Türban Bir Özgürlük Sorunu Mudur? Cevriye Aydın tarafından - TopicsExpress



          

Türban Bir Özgürlük Sorunu Mudur? Cevriye Aydın tarafından yazıldı | ÖRTÜNME’NİN ÖYKÜSÜ VE KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ İ.Ö. 1200’de, Asur Yasası’nda hangi kadınların peçe kullanması gerektiği, hangilerinin ise buna hakkı olmadığı konusu ayrıntılı olarak belirlenmişti. Peçe kullanması gerekenler cinselliği ve doğurganlığı yalnızca bir tek erkeğe ait olan “saygın” kadınlar; peçe kullanmaya hakkı olmayanlar ise cinselliği herkese ait olan fahişeler ile köleler idi. Ve, hakkı olmadığı halde peçe takanlar cezalandırılıyordu. Bu kesin ayrımı ortaya koymak üzere, “peçe”nin bunca önemli bir gösterge haline gelmesi, anlaşılacağı gibi, mülkiyetin miras yoluyla babadan oğula geçmesini güvence altına alan “ataerkil aile”nin kurumlaşıp yasalaşması ve devlet güvencesine kavuşmasının sonuçlarından biriydi. Mezapotamya ve daha sonra İran, Helen, Hristiyan ve İslam kültürlerinin tümü, farklı derece ve nüanslarda, yöresel etkileri bugün de süren ataerkil geleneğin biçimlenmesinde rol oynadılar. İ.S. 5. ve 6. yüzyıllarda da, Bizans’ta, cinsiyetlerin birbirinden soyutlanması (haremlik-selamlık), özellikle yüksek sınıflardan kadınların ev dışına çıkarken örtünmeleri ve peçe takma uygulaması geçerliydi. Bu dönemde, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu toplumlarını, esas olarak Hristiyanlar ve belirli ölçülerde Yahudiler oluşturuyordu. Sonradan Müslüman toplumların orta ve yüksek sınıflarında görülen bu uygulamaların çoğunun Bizans toplumundan devralınan bu cinsiyetçi kültür mirası olduğu ve kadının cinsellik ve doğurganlığa indirgenmiş varlığını meşrulaştıran ataerki’nin sonucu olduğu izlenmektedir. Türkler, çarşafla, Bizans ve Doğu Hristiyanlarında karşılaşmışlardır. Osmanlılarda örtünme, köylülerden çok, kentli orta sınıflarda geçerlidir. Haremlik/selamlık ayrımı, Osmanlıya Bizans’tan geçmiş bir saray yaşam tarzıdır.. Her üç semavi dinin doğduğu ve yayıldığı Ortadoğu kültüründe, kadınla ilgili pek çok dinsel buyruk ortaktır. Ve hatta örtünme, her üç dinde de mevcuttur. Çünkü ortak kaynaklardan beslenen Doğu Akdeniz ve Ortadoğu kültüründe, tarihsel kökleri derin olan ataerkil aile düzeni’nin ortak meşruiyet zemini olması, en geniş kültürel maddi temeli oluşturmaktadır. Ama bugün İsevi ve Musevi dinsel kültürün egemen olduğu toplumlar, farklı tarihsel süreçleri ve laiklik konusundaki farklı düzenlemeleri nedeniyle, örtünmeyi hayli geçmişte bırakmışlar ve bu toplumlarda örtünrme, bugün sadece kendini dine adamış kadınların sürdürdüğü bir ritüel olarak kalmıştır. Bütün tek tanrılı dinler, tıpkı İ. Ö. 1200’lerde Asur Yasası’nda yer aldığı şekilde, kadınların giyim kuşamından, mülkiyet hakkı ve erkeğe karşı konumuna, özel hayatındaki davranışına kadar en ince ayrıntılarına dek yaşamının sınırlarını özel olarak çizmişlerdir. Tarihin cilvesine bakın ki, İ. S.1980’li yıllarda, MEB ve YÖK yönetmelikleri gibi düzenlemelerde de, kadınların giyecekleri kılık kıyafetler en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş; adeta başka iş yokmuşcasına, başörtü yasaklama ve yasak kaldırmalar birbirini izleyerek, İ.S. 2010 yılına gelinmiştir.(Dipnot) Şimdi bu şaka gibi görünen düzenlemelerin; insanlığın son 12 bin yıllık geçmişine –yani avcılık/toplayıcılık ilkel döneminden yerleşik yaşama geçiş ve tarımın keşfine kadar olan süreç hariç– damgasını vuran ataerkil toplum düzenini sürdürmenin nasıl temel dayanakları olduğu anlaşılabilirse, bugünkü türban tartışmalarının da öyle mazisi pek yakın geçmişe ait bir konu olarak kalmadığı görülebilir. Buradan; kadın özgürlüğü ve eşitliği sorununun sadece ataerki ile birleşik bir sorun olarak kalmayıp, onu da kapsamak üzere özel mülkiyet ve sınıf mücadeleleriyle bağı da anlaşılabilir.(dipnot) Türban tartışmaları, bugün, aslında insanlığın en eski çelişkisi olan ve özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla eş zamanlı olan kadın cinsinin erkek cinsi ve özel mülkiyet yararına baskı ve denetim altına alınması olgusunu, bu ezeli sorunu ülkemizde tekrar gündem haline getirmiştir. Türban, bugün, tarihsel bir çelişkinin su yüzüne çıkmış güncel görüngüsüdür. Yine “tarihin cilvesi” demekten alıkonulamayacak bir yanı da, türban özgürlüğü mücadelesi verenlerin azımsanamayacak bir kitlesellikte kadınlar olmasıdır. Türban özgürlüğü mücadelesi veren kadınlar, tarihsel bakımdan Truva atı rolü üstlenmişlerdir. Oysa bütün tarih içinde yer alan kadına yönelik baskı ve denetim araçları, kadınlar dışındaki egemenler tarafından, ataerkil düzenin kurulması ve bekası uğruna gerçekleştirilmişti. Aynı amaçlar için olanaklarını seferber eden bir siyasi akıma, bugün, onca kitlesellikteki kadınlar, gerçekten haklı taleplerini, nesnel olarak “örtü” etme durumunda bulunuyorlar. AKP, TÜRBAN, KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ Başbakan Erdoğan türbanın üniversitelerde serbest olmasına karşı çıkmanın “gericilik” olduğunu ilan etti. Üniversitelerde bilindiği gibi rektörlerin tutumuna göre türbanın serbest olduğu yerler var, yasak olduğu yerler var. Ardından, türbanın kamusal alana girip girmeyeceği tartışılırken, Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu’nun eşli olarak düzenlenmesi ile, turban, kamusal alana, devletin en üst makamına resmen davet edildi. Esasında devletin bütün üst makamlarına türbanlı ev sahipleri yerleşmişti. Ve bir ilköğretim okulu öğrenci velisinin ağzından, kızının türbanla okula alınmaması üzerine, türban tartışması ilköğretime kadar indi. Cumhurbaşkanı’nın eşi Hayrünnisa Hanım türban konusu ile birlikte tahminen politik konularda ilk beyanatını ilk ve orta öğretimde türbanın serbest olamayacağını söyleyerek verdi. Cumhurbaşkanı onu destekledi. Başbakan Erdoğan bu konuda Cumhurbaşkanı ile aynı görüşte olmadığını açıkladı. vs.. Bütün bu tartışmalar tekrar gündeme gelmeden, türban, zaten kamusal alana başka bir yoldan da çoktan girmişti. AKP’nin yönetimde olduğu bütün belediyelerde ve belediyelere bağlı kuruluşlarda yıllardır türbanlı kadın çalışanlar bulunuyordu. Yöneticilerinin uygun bulduğu başka devlet kurumlarında da türbanlı çalışanlar istisna değildi. Velhasıl türban tartışması kimbilir kaçıncı kez gündemin ilk sıralarına yerleşti. Gelinen nokta, türbanın meşruiyet mücadelesini “selametle” olabildiğince geniş bir tartışma süreci içinde tamamlama aşaması. Artık kamuoyu ve hukuk nezdinde türbana en geniş meşruiyet temelini sağlamak amaçlanıyor. Türban savunucuları, türban özgürlüğünün siyasi bir simge değil, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olduğunu savunageldiler. Bu savunuyu güçlendiren pek çok gelişme de oldu. Başörtülüleri aşağılayan, onurlarını rencide eden, isyan duygularını kışkırtan, gerçekten vicdan sahibi herkesin “pes!” diyeceği olaylar yaşandı. Ordu evlerindeki düğünlere giden başörtülü kadınların kapıdan içeri alınmamasından, çocuğunun mezuniyet töreni için gittiği üniversite kapısından çevrilen başörtülü annelere kadar, kamu vicdanının türban mağdurlarını bağrına basması için yapılabilecek her şey yapıldı. Ve bütün bu zulüm, laiklik adına yapıldı. Dinine ve geleneklerine bağlı kesimlerin, “lazım değil böyle laiklik!” diyesi geldi! Aslında türban özgürlüğüne en güçlü desteği, görünüşte en sıkı türban karşıtları vermiş oldu. AKP iktidarından önce türbanlılar, eli sopalı rektörler ve eli silahlı ordu temsilcileri tarafından devlet eliyle kovalanırken, AKP iktidarıyla durum tam tersine döndü. Devletin şefkatli elleri türbanlı başları sıvazladı. Yani her iki halinde de, devletin eli türbanın üstünde oldu. Sorunun kaynağıysa tam da bu. Devletin eli her daim din işlerinin içinde. 3 Mart 1924’te hilafetin, şeyhülislamlığın kaldırılmasıyla yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak, din işleri, yine devlet eliyle, başbakanlığa bağlı olarak yürütülmeye devam edildi. 80’li yılların sonlarına kadar laiklik sorunu, en yaygın şekilde imam hatip okulları ile din derslerinin müfredata sokulması, 12 Eylül darbecileri tarafından da zorunlu hale getirilmesi vesilesiyle kamuoyunun tartışma gündemine girmişti. 80’li yılların başlarına kadar da, türban, militan bir azınlık kadın grubunun dışında siyasal bir simge olarak yaygın bir şekilde kullanılmamaktaydı ve bir laiklik tartışmasının öznesi olmamıştı. (Dipnot) Model alınan Batı’da, çağdaş hukuk ve siyaset, isteyenin inanma özgürlüğü ile ibadetini istediği şekilde gerçekleştirme hakkını, bir nevi kişinin ve dini toplulukların dokunulmazlık alanı sayılmak üzere, kamusal alanın, devlet faaliyetlerinin ve kamusal hizmetlerin dışında bırakmıştır. Bu duruma da laiklik dendi. Laiklik, Batı’da sınıf mücadelelerinin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve yerleşti. Aristokrasi ile kilise ittifakının, burjuva sınıfının ve kapitalizmin gelişmesine ayak bağı olmaktan çıkarılması demekti, aynı zamanda. Öte yanıyla da, din ve devlet işlerinin tamamen ayrılması, dindarlığını yaşamak isteyen kilise ve dindar insanların kamusal alanların dışında ibadet ve eğitimini istediği gibi düzenleyebilmesi ve yaşayabilmesini ifade etti. Devletin bütün din ve inançlara –bu arada inanmayanlara da– eşit mesafede durması ve eşit davranması demek oldu. Bu tanım, devletin, insanlara; dini, ırkı, siyasi görüşü, etnik kökeni ne olursa olsun eşit davranma ilkesinin de bir gereği idi. (Anayasa Mahkemesi de, 2008 yılında türbanla ilgili verdiği kararda, “Dinlerden birini devlet olarak tercih fikri, ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı düşer. Lâik devlet, din konusunda, inancına bakmaksızın, yurttaşlara eşit davranan, yan tutmayan devlettir..” ifadeleriyle laiklik tanımının bu özgün biçimine atıfta bulunmaktaydı..) Laikliğin Batı’daki bu biçimi, dinsel alanla ilgili özgürlükleri kamusal alanın dışına taşırken, aynı zamanda, dini özgürlüklerin güvence altına alınmış olmasını da içeriyordu. Laikliğin Türkiye’deki biçimi ise, din işlerinin devlet tarafından yürütüldüğü, bugünkü sorunların bir bakıma hazırlayıcısı olan bir türevidir. 1961 Anayasası da, kendisine yüklenen bütün ilerici vasıflarının yanında, din işlerinin devlet eliyle yürütülmesini, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı anayasal bir kurum haline getirerek sürdürmüştür. Açıkçası, bugünleri on yıllarca önceden hazırlayan maddi temeller var. Cumhuriyet’in din ile ilişkisindeki bu sorunlu laiklik düzenlemesi, günümüzde 8 bakanlığın bütçesinden daha büyük bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığı’na kendi alanında ayrı bir cumhuriyet gibi güç kazandırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı denetiminde, diğer mezhep ve dinler yok sayılırken, camiler ve kuran kursları aracılığıyla ülkenin en küçüğünden en büyüğüne bütün yerleşim yerlerinde insanlar, 7’den 70’e, devlet eliyle sistematik bir sünni din eğitimine tabi tutuldular. Nitekim, Radikal Gazetesi’nde Ekim ayı içinde yayınlanan röportajında, eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, “Toplumun en uç noktasına kadar her yerde görevlimiz var, insanlarla bir aradalar..” diyerek, bu durumu birinci ağızdan ifade etti. Hatta Diyanet’in “sivil toplumun en sivil kurumu” olduğunu söyledi. Ülkede bugün okul ve hastane sayısından çok daha fazla cami olduğu sayılarla basına yansıdı. Kuran kursları ile kuran kursu ve cami yaptırma ve yaşatma dernekleri bu karşılaştırmada hiç yer almadı. Bütün geçmiş hükümetler döneminde, 12 Eylülcüler döneminde ve sonrasında da, Diyanet bir devlet kurumu olarak ve desteklenerek “..toplumun en uç noktasına kadar..” faaliyetlerini yürüttü Yani bugün AKP’nin ılımlı İslam modeline sözde en yüksek itirazları yükselten parti ve politikacılar ile “devletin asıl partisi” asker ve sivil bürokrasi, öncelleriyle, Cumhuriyet tarihi boyunca, “laiklik” adına, ülke çapında okullardan ve hastanelerden daha yaygın ve örgütlü olan bu kurumun bakanı, yöneticisi, yürütücüsü, parçasıydılar. AKP de, böyle bir laiklik içinde, zihniyet olarak devlet içinde örgütlü iken devlet eliyle sunulan olanakları son sekiz yıldır da iktidar olarak kullanıyor. Elbette bu gelişmelerin kadınlar cephesinde de bir karşılığı vardı. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi’nin merkez kampüsünde iki elin parmağı kadar sayıda türbanlı öğrenci vardı. Kimse bu öğrencileri üniversite kapısından geri çevirmiyor, derslere gayet özgürlük içinde giriyorlardı. Tümü değilse de çoğu; Beyazıt’ta resmi statüsü yatılı kız kuran kursu olan, gerçekte ise dini eğitimin yanı sıra ilkokuldan liseye kadar kız öğrencilere gayrı resmi eğitim veren ve yüzlerce (süreç içinde binlerce) kız öğrencinin ilkokul, ortaokul, lise bitirme sınavlarına dışarıdan girerek diploma almalarını sağlayan bu okulda gayrı resmi öğretmenlik yapıyorlardı. Üniversiteyi bitirdikten sonra resmi dairelerde çalışamıyorlardı. Henüz ortada bir türban mücadelesi yoktu, ama gelecekte verilecek mücadeleye uzun vadeli ve kitlesel bir hazırlık eğitimi vardı. Çok az olan erkek görevlilerle, günlük yaşam, haremlik-selamlık bir ilişki içinde yürüyordu. Bu okulun irili-ufaklı benzerleri Türkiye’nin pek çok yerinde vardı. O yıllara dek Şule Yüksel Şenler gibi birkaç isim dışında aydınlar dünyasında yeri olmayan bu kadınların, bugün politik alanda, basın ve televizyonlarda, bütün meslek alanlarında hatırı sayılır sesleri, temsilcileri var. Yüksek sesle evde, sokakta, mahallede, okulda, hayatın her alanında politika yapıyorlar. Olaya geniş ölçekli bir zaman penceresinden baktığımızda, 90’lı yıllardan bugüne gelen türban sorunu veya mücadelesinin, onlarca yıl geriye uzanan arka planında, uzun vadeli, sabırlı bir örgütlenme iradesinin olduğunu görüyoruz. Bu örgütlenme iradesinin, isabetle dikkat ve ilgisini yoğunlaştırdığı en önemli alan, kadın dünyasıydı. Cehaletten ve ev esaretinden muzdarip olan kadınlar.. On yıllardır yatılı kuran kurslarında okuyan, 6-7 yaşından 18-20’li yaşlarına kadar olan kız öğrencilerin hepsi de, yoksul, dar gelirli, kız çocuklarını dindarlığı nedeniyle okutmayacak ya da aynı zamanda fukaralıktan okutamayacak ailelerden geliyor. Onlara, cemaat ve tarikatlar, hem parasız, hem de içinden geldikleri geleneksel yaşam biçimi ve kültürden kopmadan okuma olanağı sunuyorlar. Refah Partisi ve AKP’yi iktidara getirmekte çok önemli bir işlev üstlenen bu kadınlar da, bugün iktidardan, kendilerine, okullarda, üniversitelerde ve kamusal alanda türbanlı yaşama özgürlüğü istiyorlar. Yani eğitim ve kamusal alanda çalışma özgürlüğü istiyorlar. Türban, kadın nüfusu üzerinde siyasal İslam’ın örgütlenme etkinliğinin bayraklaşan bir yönü. Kapıyı zorlayan bir yön.. Her yüklenmede açılmasına biraz daha yaklaşılıyor. Görülüyor ki, AKP’yi iktidara taşıyan önemli dinamik, Refah Partisi döneminde kadın nüfusun en temel taleplerine –sokağa çıkma, politika yapma, örgütlenme, eğitim ve iş– bizzat kendilerinin sahip çıkacakları bir alan açılmış olmasıdır. Kadınların militanca eğitiminin onlarca yıllık birikimi AKP iktidarıyla meyvelerini veriyor. Hayatın her alanında politika yapan İslami akımlardan AKP destekçisi ve örgütçüsü kadınlar, esas olarak türban mücadelesi ile “kazanım elde etme”nin geniş kadın yığınları için öncülüğünü, rol modelliğini yapmaktalar. İslami akımlar tarafından onlarca yıl dinsel motiflerle eğitilen ve donatılan kadınlar tarafından, geleneksel ve kültürel olarak da bu topraklarda kökleri bulunan ve bu nedenle de geniş kadın kesimlerinde kabulü ve sahiplenmesi kolay olan son derece kişisel ve dini yönü de bulunan kültürel bir tercih konusu olan örtünme konusu, yıllardır bir mücadele bayrağı yapılageldikten sonra, AKP tarafından, günümüzde çözüm masasına yatırılmış bulunuyor. Bugüne kadar devlet eliyle büyütülüp beslenen bu sorunun, karşımıza bir “özgürlük” sorunu, türbanı desteklemenin “ilericilik”, serbestliğine karşı olmanın “gericilik” olarak nitelenerek çıkarılması, gelişmelere bakılınca şaşırtıcı görünmüyor. AKP hükümeti, halkoylamasından %58’lik bir destekle çıktığı sürecin devamında, kadın özgürlüğü mücadelesi gibi sunduğu türban sorunu üzerinden yeni bir politik hamle ve güç gösterisi yaparken, aynı zamanda Türkiye’yi ve Türkiyeli kadınları çok sorunlu bir dönemece sokuyor. Elbette burada bir özgürlük talebinin de olduğundan kuşku duyulamaz. Halkın dini değerlerle en haşır-neşir kesimine dahil olan kadınların bu süreç içinde sokağa çıkma, politika yapma, örgütlenme, eğitim ve iş talepleri için kendi değerlerine “değer” veren politik bir mecra buldukları bir gerçek. Ama bu mücadele için türbanın bir kalkan haline gelmesi ise, bu kadınları aşağıdan örgütleyen politik İslami partilerin –Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi ve esas olarak AKP’nin– başarısı. AKP hükümeti, kadınların eşitlik ve özgürlük taleplerine çok mu duyarlı? Günde 12-14 saat çalışmak zorunda olup, çocuklarını koyacak kreş, bakımevi olmadığından sokağa bırakan işçi kadınların ev ile iş arasında parçalanmış hayatı hiç ilgilendirdi mi, iktidar sahibi AKP’yi? Evlerine giren parayla kirasının bile ödenemeyeceği koşullarda yaşayan asgari ücretlilerin, hiç geliri olmayanların, işsiz kadınların ve erkeklerin, sayıları artan sokakta yaşamak zorunda kalanların hak ve özgürlükleri için ne yapıyor, AKP hükümeti? 1988-2008 yılları arasında Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı % 34,3’ten % 21,6‘ya düşmüştür.**** AKP hükümeti kadınların iş gücüne katılımını yükseltmek konusunda ne gibi önlemler alıyor? İnsanca yaşama ve çalışma, barınma, sağlık, işsizlik, eğitim gibi temel sorunlarda yoksullar, emekçiler, kadınlar ve çocuklar aleyhine her gün yeni bir hak kaybı yaratırken, bu hükümet ve partisi özgürlükçü olabilir mi? Elbette bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değil. Öyleyse, sadece türbanın özgürleşmesi temelinde süren mücadelenin hedefi, kadınların eşitlik ve özgürlük talepleriyle örtüşmüyor. TÜRBAN SERBEST KALDIĞINDA KADINLARA GERÇEKTEN ÖZGÜRLÜK GETİRECEK Mİ? Kadınlara ya da halka özgürlük getirecek bir gelişmenin, onların üzerindeki maddi-manevi baskı ve kısıtlamaları kaldıran, tercihlerini, davranış ve yaşam biçimlerini bu baskılar olmaksızın seçebilme olanağı yaratan bir niteliğinin olması gerekir. Elbette “özgürlük”, göreceli bir kavram olarak, çağın, dönemin nesnel koşulları içinde anlam kazanır. Türban mücadelesinin dayandırıldığı “kişisel haklar”a, insan hakları boyutuna bakmak gerekir. “Din, inanç ve vicdan özgürlüğü” çerçevesinde kamuoyuna sunulan örtünme sorunu, aslında kültürel bir olgu olmasına karşın, dini bir özgürlük savunusu olarak gündeme geldi. “Din”; tartışılması kendi niteliği gereği mümkün olmayan ve olduğu gibi kabul edilmesi gereken bir “dogma”dır. Dinen düzenlenmiş bütün toplumsal alanlara ilişkin buyruklar da, “dogma” olduğu için, değiştirilemezler. Savunucuları, örtünmeyi, kültürel bir olgu değil, İslami bir buyruk saydıklarına göre, dini esaslara göre yaşamını sürdürmek isteyenler örtünmek zorundadır. Bu tartışılmaz. İslam dini, 1500 yıllık bir din. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin 70 yılında bu dine dayanan bir gereklilik, örtünme gerekliliği –dinin siyasal örgütlenmesinin devlet içinde gerçekleştiği o kadar uzun yıllar içinde– özgürlük sorunu olmayıp, son 20 yılda bir özgürlük sorunu haline geliyorsa, burada, dünyanın içinde bulunduğu dönemsel uluslarararası duruma, Türkiye’nin siyasi geçmişi ile bugün içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullara, 9 yıldır iş başında olan hükümete, bu hükümetin ülkeyi biçimlendirmek istediği yeni bir insan dokusu özlemine özgü başka ‘sorunlar’, yani amaçlar olduğu sonucu ortaya çıkar. Son dönemde ABD yetkililerinin din ve vicdan özgürlüğüne toleranslı açıklamaları ve özel olarak Türkiye’ye yönelik beyanları hatırlandığında, konunun böylesine yakıcı gündem haline gelmesinin, tek başına “yerli” aktör ve dinamiklerle ilgili olmadığı da anlaşılabiliyor. Türban özgürlüğüne saf bir özgürlük sorunu olarak bakılırsa, başka türlü eğitim olanağı olmayacak, yatılı-yatısız kuran kurslarında dinci gerici eğitim ve kültürle bu olanağa kavuşmak isteyen kız çocukları ve genç kadınlar için mevcut yaygın eğitimin tanıdığı özgürlük ne kadar ise, onlar için de bu özgürlüğü getireceği kabul edilebilir. Kamusal alanda türbanla çalışma özgürlüğü için de aynı şey söylenebilir. Hatta, türban üniversite ve kamusal alanda serbest kaldığında, ilk ve orta öğretim açısından da yasak olmasını savunacak fazlaca bir gerekçe kalmaz. Ama hiç kimse –hükümetin kendisi de– hedeflediği dini özgürlük alanının bununla sınırlı kalacağını düşünmemektedir. Ardından sürece yayılmış olarak, kız ve erkek öğrencilerin sınıflarının ayrılması, giderek okullarının ayrılması, kamusal alanda benzer cinsiyetçi konumlanma taleplerinin sökün etmesi sürpriz olmayacaktır. Türban kamusal alanda yasal dayanağını bulduktan sonra, toplumsal mücadelenin en dinamik potansiyellerinden olan geniş emekçi kadın kesimleri arasına, kaçınılmaz olarak, başörtülüler ve örtüsüzler olmak üzere, Oya Baydar’ın deyimi ile bir “kama” sokulmuş olacaktır. Emekçi kadınlar arasına sınıf bölünmesini uzun vadeler için perdeleyen bir bölünme olarak girecektir, türban. Hükümetin desteğini arkasına alan başörtülülerin diğerleri üzerinde hegemonik bir baskı oluşturacağı da öngörülebilir bir durum. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, türban yasağına uğrayan Leyla Şahin davasında , “…çoğu Müslüman olan bir ülkede dinsel bir simge olan türbanın üniversitelerde bu simgeyi giymeyenler üzerindeki etkisini dikkate almak gerektiği…” şeklinde yorum yapmıştır.) Dinden kaynaklanan bu özgürlük talepleri –savunucuları da böyle ifade ediyor– İslam dininin doğası gereği, hayatın her alanını düzenlemeye çalışacaktır. Eğitimin içeriğinin İslami temelde değiştirilmesine de pek çok ‘haklı’ argüman bulunacaktır. Daha başka benzer talep, karar ve yasa değişikliklerinin de ardından geleceğinden şüphe etmemek gerek. Yani sorun, sadece bir özgürlük sorunu olmayıp, on yıllar boyunca örgütlenip hazırlanmış olan, AKP’nin salt hükümet kurma ve yönetme amacıyla sınırlanmamış –ordu, yargı, üniversite, vb.– devleti ve toplumu reorganize etme iddia ve kararlılığında olan bir “ebediyyen iktidar kalma” pozisyonu alma durumudur. Özetle, otuz yıl önce ülkenin her tarafında dönemin baskın ortamına nazaran dikkatlerden uzak kuran kurslarında mevcut olan küçük ölçekli eğitim ve yaşam biçimi, bugün, bütün Türkiye’nin resmen tanınan “hak edilmiş” yaşam biçimi haline gelmek istiyor. Elbette hükümetin ve devletin, bilimin ve tekniğin bütün olanakları ve kaynaklarıyla, gerekli birikimi, düşünsel temeli, örgütleri, örgütçüleri ve halk desteğini yaratmış olarak.. Siyasal iktidarı elde tutmakla yetinip, onun olanaklarını tüketmek yerine, “ cihat ve fetih” cephesini genişleterek.. Olayın bu noktaya gelmesi, kadının eşitliği ve özgürlüğü sorunu açısından ironik bir durum, ama Türkiye’nin kendi yakın geçmişindeki siyasal olayların akışı ile emekçi kadın kesimlerinin bu gelişmelerden etkilenme boyutu arasında doğru bir orantı olduğu da yadsınamaz. 80’lerden bu yana, Türkiye’nin siyasal profilinde, işçi sınıfı ve emekçi mücadeleleri zaman zaman yükselen ve son Tekel direnişi gibi taze rüzgarlar estiren bir etki yaratsa da, bu etkinin kalıcı olamadığı koşullarda, siyasal bölünmeler, burjuva siyasal akımlar arasındaki güç dengeleri tarafından belirleniyor. Türban sorunu da, burjuva siyasası içinde egemen akım olan AKP’nin, kendi gelecek tasarımında önemli köşe taşlarından biri. AKP bu taşla, Türkiye’nin ve Türkiyeli kadınların geleceğine ipotek koyacak pek çok kuş vuracağa benziyor. Bugün “başörtüsü”ya da “turban” görüntüsüyle karşımıza çıkan, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kısmen taleplerine de cevap ve tercüman olarak (sokağa çıkma, eğitim ve çalışma özgürlüğü, politika yapma hak ve özgürlüğü) kendisine alan açan kadınların İslami yaşam tarzıyla toplumsal varoluş talepleri, ataerkil düzenin onları görmek ve hapsetmek istediği bir kimliğe kadınları mahkum eden bir dizi sonuç ortaya çıkarıyor. Bunlardan en önemlisi, (örtünmenin gerekçesi olan) kadının cinselliğinin gizlenmesi ve denetim altına alınması amacının kökeninde kadını cinselliğine ve doğurganlığına hapseden bir kimliğe mahkum ediyor olmasıdır. Oysa kadın, sadece cinselliği ve doğurganlığıyla değil, bugünkü toplumsal gelişmenin vardığı düzeyde, ekonomik üretimin her aşamasında ve sosyal yaşamın her yerinde toplumsal kimliğiyle az ya da çok varolmuş, var olmaktadır. İşçisi, memuru, öğrencisi, ev kadını, her meslekten kadınlarıyla bir toplumsal varoluşu ve varoluş çabası olduğu gibi, devam eden politik mücadeleleriyle de kadın toplumsal bir varlık olma kimliğini korumaktadır. Böyle bir aşamada kadına cinsel kimliğini gizleme ve denetleme aracı olarak sunulan başörtüsü ve tesettür, bir yanıyla kadının sadece cinsel kimliğini işaret eden bir işlev görmektedir. Kadın ilk önce ve görünüşüyle cinsel kimliği ile imlenmektedir. Tesettür ya da daha popüler haliyle türban, öteki bütün varoluş biçimlerini geri plana iterek, dinsel bir görünüm altında cinsel kimliği öne çıkarmaktadır. Bu durum, hangi eğitim düzeyinde olursa olsun, hangi iş, durum ve statüde olursa olsun, günümüzün kadınına karşı en hafifiyle haksız ve aşağılayıcı bir yaklaşımdır. Bütün bunlara karşın, türban özgürlüğü mücadelesi ile gündeme gelen kadın özgürlüğüne dair talepleri gözardı etmek de mümkün değildir. Türban konusu, son 15-20 yıllık süreçte, dinsel inanç ve geleneklerine bağlı olup, herhangi bir özgürlük talebiyle sokağa çıkmamış yüz binlerce kadının, İslami partilerin örgütlemesiyle de olsa, sokağa çıkmasının, politika yapmasının, ev ev sokak sokak örgütlenme çalışması yürütmesinin ve bunun sonucu olarak eğitim ve çalışma özgürlüğü taleplerinin de mecrası ve vesilesi olmuştur. Burada, bizce yanlış bir politik tercih yaptıklarını söyleyebiliriz. Ama, bağlandığı hedefin yanlış olmasının, onların hak ve özgürlük taleplerinin gerçek olmadığı anlamına gelmeyeceği açıktır. Döneme özgü uluslararası durumun niteliği, işçi, emekçi ve diğer ezilen kesim ve katmanların mücadelesinin emekçi ve yoksul çoğunluk için çekici bir odak haline gelememiş olması, bundan güç alan siyasal ve dini gericiliğin her türlü devlet ve sermaye olanağını kullanarak yaygınlaşıp yerleşmesi, kadınların hak ve özgürlük taleplerinin kendisini gerici odaklarda ifade etmesini kolaylaştırmıştır. İfade edildiği gibi, ülkemizde böyle bir gelişmenin egemen olmasının tarihi ve kültürel olarak maddi temelleri de mevcuttur. Bu durumda türban özgürlüğüne karşı çıkmak, bir yanıyla ‘türban altında saklanmış’ öteki kadın özgürlüğü taleplerine de karşı çıkmak gibi talihsiz bir politik duruş olacağı gibi, türban özgürlüğünü desteklemek de, kadının özgürlük alanının cinsel kimliği ve doğurganlığıyla belirlenmesine destek vermek anlamına geleceği bir çıkmaz halidir. Her iki haliyle de, geldiği noktada, politik bir duruşu ifade etmiş olmanın ötesinde, kısa bir sürede pratik bir değişime ve sonuca yolaçamayacaktır. Ancak, aydınlanma ve aydınlatmanın sürekliliği ve zenginliği, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin temel koşullarından biri ve aynı zamanda örgütlenmenin ve mücadeleye atılmanın da en sağlam yolu olmaya devam edecektir. Kaynaklar: “Başötüsü Yasağı ve Ayrımcılık: İş Hayatında Meslek Sahibi Kadınlar” Dilek Cindoğlu, Ekim 2010-TESEV “Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın” Farmagül Berktay, Metis, Ekim 2009 **** T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı ve Dünya Bankası verileri, 2009
Posted on: Tue, 29 Oct 2013 13:58:57 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015