İSLÂM VE CUMHURİYET MEŞVERET, ŞÜRA VE İSTİŞARE ALPEREN - TopicsExpress



          

İSLÂM VE CUMHURİYET MEŞVERET, ŞÜRA VE İSTİŞARE ALPEREN GÜRBÜZER Dört halifenin seçimle işbaşına gelmesi, İslâmiyet’in Cumhuriyet’le bir meselesi olmadığını gösterir. Peygamberimiz (s.a.v.), ‘’Benden sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonrası mülkdür (saltanattır)’’ beyan buyurduğu hadisi şerif bir gerçeği ortaya koyar. Resûlüllah (s.a.v.) kendisinden sonra toplumu kimin yöneteceği veya yeni yöneticinin nasıl belirleneceği konusunda bir hüküm vaaz etmemiştir. Dolayısıyla Sünni ulema, Allah elçisinin yönetimle ilgili bir vasiyetinin olmadığında müttefiktirler. Allah Rasulü bu dünyadan göç edince, ister istemez müslümanların yeni yöneticisinin kim olacağı meselesi gündeme gelmiştir. Gerçekten de Peygamberimizin (s.a.v.) yerine vekil bırakmaması düşündürücüdür. Bazı aydınlar Rasûlüllah’ın yerine vekil bırakmamasını halktan başka gerçek temsilcinin olmadığı anlamını çıkarmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife bu hususta: ‘’Hilâfet, o makama geçmeden önce hür bir seçimle bir baş tayin etmektir.” diye görüş beyan etmiştir. Nitekim İslâm toplumun da seçim yolu ashabın icmaı (toplu kararı) ile müesseseleşmiştir. Çünkü toplumu yönetenlerin nasıl belirleneceği konusunda Kur’an-ı Kerim’de bağlayıcı bir hüküm yoktur. Gerçi Kur’an-ı Kerim de Mü’minlerin ‘’Şûra’’ ile işlerini görmeleri emredilmiş olmakla beraber, yöneticilerin nasıl belirleneceği konusu ile ilgili açık beyanın olmamasından dolayı idareci seçiminin örfe, yani toplumlara bırakıldığı yorumu yapılmaktadır. İmam-ı Azam, buna istinaden İmametin seçimle olabileceğini söylemiştir. Allahü Teâlâ (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: ‘’Ki, bunların işleri, daima aralarında müşaveredir’’ (Eş Şurâ 37)beyan buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, âyeti kerimede geçen ‘’Şura’’ esas alınmakla beraber idare edenlerin nasıl belirleneceğini gösteren bir kural açıklığa kavuşturulmamıştır. Asrı Saadet’i takiben yarım asırlık dönemde uygulanan tatbikatlara baktığımız zaman, dinimizin cumhuri bir karakter içerdiği gözlerden kaçmıyor. Bugünkü anlamda çoğulcu anlayışın, dört halife devrinde yaşandığını söyleyebiliriz pekâlâ. Üstelik cumhuriyet kavramı; İslâm’ın özünde var olan meşveret, şûra ve istişare gibi unsurlarla bezenerek ‘’biat’’ müessesesiyle sağlamlaştırılmıştır. Nasıl mı? Sakife de (Çatılı avlu) Hz. Ebubekir’e biat edilmiş ve kendisine ‘’elini uzat’’ denildiğinde, o da elini uzattığında ilk defa Hz. Ömer ‘’biat’’ etmiş, Onu müteakiben Muhacir ve Ensar derken ertesi gün de bütün halk iştirak ederek biat tamamlanmıştır. Hz. Ebubekir Sıddık (R.A), ashabın icmaı ile seçilmesinin akabinde şöyle dedi: ‘’Ben Allah Rasûlünün yolunda bulunduğum müddetçe bana itaat etmeniz gerekmektedir. Aksi halde gerekmez. Biz bu şerefli makamda kaldığımız müddetçe mazlumlar haklarını alıncaya kadar güçlü, zalimlerde onların haklarını ödeyinceye kadar güçsüz olacaklardır...’’ Rasûlüllah (s.a.v.) ‘’Hepiniz çobansınız ve hepiniz eliniz altında bulunanlardan sorumlusunuz’’ buyurmuştur. Bu Hadisi Şerifin idare edenlere büyük mükellefiyetler yüklemesi önemli bir husustur. Öyle ki Hz. Ömer ağır yaralı olarak ölüm döşeğinde bulunurken arkadaşları; ‘’Senden sonra oğlunu halife olarak seçmek istiyoruz. Ne dersiniz?’’ sorusuna cevaben: ‘’-Hayır istemem. Bizzat Allah’ın elçisinden dinledim. En adil devlet adamı dahi hesabını verinceye kadar ilahi huzura kelepçeli çıkacaktır. Huzura kelepçeli olarak benim çıkmam yeter’’ beyanıyla devlet adamlığının çok büyük sorumluluk gerektirdiğine işaret etmiştir. Yine Rasûlüllah (S.A.V.)’ın; ‘’Emanetin lâyık olanlara verilmediğini gördüğünüz zaman kıyameti bekleyin’’ hadis-i şerifi de idari mekanizmanın önemini ortaya koymaktadır. Hakeza ‘’Ümmetimin ittifakında (düşünce işbirliğinde) kuvvet, ihtilafında (farklı rey ve içtihadında) rahmet vardır’’ hadis-i şerifi ile yine Peygamberimiz (s.a.v.)’in buyurduğu: ‘’Halkın sevdiğini Hakk’da sever’’ beyan-ı şerifleri İslâm’ın cumhuri karakterini fazlasıyla ortaya koyar. Bu yüzden Corci Zeydan da; ‘’Hilafetin babadan oğula geçişi Muaviyeyle başlamıştır.’’der. Elbette ki Osmanlı da idari mekanizma saltanattı, ama Osmanlı demokratik zihniyete sahipti. Bizim iklimimizde ister halkın oyu ile gelsin veya gelmesin idarecilerimizin hiçbiri tahakküme (baskı) dayalı bir sistem kurmamışlardır. Bu gerçeklerden hareketle Osmanlı, ‘’İşte bu makamda, nusret ve hâkimiyet, hak olan Allah’ındır.’’ (Eh kehf 44) ayetini temel düstur edinmiştir. Osmanlılar da saltanat bir baskı unsuru değil, umum-i efkâra (kamuoyuna) tabii bir mekanizmaydı. Daha doğrusu saltanat, amaç olmamıştır araç olmuştur hep. Şu halde idarenin başına gelenler ister seçimle gelsin, ister hanedan yoluyla gelsin veya başka türlü yollarla gelsinler, Allah ve Rasûlünün hakikatlerine tabii olmakla mükelleftirler. Aslolan hakikate ‘’abd’’ olmaktır. Bunun dışındaki her şey vasıtadır. Zaten İslâm da Allah’tan gayri her şey masiva olarak değerlendirilir. Dolayısıyla Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki belirgin fark; Hırıstiyanlar masivaya ulûhiyet isnat etmeleri, yani ilahlaştırmaları, Müslümanlar ise masivayı vasıta kılmalarıdır. Yani, farkımız gaye ile vasıta arasındaki fark gibidir. Ebu Cehil, Hz.Peygambere (s.a.v.) şöyle der: ‘’- Senin mescidine gelmek istiyorum. Fakat orada içtimai ve mevkice düşük olanlarla birlikte bulunmamak için bana hususi bir yer ayır’’ deyince, Allah Rasûlü (s.a.v.): ‘’- Orada bana da hususi (özel) bir yer yok’’ karşılığını vererek İslâm’ın cumhuri karakterini ortaya koymuştur. Cumhuriyet hakikatiyle Allah’ın emridir. Kur’an-ı Kerim; ‘’Müşavere ediniz İşlerinizde’’ buyurmakta çünkü. Yine Peygamberimiz (S.A.V.); ‘’Biliniz ki Allah Rasûlü meşveret ihtiyacından münezzehtir. Ne ihtiyacı var Rasûlün müşavereye? Lakin ümmetime sünnet ve rahmet için verildi...’’ buyurarak cumhuriyetin hakiki manasını ortaya koymuştur. İSLÂMİYET’İN CUMHURİYET ANLAYIŞI Hz. Ömer (r.a.) arkadaşlarına: “- Ben eğilirsem (doğru yoldan saparsam) ne yaparsınız?” diye sorunca, aralarında bulunan bir bedevi sahabe: “- Seni kılıcımızda düzeltiriz Ya Ömer!” cevabını vererek gerçek halk iradesinin ruhunu yansıtmışlardır. Cumhuriyet, demokrasi gibi kavramların gerçek anlamda yeri bütün hakikatiyle İslâmiyet’tedir. Nasıl bir toplum istiyorsunuz sorusuna verilecek cevap herhalde “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalış” prensibi olsa gerektir. Hâsılı hem manevi alan hem de dünyevi alan iki kanaldan idare ediliyor. Evet! Kur’an hem bir ibadet kitabı hem de fıkhı bir Anayasa hükmündedir, muhatabı bütün insanlık. Hatta Demokrasi üstü Evrensel hakikatler olup ilahidir ve kıyamete kadar var olacak hükümleri kapsar. Dünyevi işlerimizin devlet başkanı, aslında Peygamberin devlet reisi olarak sahip bulun­duğu fonksiyona “halef” durumundadır. Gerçi ilk dört halifeden sonra­kiler imamet sayılsa da sonuçta her biri idareci idiler. Peygamberimizin yerine vekil bırakmaması, hakeza Hz. Ali (k.v.)’in ölürken, Hz. Hasan’a biat edelim mi sorusuna, “Size bunu ne tavsiye ederim, ne de yapmayın” şeklinde cevap vermesi, halifenin seçimle işbaşına gelmesi gerektiğine işarettir. Yukarda bahsettiğimiz gibi mezhebimizin büyük imamı Ebu Hanife, Resûlüllah (s.a.v.)’ın devlet fonksiyonuna halef olan başkanlarda olması gerekenin “hilâfetin hür bir seçimle olması” şartını söylemiştir. Anlaşılan şu ki; Allah Resulüne devlet reisi olarak halef olanlar, seçimle iş başına gelmesi daha uygundur. Çünkü İslâm’da devlet başkanı, halkın vekili ve elçisi durumundadır. Başkan, millet iradesi ile Allah’ın (c.c.) hâkimiyetini tesis için memur edilmiştir. Dolayısıyla İslâm’da bu ma­kam “siyaset-i amme” makamı olarak telakki edilir. Bu makama halis olan zata ise “Veliyyül Emr” veya “Emirül Mü’min’in” diye isimlendirilir. Ul’ul Emr İslâm’a hizmet ettiği müddetçe şeref kazanır. Efendi olmak “hadim” olmaktan geçer. Halife olarak sırtında un çuvalı ile fakirlerin hizmetine koşan Hz. Ömer (r.a.), “hadimiyet”in zir­vesine çıkmıştır bu yüzden. Hakim devlet değil hadim devlet anlayışının Hz. Ömer (r.a.)’ın idari hayatında olduğu gibi buna benzer daha birçok örnekleri İslam tarihinde görmek mümkün.. İslâm’da şeref ya da üstünlük, hizmeti ölçüsünde değerlendirilip takva ile derecelendirilir. Öyle ki, bu konuda Resûlüllah (s.a.v.)’ın; “Adil bir sultanın, bir günlük adaleti, altmış senelik devamlı ibadetten üstündür” hadisi şerifi ile yine “Emirlerin en iyisi sizi seven ve sizin kendisini sevdiğinizdir” hadisi şerifleri meşhurdur. Said Nursi, küçük kardeşi Mehmet’in getirdiği yemekler­den yalnız ekmeği kendisine ayırarak karıncalara veriyor. Bu durumu merak edip soruyorlar: “- Niçin böyle yapıyorsun?” diye. Şöyle cevap veriyor: “- Karıncalar da içtimaî hayat (sosyal hayat), işbirliği ve bölümü tam bir cumhuriyet nizamı içindedir. Bu taraflarını sev­diğim için böyle yapıyorum” der. HakezaHz. Süleyman(a.s) Sebe halkına dini tebliğ için yola koyulup Taif yakınlarında karınca vadisine varmışlardı ki bir anda önlerine rızkı peşinde koşan karınca ordusuna denk gelmişlerdi. O arada Kraliçe karıncadan bir ses gelmişti. Bu sesleniş maiyetindeki karıncalara hitaben “Ey karıncalar! Yuvalarınıza dönün. Aksi takdirde Süleyman ve ordusu, farkına varmadan sizi çiğneyebilir” tarzındaydı. Tabii bu durum karşısında Hz. Süleyman (a.s) kendine yakışır bir vaziyette Allaha yönelip; “Ey Rabbim! Bana, anne ve babama lütfettiğin bu kadar nimetlerine şükretmemi ve geri kalan ahır ömrümde Senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de Cennetinde iyi kulların arasına kat” diye münacatta bulunması karıncılar açısından da manidar olay olsa gerektir. Gerçektende karınca deyip geçmemeli. Düşünsenize bir tek ana kraliçeden oluşan binlerce yavru karıncanın dünyaya daha ilk adım atar atmaz dayanışma içerisinde teşkilatlanıp iş bölümü içerisine girerek mükemmel bir toplumcu model ortaya koymaları, elbette ki akılları hayrete şayan bir olay olsa gerektir. Hakeza Termitler, yani beyaz kanatlı karıncalar özellikle oduna olan iştahları sayesinde odunu humusa dönüştürebilmektedirler. Böylece katılımcı bir ekip çalışmasıyla birlikte toprakların humuslaşmasına katkıda bulunmaktadırlar. Yine Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ileriki dönemle­rinde, yani ikinci 35 yıllık olgunluk devresinde Eskişehir’de muha­keme edilirken: “- Cumhuriyet hakkında ne düşünüyorsunuz?” sualine cevaben: “- Dört büyük halifeden her biri hem halife hem de Cum­huriyet reisiydi. Onlar adalet ve gerçek hürriyet bakımından ha­kiki cumhuriyeti temsil ederlerdi. Bu ölçü benim ne nispette cumhuriyetçi olup olmadığımı gösterir” der ve yukarıda bahsedilen karınca örneğini mahkemede bir kez daha dile getirir böylece. Necip Fazıl; Son Devrin Din Mazlumları adlı eserinde Bediüzzaman’ı anlatırken; “Eski Said devrinde, bir an için de olsa ittihatçıların sahte hürriyetini şeriata hizmet, Abdülhamid’in disip­linini de zulüm ve istibdat zannetmek gibi bir hataya düşmüştür. Fakat olgunluk devresinde bu tezatlar (çelişik) görülmez... Bes­bellidir ki, Said Nursi’de ki ittihatçı temayülü Meşrutiyet ilanıyla, Bediüzzaman’ın gözünden ittihatçı maskesini düşürmeye kâfi gelmişti. Ve hakikate yaklaşıyor: “Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lakin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye...” şeklinde değerlendirmelerde bulunur. Yani Necip Fazıl, Said Nursi’nin meşrutiyet (zira İslâmiyet istişareyi emreder) fikirlerini anlamak için eski Said ve yeni Said dönemini incelemek gerektiğini vurgular. Zaten Bediüzzaman muhtelif Risale-i Nur eserlerinde kendi hayatını iki kısım olarak ayırmıştır: Eski Said ve yeni Said diye. Said Nursi, şeriat adına meşrutiyeti desteklemiştir. Bunu yaparken de meşrutiyetin açıkladığı prensiplerin İslâmiyet’te de var ol­duğunu açıklamıştır. Meşrutiyetteki hükümler şeriatla çatışma­dığı müddetçe kabul edilebileceğini söylemiştir. Hatta İslâm’ın özünde meşveret, şura gibi değerler ‘’biat’’ müessesesiyle kurala bağlanmıştır bile. Demek ki; Said Nursi, bugünkü anlamda çoğulcu demokratik an­layışın sahabe devrinde, özellikle dört halife devrinde yaşandığını belirtmiş ve bunu delil olarak göstermiştir. Yine Bediüzzaman, Selanik’teki hutbesinde, hürriyetin İslâm’ın gereği olduğunu irad etmişlerdir. Ayasofya da yaptığı nutkunda ise, meşrutiyetin “meşruiyet” şeklinde telakki edilmesini söylemiştir. Yani meşrutiyetin İslâm’ın meşruiyetine uyumlu olduğunu belirtir. Demek ki Said Nursi’nin meşrutiyet anlayışı bugünkü manada demokrasidir. Önemli olan meşrutiyetten ne anladığımızdır. Eğer meşrutiyet kanun hâkimiyetini getiriyorsa, halkın temsili söz konusuysa itiraz edilecek durum yoktur. Zira her şey meşrutiyetin kabulü ve içeriğine bağlı. Hakiki şeriatın yaşanması için meşrutiyetin (parlamenter rejimin) olması gerekir. İslam da meşvereti emreder. Kanun üstünlüğü olmadan adaletten söz etmek imkânsızdır. Kur’an’ın önem verdiği hükümlerden biri de adalet. Madem aklın iki unsuru hürriyet ve adalet­, o halde gereğini yapmalı. Bakın batı hürriyete dört elle sarıldı, sonunda gelişmenin merkezi oldu. Şu halde hürriyetsizlik gelişmenin önünde en büyük engeldir denilebilir. Hür­riyet akıl melekesinin çalışmasında ve fikir üretiminde en büyük etken, dolayısıyla özgürlük vaz­geçilemeyecek biricik değer olarak kabul edilip bundan asla taviz verilmemeli. Gerçektende bu husus incelendiğinde tembelliğin, miskinliğin, basiret­sizliğin ve zihni reformsuzluğun temelinde tam hürriyetsizliğin yattığı görülecektir. Hukuk ile adalet iç içe girmiş ikiz kardeş gibidirler, madem öyle adalet tez verilmeli. Hukuk karşısında anne, çocuk, baba, herkes eşit muamele görür. Hukukun dışın­daki eşitlik eşyanın tabiatına aykırıdır. Azaların farklı olması, mutlak eşitliğin olmadığının delilidir zaten. Mutlak eşitliğin bir ailede dahi uygulanması imkân dışıdır. Dedik ya, eşitlik ancak hukuk da söz konusudur. Hukukun en önemli unsuru ise adalettir. YÖNETİCİ SINIFI İslâm’da adalet iki kısımdır. 1. Sünnetullah (Tabii ve zaruri adalet.) 2. İhtiyari adalet (İslâm hukuku, kanun ve uygulamalar.) İslâm’da hukuk ise: 1. Allah’ın hukuku 2. Kulun hukuku diye iki kısım da değerlendirilir. Hukuk, adalet, hürriyet ve eşitlik gibi insani ilkeler gerçek meşruiyetin veya gerçek demokrasilerin vazgeçemeyeceği kaidelerdir. Mühim olan bu güzel kavramların sloganik laflardan uzak kalıp, içerik ve muhteviyat yönünden zengin değerlerle süslenmesidir. Meşrutiyetin ismi, cismi, şemali önemli değil, önemli olan anlam yüklü olmasıdır. Yani cismi özüne, özüde cismine uyum içinde paralel seyretmesi mühimdir. Said-i Nursi’nin, kendi yaşadığı dönem itibariyle dilinden sarf ettiği meşrutiyet ifadesinin içeriğinde hukuk, adalet, istişare ve hürriyet gibi kavramlar çok zengin değerlerle yüklüdür. Bediüzzaman meşrutiyeti bugünkü cumhuriyet ve demokrasi anlamında kullanmıştır. O günkü konjonktürel şartlarda ittihatçılar meşrutiyet taraftarı görülseler de aslında savundukları sloganların içeriğinden yoksun idiler. Yani dile getirdikleri kavramların içi boş, aynı zamanda sloganikti. Onlar için meşrutiyet; bir kılıf, bir kavram, bir süs idi sadece. İşte Bediüzzaman meşrutiyet derken istişare, meşveret, hukuk, adalet, hürriyet gibi çok geniş değerlerin İslâm’la bağdaşabileceğini düşünüyordu. Bu yönden gerçekten Said-i Nursi engin bir deha, yüklü bir zekâ, insanı hayran bırakan bir remz. Her meselede okuyucuyu cezbeden, bağlayan ve doyurucu güçlü kesb-i ilim ve vehbi ilim sahibi zat diyebiliriz. O aynı zamanda meşrutiyeti, İslâmiyet adına destekleyen dehadır. Demokrasi; adalet devletini, hukuk devleti olmayı gerçekleştirebiliyorsa bir anlam ifade eder. İslâmiyet’te adalet önünde boynum kıldan incedir anlayışının yanısıra velayet-i amme ve ulu’lemre itaat da vardır. Nitekim Osmanlı’da Şeyhülİslâmlık makamı bugünkü Anayasa Mahkemesi gibi, hatta ondanda üstün yetkilerle donatılmıştır. İslâmiyet’te adalet, velayeti amme ve ulu’l emr gibi unsurlarla desteklenmesine rağmen, bazı çevreler Müslümanların hala demokratik olamayacağı zannına kapılıyorlar. Üstelik Müslümanların tutumunu ve tarih içindeki rolü göz ardı edilerek bu kanıya varıyorlar. Oysa Said-i Nursi gibi âlimler yıllardır İslâm’ın şûraya ve istişareye dayanan bir din olduğunu söylüyorlardı. Maalesef önyargılı çevreler böyle engin zatların düşüncelerinden haberleri yoktur. Nasıl olsun ki, tek bildikleri ellerine tutuşturulmuş hazır reçeteleri ezberlemek ve tekraralamaktan ibaret. Onlar ezberleye dursunlar, İnsanlığın özlediği demokrasiyi Müslümanlar kuracaktır elbette. Çünkü Allah vaad etmiş nurunu tamamlayacağım diye. İnanıyoruz ki toplum üzerindeki sis perdeleri kalktığında sivil toplum ağırlığını daha da ortaya koyacak, akabinde nurlu şafakların doğacağından ümitvarız. Kendi öz ülkesinde parya durumuna düşürülen geniş mazlum kitlelerin üzerindeki psikolojik baskılar tam manasıyla silindiğinde sivil demokratik etkili güç olacaklarına dair inancımız tam. Demokratikleşmenin önünde en büyük engel halkımız değil aslında halkla barışık olmayan İslâm’ı sosyal hayattan kovmak isteyenlerdir. İçimizden Ah Osmanlı ah! Diyesimiz geliyor. Hakeza Nerde o adalet güneşi diye sorasımız geliyor. Gel de o adaleti ile o ünlü Devleti Aliye’yi arama, mümkün mü? Ne kadarda çok özlemişiz o kutlu çınarın altında özgürce yaşamayı. Sağır sultanın bile bildiği Osmanlı da hoşgörülü yönetim anlayışı zirvedeydi. Nitekim adaletin gereği olarak idari kademelerde baskı unsuru olmadıkları gibi kâfir müslüman ayırmadan vicdanları aydınlatan adalet sergiliyorlardı, insanlığa insanlık nasıldır, ders veriyorlardı adeta. Bizim medeniyetimiz, ölürken bile zımmilerin haklarına dikkat edilmesini vasiyet eden Hz. Ömer (R.A)’i ölçü alıp şiar edindikleri için üç kıtada ilay’ı kelimetullah adına nizam-ı âleme koştular. İslâm’da ul’ulemr aynızamanda Allah ve Rasûlüne itaat eden yönetici demektir. Rasûlüllah (S.A.V.); ‘’Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez’’ buyuruyor. Ul’ul-emr, Allah’ın aletidir çünkü. Ul’ul-emrin ne fıkhi ne de emr kuvveti vardır. Emr Kur’an’a ait, fıkıh ise bütün Müslümanları kapsar. Dolayısıyla Allah’ın hükmü (emri) bir aracı tarafından yürütülür. Aslına bakılırsa kâinatın idare edilme diye bir problemi yoktur. Çünkü evrende mükemmel bir işleyiş ve proğramlanmış nizam vardır. İlahi tasarımla kurulmuş bu nizam, yine Allah’ın kanunu ile yörüngesinde seyrederek idare edilmekte kendi kendine. Amma ve lakin insan için olay faklı, ruhuna hem nur hem de nar kodlanmış. İster nura talip olur isterse nara. Dolayısıyla insan, Şairin; ‘Oluklar çift; birinden kir diğerinden nur’ akıyor dediği ikili yol ayırımında kendini başıboş hissedip duyarsız kalamaz. Ki; Kur’an’ı Kerim’de Allah (C.C.): ‘’İnsan kendini başıboş bırakılacak mı zanneder’’ (Kıyamet süresi 36) buyuruyor zaten. Tabiata boyun bükmek istemeyen insan, kendi kendisini idare etmesine ‘’demokrasi’’ dedi. Rasulullah (s.a.v.), ‘’Ne iseniz başınızdaki idare O’dur’’ beyanıyla Ul’ulemr’in halkla et tırnak misali irtibatının varlığını ortaya koymuş gibi. Ülke yönetiminde ve idari mekanizma da devamlı olan hukukun üstünlüğü ilkesi esastır. Ancak bu güzel ilkelerin rengi, biçimi ve mahiyeti ortaya konulmalıdır. İdarecinin adı, şekli ve kalıbı önemli değil tabiî ki. Asıl olan temsil ettiği görevi hakkıyla ifa edip etmediğidir. Yani idarecinin hukuk kurallarına tabi olması esastır. Bundan dolayı sünni gelenekte yargı ve icra birbirinden ayrılmıştır. Bizde ki Şeyhülİslâmlık makamının icra ve yasama yetkisi yoktur, sadece uygunluk ve araştırma görevi vardır. Bu yüzden çıkarılan kanunnamelerle ortaya muhteşem bir hukuk külliyatı ortaya çıkmıştır. Bir başka konu da sünni siyaset doktrininde müftünün konumudur. Bizde din adamları asla ruhbanlık müessesi gibi rol oynamayıp, sadece hukuk adamı görevine tabiidirler. Devlet başkanı ise siyaset adamıdır. Sünni siyaset de ulemaya rey ve ictihad için başvurulunur, bunun ötesinde onlara misyon yüklenmez. Onun için Sünni rejimler meşruiyetini ulemaya değil hanedana, askere (asabiyete) dayadı sürekli. Şiâ akımı (İran’da) mollalara bel bağladı bugüne kadar. Üstelik Şiâ’da mollalar hem din adamı hem de devlet yöneticisidirler. Şiâ doktrini Mollaların masumluğuna (günahdan arı) ve yanılmazlığı fikri anlayışıyla Sünni siyaset ekolünden ayrılır. Çünkü Şiâ’da imamlar seçimle işbaşına gelmezler. Onlar kendi meşruiyetlerini 12 imama dayandırdıklarından dolayı kendilerine toz kondurmazlar, hatta eleştirilmelerine de müsaade etmezler. Şiâ akımının neferleri bir kere kafaya takmışlar imamların masumiyetine ve günah işlemediklerine, böyle inanmışlar, fikirlerinden döndürülemezler de, inadım inattırlar. Sünni siyasetiyle taban tabana zıt olan bu görüş adeta imamların karizmatikliği üzerine kuruludur. Kısaca Şiâ da imamlar, hukuk adamı olmaktan ziyade ‘’iman’’ edilmesi gereken tapınak şövalyelerine dönüştürülmüştür. Sünni siyaset doktrininde; imamet ‘’iman’’ olarak telakki edilmeyip, imamet makamındaki insan Allah’ın ahkâmına uyduğu müddetçe ‘’itaat’’ edilmesi gereken ul’ulemr olarak görülür. Rasûlüllah (s.a.v.), ‘’Başınızda burnu halkalı zencide olsa itaat ediniz’’ buyurmaktadır çünkü. Bu yüzden İslâm’da imametin çok önemli yeri vardır. İmamete geçen insan istişare yaparak önemli kararlara imza atar. İstişarenin şartı zaten müsteşarların fikrine riayet etmektir. İslâm’da ulema, müsteşarlık görevi yaptığı gibi aynı zamanda irşâd ve tebliğ ediciler de. Şiâ da imam kavramına aşırı olağan üstü vasıflar yüklenmesi ve bu kavram etrafında estirilen atmosfer sebebiyle ortaya bambaşka bir totaliter teokratik düşünce ortaya çıkmıştır. Oysa yukarda da zikrettiğimiz gibi Sünni doktrinde imamet, imanın bir rüknü değildir. Yani akaidle yakından uzaktan ilgisi yoktur, tamamen hukuki kaidedir. Şiâ akımı imam olayını iman konusu şeklinde algıladığı için ister istemez toplumun da fikir, inanç, düşünce ve hukuki hayatı mollaların yönetimi altında şekillenmiştir. Dolayısıyla İmamların Allah tarafından özel olarak görevlendirilmiş ve masum kimseler olduğu kanaati ağırlıklı olarak yerleşmiş, böylece toplum tarafından tüm hukuki, sosyal ve ideolojik kurumların tek otoriteri addedilmişlerdir. Öyle ki Şeyh Saduk: ‘’İmamlar, ister büyük ister küçük hiç günah işlemezler. Onların günahsızlıklarını inkâr eden bir kimse onları tanımamaktadır. Onları tanımayan bir kimse ise kâfirdir.” diyecek kadar ileri gitmiştir. İmamlar olmuş olacak herşeyi (gaybı) bilirlermiş, üstelik yanılmazlar da. Bu ne demek? Bu iş çok su götürür, oysa olacak olması muhtemel her hadiseyi hükme bağlamak ve bilmek fikri, sünni fıkıh görüşlerine aykırı olması bir yana akılla mantıkla bağdaşır en küçük bir yanı yok. Zırvadan da öte tamamen mesnetsiz bir iddia olarak ortada duruyor hala. Hatta hiç kimse böyle bir görüşü; ne İmam-ı Azam, ne İmam Malik, ne İmam Şafii ne de İmam Ahmed bin Hanbel’den kaynak getiremez. Hatta bu büyük imamlar değil ‘’olması muhtemel’’ olayları, kayıt altına alınmış hadiseler için dahi ictihadda bulunmaktan bile çekinmişlerdir. Görüldüğü gibi sünni İslâm’ın demokratik yapısı ile Şiâ’nın imamet teorisi ve totaliter yapısı çok farklı çizgide seyrediyor. Humeyni; ‘’İmamlar, Allah’ın yeryüzünde insanlara hüccetleridir, Hüccetullah, Allah’ın işlerini sonuçlandırmak için belirlediği kimsedir. Onun bütün işleri, fiilleri ve sözleri Müslümanlara hüccettir’’ diyor. Yani, Humeyni tek rehber! Humeyni alternatifsiz Führer! Humeyni hüccet! Humeyni Ayetullah! Aman Allah’ım bu ne cüret, bu ne cesaret. Mollaların insanlara Allah’ın tek delili demek için bir insanın cinnet geçirmiş olması gerekir. Bu çok büyük bir iddia: Allah’ın delili, tek kaynak; Mollalar. Gerçekten de zırva tevil götürmez derler ya onun gibi bir şey. Bununla da kalmıyor iş, teokratik devletlerde devlet başkanları aynı zamanda dini lider hüviyetindedir. Oysa bir kimsenin devlet başkanı olması, ona dini konularda ahkâm kesmesini ya da içtihadda bulunma yetkisi vermez. İslâmiyet’in uhrevi dünyevi hükümlerini yorumlama ehliyeti müctehid niteliğinde imamların işi doğrudur. Fakat imama ‘’iman etmek’’ ve bağlanmak bir iman konusu (akaid) haline getiren Şia ekolünün İslam âlemine vereceği zararları düşünüldüğünde ortaya vahim bir tablo ile karşılaştığımızı pekâlâ söyleyebiliriz. Nasıl mı? Sünni siyasette, imamet iman kategorisine girmez, fıkıh (hukuk) konusu demiştik. Temel Şiâ kitaplarından El-Kâfi’de (C.2, s.1 ise On iki imamdan Cafer Sadık’a atfen ‘’İslâm’ın beş şartı’’ arasında imamet de sayılmaktadır. Böyle bir yol izlenilince ister istemez Şiâ akımında imamlar, hukukun üstünde bir sıfatla anılıp ‘’ruhban’’ haline gelmesi kaçınılmaz oluyor. Osmanlı ta baştan bu tür vartalara düşmemek için çıkarttıkları‘’kanunnameler’’le toplum içinde uygulanabilir geniş bir tatbikat sahası bulmuşlardır. Çünkü Osmanlı’da herkes kanuna tabiidir. Padişahla sıradan birkişinin mahkemede hâkimin huzurunda birlikte yargılanması gibi örnekler bizdeki hukukun üstünlüğünün üst düzey seviyelerde olduğunun bir göstergesidir. Şöyle ki Osmanlı’da siyasi hakları bir anda kazanabilmek için tek bir kelime-i şehadet getirmek kâfidir. Bu cümleyi diliyle ikrar eden her kim olursa olsun ırk, etnik ve kültür farkı gözetilmeksizin hukuk önünde eşit muameleye tabi tutulurlar. Hatta Gayri Müslimler bile isterlerse kendi hukuk kurallarının dışında Osmanlı hukuk kuralları çerçevesinde hak talep edebilirler. Osmanlı hukukun üstünlüğünün kiymetini bildiği için ileri derecede Nizam-ı Âlem şuuruna, yani istikrar ve düzen fikrine sahip olabilmişlerdir. Demek ki bizim kuvvetimiz âlemşümul Nizam-ı Âlem esprisinde gizli, güzele ait her ne varsa kodlarımızda mevcut olan medeniyet şuurumuzda aramak gerekir. İslâm’da yöneticilerin veya yönetim sınıfının nasıl belirleneceği konusu insanlara, toplumlara, sosyal şartlara, yani fıkıh deyimiyle ‘’örf’’e bırakılmıştır. Malum olduğu üzere örfler bir anda ortaya çıkmıyor, binlerce senede meydana gelip kemale eriştikten sonra ancak, zamanla geniş kitlelerce kabül görebiliyor. Dolayısıyla halkın kabülünü almış kurallar talimatla, emirle, cebirle değiştirilemez. Çünkü örfün mantığı tarihi, bir o kadar da sosyolojiktir. Zaten kanunlar da örfün resmileşmiş yazılmış şekli değil mi? Hatta yazılmadan örfle hükmeden cemiyetlerin olduğu bir sır değil. Mesela İngiltere bunun en tipik örneği olarak karşımızda duruyor. İslâm’da hüküm, sırasıyla Kur’an-ı Kerim, hadis (sünnet), icma-i ümmet, kıyası fukaha ve bunları takiben örf, içtihad üzerine bina edilmiş alt birimler gelir. Maalesef Fransız örfünün kaideleri, Türk kanunu şekline dönüşünce Osmanlı da ister istemez güç kaybına uğrayarak varlığını yitirmek zorunda kaldı, yani lüzumu azaldı. Osmanlı önceleri İslam’a, kanunlara ve ahidnamelere tavizsiz bir şekilde tabii idi. Bu nedenle Osmanlı’da ruhbanlığa dayalı iktidar görülmezdi. Nitekim teokratik yapı batıya mahsus bir sistem, şimdi bu kavramla ne yazık ki müslüman toplumları vurulmaya çalışılıyor. Geçmişimiz bir annenin çocuğuna emzirdiği süt gibi ak ve pak. Gerçekten de devlet yönetimimize bakıldığında teokratik bir uygulama göremezsiniz, idari yapımız hanedandı çünkü. Tıpkı bugünkü İngiltere, Belçika, Danimarka, Hollanda da olduğu gibidir. Avrupa ortaçağda ruhbanlar tarafından yönetilirken, biz hanedanlıkla yönetiliyorduk, ama hanedanlar tek yetkili karar mercii sahibi değillerdi. Bizdeki saltanat erkân-ı kanuna tabii idi. Yani “Astığım astık, kestiğim kestik, kanun benim’’ mantığı tarihi iklimimizde görülmez. Ehramın tepesinden ta aşağı kesimlere kadar tamamen demokratik zihniyet hâkimdi. Malum olduğu üzere eski Fransa’da nimeti alanlar soylular ve rahiplerdi. Osmanlı’da ise toplumun hemen hemen her kesimin nimette ve külfette beraber olması gerekir anlayışı hâkimdi. Hakanlarımız tebayı (halkı) Allah’ın bir emaneti olarak görmüşlerdir hep. Demokraside de esas olan halkdır zaten. Hatta biz de gayri müslimlerin haklarına bile riayet edilirdi. Hakeza Osmanlı, Hz.Ömer (r.a)’ ın Kudüs’ün fethi ile gayri müslimlere verdiği ahidnameyi hayatlarının ölçüsü olarak alıp, tüm insanlığa adalet götürmeyi ülkü edinmişlerdi. Batı’nın çok sonraları öğrenecekleri suçların şahsiliği prensibi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve özgürlükleri vs. gibi ilkeleri “ikra’’ emrinin nüzulü ile birlikte Müslümanların bugüne kadar ana düsturu olarak kalmıştır. Binaenaleyh, Resûlüllah (s.a.v.)’ın Hz. Enes’in evinde müslim ve gayri müslimlere yazdığı ilk metnin dünyada ilk anayasa olduğunda bilge insanlar müttefiktirler. İslâm, kendini tanımayanlara bile hak ve hukuk vermiştir, bu böyle biline. Demek ki zorla kabul ettirilen yazılı belgeler asla Anayasa olamıyorlar. Öyle Anayasa olmalı ki, ona derinden bağlanalım ve vicdanları aldınlatabilecek nitelikte olabilsin.
Posted on: Sat, 13 Jul 2013 05:11:30 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015