇTÜR -I- Kani Yado – 26.09.2013 - TopicsExpress



          

GÜLEMEYEN YÜZLER GÜLÜNÇTÜR -I- Kani Yado – 26.09.2013 1981 Yılında Hunza State’li Saleh Han isminde bir insanla tanışmıştım. Bana Hunzalılarla ilgili çok önemli bilgiler aktarmıştı. Masallarda ölümlü olmayan ülkeleri arayan masal kahramanı gibi çok sevinmiştim. Benim aradığım güler yüzlü insanlardan bahsediyordu. Bu güler yüzlü insanlar okumamışlardı, okuma yazma bilenlerin oranı yüzde bir. Okulları yoktu ama mutluydular, uzun ömürlüydüler Saleh Han’ın bana anlattıkları insanlar. 130 yaşını bulan insan sayısı oldukça fazlaymış. Saleh de Hunzalıydı. Uzun boylu ve yakışıklıydı. Pakistan’da böyle uzun boylular az bulunur. Zaten “Pakistanlıyım” dediğinde şaşırmıştım! Yüzü de farklıydı. İnsana güven telkin eden mimiklere sahipti. Gözleri hep gözlerimde gülüyordu sanki. Saleh Han’nın şahsında insan, gülemeyen yüzlerin gülünç olduğunu hatırlatıyordu, çünkü Saleh’in tebessümleri insanı büyülüyordu sanki. Saleh “Gülmesini unutmak insanın kendine yaptığı zulümdür” diyordu, haklıydı da, evet zulmün en büyüğüdür. Saleh Han’ın mensup olduğu toplum, Kuzey Pakistan’ın sarp dağları arasında suları soğuk, tadına doyulmaz meyveleri olan bereketli vadilerde yaşarlarmış. İnsanların neşeli, güler yüzlü ve uzun ömürlü olmalarını az et ve çok kaysı yediklerine bağlıyordu Saleh. İddiası çok mantıklı geldi bana. Ben kaysının bağırsakları düzenleyen maddeler ihtiva ettiğini biliyordum ama insan yüzünü güzelleştirdiğini ve insan ömrünü uzatabileceğinden haberim yoktu. Hunza State’yi anlattığında sanki kendimi okumakta olduğum bir romanın sayfaları arasında kaybolup gidiyordum. Yeterli olmayan İngilizceme göre konuştuğu için mimiklerimiz sohbetimizi tamamlıyordu. Saleh hoş sohbetliydi, sohbet etmeye dünden razıydı sanki. Bu durum işime çok yaramıştı. Saleh Han anlattıkça ben oradakileri, ülkemdeki, hatta yaşadığım diğer yerlerdeki insanlarla karşılaştırıyordum. Hunzalılar okula gitmezlermiş, yazılı edebiyatları yok. Tüm bilgiler aktarma ile nesilden nesile geçermiş. Zirai üretim ile ilgili bilgiler mutlaka aile içinde öğretilir. Tek öğrenme yerleri aile ve çevre ilişkilerindeki pratik. Kadınları oldukça çalışkan olduğunu aktarmıştı Saleh Han. Bizim Kürd kadınları da çalışkan ama çok ağır çalışırlar. Orada hantal çalışan kadına rastlanmazmış. Saleh’le konuşurken bir ara sessizlik oldu. O esnada hayaller beni köye götürmüştü. Çocukluğumda yoksul ama mutlu kız ve erkek çocukları, gelinleri komşu kadınları, amcaları, teyzelerimi, nenemi, dedeleri, annemi gözlerimin önüne getiriyordum. Ortak yanları çoktu. Aralarındaki tek fark Hunzalılar hala gülmesini unutmamışlar ve hala mutludurlar ama bizim köyde çok şey değişmiş. Peki bu müspet olmayan değişim nedir? Oysa daha sonra köye okul gelmişti, İstanbul Türkçesini konuşan batılı öğretmenler gelmişti, bir Türkçe konuşma sevdası tutmuş ama neden gülmeleri unutmuşlar? Bir vurgun vardır mutlaka ama nedir bu kalleş vurgun? Asimilasyon binlerce yılda mayalanmış kültürü, mayası bozulan yoğurt gibi ak sütü bozuyormuş, belki budur sorun. Gençleri Avrupa’ya gitmiş, gönderdikleri paralarla yeni evler almışlar evler modernleşmiş. İnsanlar sanki Erbakan hocayla paraşüt ile inen İslamiyeti yeni keşfetmiş! Bir daha dalıyorum. Köyümüz eskiden de Müslümandı, her kes birbirini severdi, şimdi ne keşfetmişler ki o gülen yüzler kaybolmuş, gülmelere yasaklar konmuş, yüzlere kramp girmiş sanki. Mimikler paramparça, gözler anlamsız bakışlar fırlatır bilinmeyenlere. Yazgısının keder çizgileri kat be kat eskisinden daha derin! Bizim köyde eskiden “çor lêxıstın“ derlerdi bu durumlara. Birden bire bir kahkaha sesiyle gözlerimi açtım, Saleh: - Are you sleeping, or are you dead? (Uyuyor musun yoksa öldün mü? - No I’m not dead yet, if you tell more, I could pass out. (Hayır henüz ölmedim ama daha fazla anlatırsan bayılabilirim” şeklinde etkilendiğimi ima ettim. Sohbetimiz sorduğum sorularla uzadıkça uzuyordu. Hunza State’de eğlencelerden tutun delikanlıların göz koyduğu kızlara erkeklik şovlarına kadar her şeyi anlatıyordu. Ben daha çok mutluluğun sırlarının nerede olduğunu yakalamaya çalışıyordum. Bizde Araplaşıp kararan yaşam biçiminde yasaklarla insan ne hale geldiğinin sırlarını yakalıyordum. Kesinlikle burada sevmesini öğrenemeyenlerin sık sık hastalandıklarını ve kısa ömürlü olduklarını keşfettim. Ne demek komşularını kıskanıp mide krampına kendini ezdirmesi, ne demek insanları sevmediği için yüzlerin buruşması? Çok korkunç bir illet! Dalıyorum yine ve hayalim beni Elaziz’e götürüyor. kontra-devlet özel savaş dairesi tarafından uygulanan programla gericileşen ve hemşehrileri Selahattin Demirtaş gibi şuurlu bir Elazığlı aydını ezip geçen Elaziz’e gidiyorum. Bilmiyorum belki Elaziz Palu’yu kendinden saymaz! Akşam serinliğinde gezintiye çıkıyorum ama bin türlü tehlike beliriyor karşımda! Peki karanlık sokakta karşıma bir grup simsiyah çarşaflı teyzeler çıksa korkudan bayılıp düşmez miyim (?)diye hayaller kuruyorum. İnsan böyle kara/karanlık cisimleri karanlık sokaklarda görse kesinlikle cehennemdeki katran karalarını hatırlar ve acaba öldüm mü diye bir yanını cimcikler! Bu korkular ve endişeler nasıl yerleşmiş şuuraltına? Ne de olsa aile içinde din dersleri aldığımızda böyle arabesk korkulardan, korkuluklardan çok bahsedilir, bilinçaltına virüs gibi yr bulmuş kendine, yerleşmiş bir kere nasıl bu karamsarlıkları düşünmez insan! Yine dalıyorum, dalıyorum! İlişkilerin ikiyüzlülüğü, kişinin sürekli kendini maskeleyemeye ihtiyaç duyması, kendini olduğundan daha fazla göstermesine kadar her şeyi çözmeye çalışıyordum. Daha önce kendimi sorgulamaya başladığım için iyi bir başlangıç yapmıştım aslında. Bu yüzden çözmek için girdiğim yöntem daha kolaylaşıyordu. Kendi maskemi kaldırdığım gibi karşılaştırmalı düşünmeyle çevreyi de çözmek kolaylaşıyordu. Hunzalı insanlar okula gitmediği halde neden gülmesini biliyor, gülmeler neden unutulmamış?” Hiç mi Arap korkuluklarını buralara getirmemişler? Bu soruların cevaplarını arıyordum. Kendi kendime sorup çözmeye başlamıştım. Genellikle insanlar neden asabidirler? Biz neden kurtarıcı pozisyonlarına giriyoruz, insanın kendi kendini sorgulayıp kendini kurtarmasını engelliyoruz? Bizim general duruşçu olmamız bir hastalık sonunda mı oluştu? Neden silah soruyla insanları hizaya koyup zulmederek kurtarıyoruz? Hepsinin özetinde “Asiye nasıl kurtulur? Sorusu belirdi. Çünkü Hunzalı kadını yeteri kadar Asiye ile karşılaştırmıştım, hiç ortak yönleri yoktu. Hatice anamızdı. Kadın anadır, kadın neden cariye yapılıp satılıyor? Hep anamı düşünürdüm. Anam da bir Hatice’dir. Analar neden Arap şeyhlerinin karşısında zil takılıp oynatılır? Hani cennet anaların ayaklarının altındaydı? Analarımız neden esir alınıp Osmanlı padişah saraylarında bir eşya olur? Biz analarımızın çocuklarıyız. Daha çok acıları, dertleri ve kederleri ana yüreklerine indirmeden gülmesini öğrenelim Hunzalılar gibi. Gülmelerimiz kahkahaya dönüşüp gül açsınlar.
Posted on: Thu, 26 Sep 2013 22:17:26 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015