SİBEL YERDENİZ | Bizden olmayan ‘düşman’ mıdır? Ya da - TopicsExpress



          

SİBEL YERDENİZ | Bizden olmayan ‘düşman’ mıdır? Ya da Türkiye bir ‘hukuk devleti’ midir? (2) ********** AKP iktidarı, 16 Kasım’da Diyarbakır’da ‘barış ve kardeşlik’ mesajlarıyla gövde gösterisi yaparken -ve bu güne kadar çözüm süreci adına yapılan her şey gösteriden ibaretken- aynı saatlerde Çağlayanda, Berkin Elvan ile ilgili basın açıklaması yapmak isteyen halkına savaş açmıştı. Berkin’in mağduriyetine dikkat çekmek isteyen eylemcilere yapılan müdahaleyi, sonrasında T24’de Fatih Pınar’ın kamerasından izledim, polisler karga tulumba gözaltına almaya çalıştıkları insanlara Direnme! Direnme! diye bağırıyorlardı. Kürt halkı bunca yıldır, kelimenin tam anlamıyla ‘ölümüne’ direnmeseydi acaba Başbakan bugün yine barış ve demokrasi aşkıyla yanıp tutuşarak Diyarbakır’a gidip yüz sürer miydi? Diyarbakır’da, Başbakan Erdoğana ulaşarak gözyaşları içerisinde ‘barış’ talebinde bulunan yirmi yaşındaki Remzi Araz Taş attığı için 2.5 yıldır cezaevinde olan ağabeyime annem her gün ağlıyor, ben bir gün ağlamışım çok mu? diyerek ekliyor: “Başbakan bana dedi ki Ben süreci düzeltmek için buradayım. Ağabeyim suçsuz. Başbakanımızdan onu özgürlüğüne kavuşturmasını istiyorum. Barışın ve özgürlüğün hakim olacağına, bunu da Başbakanımızın en iyi şekilde gerçekleştireceğine inanıyorum. Başbakan Erdoğana güveniyorum... Remzi, iki buçuk yıl önce bir gösteride güvenlik güçlerine taş attığı için ‘terörist’ ilan edilen abisini ve eşi benzeri görülmemiş bir hukuksuzluk; akıllara ziyan iddianamelerle yıllardır cezaevlerinde rehin tutulan halkından binlerce insanı, cezaevine koyan iradeye güveniyor. O irade bugün hangi hesaplarla orada olmuş olursa olsun Remzi “Barış, barış!” diye bağırarak ona doğru koşuyor… Herkesin ‘tarihi bir gün’ diye nitelendirdiği 16 Kasım 2013’ün, bana göre anlamı budur. Remzi’nin gözyaşlarının sahiciliği. Protokolden, gösteriden, iktidardan ve tüm hesaplardan uzak. Bunca yıl çekilen çileden, tarifsiz acılardan ve dökülen bunca gözyaşından sonra, eğer gerçekten barışı arzuluyorsak hep birlikte dönüp bakmamız gereken ilk yer toplumsal belleğimizdir. Yönümüzü nerede, nasıl kaybettik? Bu güzelim coğrafyada, hep birlikte bir arada barış ve huzur içinde yaşamaktan ne uğruna ve hangi bedeller karşılığında vazgeçtik? Bugün, bu coğrafyada bir arada barış ve huzur içinde yaşayan bir toplum inşa etmek, ancak suçlarımızın, hatalarımızın, günahlarımızın hesabını vermek, içtenlikle özür dilemek ve helalleşmek ile mümkün. O yüzden toplumsal tarihimize tekrar tekrar, gözlerimizi kaçırmadan ve açık yüreklilikle bakmamız gerekiyor. Bu sürecin önemli yol göstericilerinden biri olacağını düşündüğüm, -aynı zamanda hafızamızı da tazeleyecek- DİSA’nın ‘Geçmişten Günümüze Türkiye’de paramiliter bir yapılanma: Köy koruculuğu sistemi’ raporuna -bir önceki yazıda kaldığımız yerden- devam ederek mesela… ama bu sefer madalyonun diğer yüzünden okuyarak: Şubat 1987’de, Cumhuriyet Gazetesi’nde Hasan Cemal, “Hakkari’nin Uludere ilçesine bağlı Taşdelen köyündeki PKK baskını sonrasında değerlendirmelerde bulunarak, son beş saldırının tümünün korucu ailelerine yönelik olduğunu ve bu saldırıların, koruculuk sisteminin yerinde ve caydırıcı olduğunu gösteren işaretler olarak sayılamayacağını…” yazar. Ağustos 1989’da 2000’e Doğru dergisinde, Cudi Raporu kapsamındaki bir haberde, korucuların silah bırakma hikâyesi yer alır: Beytüşşebap Mahmuranlardan son korucular da silah bırakmak üzere yetkililere başvururlar. Ancak komutan bir türlü kabul etmez, “Bu vatan sizlere emanet, yoksa kim koruyacak buraları?” der. Ancak köylüler kararlıdır: “Vallahi komutanım, bu vatan esas size emanet. Zaten askersiniz. Biz basit köylüleriz. Onun için silahlarımızı geri alın. Yoksa hayatımız battı...” Ekim 1989’da Nokta Dergisi’nde Bülent Ecevit, saha röportajı yaparak derlediği Güneydoğu izlenimlerini şöyle aktarır: “Bundan 84 yıl önce Sultan Abdülhamit, buralarda aşiret reislerine ‘Hamidiye Alayları’ denen milis kuvvetleri kurdurmuştu ve bunlar, bölgeyi koruyamadıkları gibi, halkın başına bela kesilmiş, bölgenin yarı feodal yapısını büsbütün kökleştirmişlerdi. Şimdi, Cumhuriyet döneminde, ‘Hamidiye Alayları’ yeniden diriltiliyor... Güneydoğu’da ‘kişi, zümre ve sınıf egemenliği’ni pekiştiren, Anayasa’yı hiçe sayan ve devleti bir aşiretler yönetimine dönüştüren bu utanç verici uygulamadan haftalardır yakınıyorum…” Koruculuğu kabul etmeyenlerin, ‘vatan haini, işbirlikçi’, kabul edenlerin ise hedef olduğunu söyleyen Ecevit, halkın iki ateş arasında kaldığını da ekler. Koruculuğu kabul/ret sürecinde devletin söylemi ‘bizden olmayan düşmandır’ biçimine dönüşür. Koruculuğu reddedenler PKK’li olarak kabul edilir ve ona göre davranılır. Devletin korucu olmayanları, PKK’nin ise korucuları ‘hain’ olarak nitelediği Böyle bir ortamda, korucu olmayanlar devletten, korucular da PKK’den çekinerek zaman zaman saf değiştirirler ancak bu sefer de karşı tarafın hedefi haline gelirler… Aslında, tarihsel olarak bakıldığında, ilk yıllarda daha çok ödüllendirme yolunun seçildiği görülür.Bu ödüllendirme, aşiretlerle yapılan anlaşmalarda aşiretin ileri gelenlerinin geçmişte işledikleri suçların silinmesiyle gerçekleşirken, yoksul köylüler için ise ‘düzenli bir koruculuk maaşı’ vaat edilerek yapılmıştır. Askerler ve mülki amirler köylülere koruculuğun bir anlamda ‘bekçilik’ olduğunu, sadece kendi köylerini koruyacaklarını ve karşılığında sürekli bir gelir alacaklarını söyleyerek korucu sayısını çoğaltmaya çalışırlar. Ancak işler öyle yürümez. 1990’ların başından itibaren baskı rejimi hakim olur; korucu olmayı kabul etmeyen köyler boşaltılır ve yakılır, köylüler dayak, işkence ve katliama maruz kalır. Korucu olmamakta direnenler -eğer canlarını kurtarabildilerse- çareyi köylerini terk etmekte bulurlar. Mayıs 1995’de Yeni Politika Gazetesi’nde, Diyarbakır’ın Kulp ve Lice ilçelerine bağlı ‘korucu olmayan’ köylere uygulanan gıda ambargosuna ek olarak, köylülerin tedavi görme, ilaç alma ve akaryakıt kullanmalarının da artık izne tabi olduğu; hastaneye gitmek için hastalarıyla birlikte karakola başvurmaları, hastane dönüşünde reçeteyi karakola onaylattıktan sonra ilaçlarını almaları ve aldıkları ilaçları tekrar karakola ibraz etmeleri gerektiği aktarılır. Yaşadıkları gıda, ilaç ve mazot ambargosu yanında gece evlerinin dışındaki tuvalete bile gidememelerinin nedenlerini sorduklarında kendilerine bu yaptırımların “Korucu olmayan köylerin PKK’ye yardım etmesini engellemek üzere” uygulandığı söylenir. Mayıs 1993’de, Gündem Gazetesi, Mardin’in Tizyan köyündeki 33 korucunun, silahlarını bırakmaları halinde affedileceklerini söyleyen Abdullah Öcalan’ın açıklamasının ardından koruculuğu bıraktıkları, bu yüzden on beş gün boyunca asker tarafından gözaltında tutuldukları, işkence gördükleri, serbest bırakıldıktan sonra köylerini terk ettikleri ve hayati tehlike içinde bulundukları gerekçesiyle İHD Diyarbakır Şubesi’ne başvurduklarını aktarır. DİSA’nın raporundaki saha çalışmasında, korucuların ve ailelerin ‘koruculuk’ ile ilgili söyledikleri ve mağduriyetleri birbirinin tekrarı gibi: “Koruculuğa başlama nedenimiz, devletin silahıyla kendimizi korumaktır. Korucu, operasyonlara, köyün dışında her yere askerin önünde gidecek değildir. Korucu kendi bölgesini korur.Sistem ve uygulama yanlıştı, her şey arap saçına döndü. Kuzey Irak’a bile yolladılar. Göreve bir jandarma komutanlığı ile çıkıyoruz, bir piyadelerle, bir özel harekatçılarla; yani kim ne derse oraya gidiyoruz. Haklarımızı bilmediğimiz için karşı çıkamıyoruz ve sürekli devlet tarafından kullanılıyoruz. (Korucu, Kızıltepe) “Şimdi Ergenekon’dan yargılanan Ali Öz yüzbaşıydı o zaman. Bizim köyde görevliydi 1997’de. Bize geldi, bizim köy korucu olmak istemedi. Ama bize baskı yaptı ve ‘Korucu olacaksınız!’ dedi. Köylü ne yapsın bu durumda? Savunmasız, fakirdi. Her evde on çocuk var. Okumamışlar, cahiller. İmkân yoktu göç etmek için. İşte bu yüzden korucu olduk, gönüllü olmadık ki.” (Korucu, Van) “Korucu olmayan köyde yaşayamaz,” dediler. Bizim her şeyimiz köydeydi. Biz nasıl çıkacaktık, nereye gidecektik elimizde avucumuzda bir şey olmadan? Çünkü o zaman bize “Eğer korucu olmazsanız hiçbir şeyinizi almadan çıkıp gideceksiniz,” dediler. Biz zoraki korucu olduk. (Korucu eşi, Kulp) “Onlar dedi ki ‘Gel, bekçi ol.’ Bilmiyorduk korucu olacaklar. Korucular onların umurunda değil, insan mı sanıyorlar sanki; hiçbirisi onları insan sanmıyor. Devlet onları korucu yaptı, elini üzerinden çekti. Diğer insanlar da, çevre de onları dışladı. İki taraf arasında kaldık, mahvolduk. (…) Köye saldırdılar; bir hafta dilim tutuldu, korkudan tüm vücudum morardı. Kayınbabam da, kocam da orada, ikisi de korucu, çatışmada. Çocuklar babaları kapıdan çıktığında ‘baba gitme, sen de öleceksin’ diye ağlardı. Ne hakları var çocuklarımıza bunları yaşatmaya? (Korucu eşi, Mardin) Resmi rakamlara göre, Şubat 2013 tarihi itibarıyla bölgedeki 22 il sınırı içinde 46.195 geçici köy korucusu bulunuyor. Bunların dışında, 20-25 bin civarında olduğu tahmin edilen gönüllü köy korucusu mevcut. Ancak silahların sustuğu bu dönemde bile, köy koruculuğunun hangi yollarla tasfiye edileceğini tartışmak yerine, sayılarının artırılmaya çalışıldığı bilgisi zaman zaman basına yansıyor. Sayıları gönüllülerle birlikte 70 bine ulaşan ve neredeyse sivil bir orduya dönüşen köy korucularının, ‘barış’ sürecini destekledikleri, ancak kan davasından endişeli oldukları, Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Tepealtı Köyü Korucubaşı Adnan Durak’ın şu sözleri Ile yine raporda yer alıyor: “Tek tek dolaşıp ölenlerin yakınlarına ‘Bizi affedin’ diyemem. Bunu devlet düşünmeli.Adamın oğlu dağda ölmüş ve biliyor ki biz o gün operasyondayız. Dolayısıyla bunu bizden biliyor. Peki barış oldu diyelim. PKK, devlet ile barışıyor. Tamam da, bizi de karşı taraf ile barıştırsınlar. Ya biz ne olacağız?” Korucuların kaygıları, çözüm sürecinde sadece halkların birbirleriyle değil, bir halkın kendi içinde barışması ihtiyacının da ne denli elzem olduğunu gözler önüne seriyor. Son olarak DİSA’nın raporunda, koruculuk sisteminin ‘olası’ tasfiye sürecinde dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanıyor: Korucuların silahları ve her türlü imtiyazları geri alınmalı, koruculuk sistemi tümüyle tasfiye edilmeli. Sivillere karşı suç işlemiş korucular derhal mahkeme önüne çıkarılmalı. Korucuların belirli bir program içinde, işgal ettikleri topraklardan ve evlerden çekilmesi sağlanmalı. Korucuların özlük hakları karşılanmalı, çalışma yaşında olanların başka iş sahibi olmaları için seçenekler sunulmalı. Koruculuk yapmış ve halen yapmakta olanların, orman bekçiliği, okul güvenliği, petrol hattı bekçiliği gibi, güvenlik ve koruma işlerinde kesinlikle çalıştırılmamaları; silah taşımayı gerektirecek ya da başkaları üzerinde imtiyaz sağlayacak herhangi bir işte hiçbir surette çalışmamaları için kesin önlemler alınmalı. Paramiliter yapıların yeniden üretilmelerini ve faaliyet göstermelerini besleme riski içeren denetimsiz silah ticareti, sivil toplum kuruluşlarının da içinde yer aldıkları bir mekanizma ile güvence altına alınmalı. Gerek PKK ve korucular, gerekse korucular ve köylüler arasında, korucular silahları bıraktıktan sonra öç alma eylemlerinde bulunulmayacağına dair, her kesimin katılacağı bir uzlaşma anlaşması yapılmalı. Ülkede paramiliter bir sistemin tekrar ortaya çıkmaması için her türlü yasal önlem alınmalı.
Posted on: Wed, 20 Nov 2013 06:33:35 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015