2003 HAZİRAN BAKIRKÖY KOMÜNÜ 2005 baharında yazıldı. - TopicsExpress



          

2003 HAZİRAN BAKIRKÖY KOMÜNÜ 2005 baharında yazıldı. (Teşhis: “Manik-Depresif”) Kitap: Yalanlar bilimi psikiyatri (Thomas Zaszh); Modernitenin, aydınlanmanın zararlı bir yan ürünü! Sahte bilim psikiyatri! Yeşil dağlar menekşeli canım, dağlara gel dağlara… Kahkaha atarak kalktığımda yelkovan akrebin üzerinden geçiyor, saniye ise ikisiyle de dalga geçiyordu. Saatimin ibrelerinin sadece pozisyonları ile ilgilendiğim, hani hiç de şunu şu kadar geçiyora takılmayacak kadar avare yaşadığım dönemlerdi. Cebimde biraz param mı var, işte midem de, yüzümde o gün şenlendi demekti. O sıralar, güneşin doğduğu yerin bana bir kül tablası uzaklığında olduğu ruh halindeydim. Dudaklarımda güldükçe sallanan sigaramı neredeyse güneşle yakacak gibiydim. Ahh sorumsuzluk gibisi var mıydı acaba şu hayatta... Zile basıldı, basıldı. Duymadım. Duyar gibi oldum. Uyandım. Birisi açar dedim. Birisi açmadı. Üzerime üzerime kapı geliyordu. Evin yolunu bulmuştum, ancak hemen kapı önüne kadar dayanabilmiş ve sızmıştım. Kapıdan içeri giren arkadaşımı yerlere serilerek karşılamış bulundum. Ne de görkemli bir karşılamaydı. Gözlerim şiş ve kırmızı, ağzımdan alkollü parfümler yayılıyordu ama olsun varsındı. Cebimden sigaramı çıkarmak için kalktım, öptüm ve ateş istemek için konuştum. Ayakkabılarımı giyerken, bağcıklarını ihmal ettim. Güneş. Haziran ayı. Bakındığım her yer cıvıl cıvıl. Düşündüğüm her şey cıvıl cıvıl. Masanın üzerine konulmuş bana ait olmayan ama bana aitmiş gibi davranıp aldığım bir tomar kira parasını sigaramın cebine koyup, Piyer Loti’ ye gidiyorum. O ne manzara. Kaç uygarlık görmüş o tepe! Alabildiğine tarih. Hele o Topkapı Sarayı. Haliç. Kız Kulesi. Hala çakırkeyfiyim, mezarlıklar arasında dolaşıp, kendimce uydurduğum duaları mırıldanıyorum. Ölülere “umarım iyi yaşamışsınızdır!” demekten öteye bir şey gelmiyor elimden. Bir aşağı bir yukarı volta. Güneş tepemde. Sigara yakıyorum yukardan. Saate bakıyorum terleyince. Akreple yelkovan yukarılara yakın bi yerlerde işte. Kalbim atıyor. Küt küt. Heyecan, coşku. Çay söylüyorum. Hemen içip kalkıyorum. İstanbul sokakları. Eyüp. Arabanın camlarından evleri, koşuşturan insanları, ağaçları ve gölgelerini izliyorum. Gölgelerin gerçeksiz var olamayacağını, kalın kafamın gölgesinin aynaya düşüşünden anlıyorum. Taksiciyle konuşuyorum devamlı. O cümle kuramıyor. Devamlı gülüyor. Neler mi anlatıyorum? Devrimci bir yazarım. Dünyanın kurtuluşu için buradayım. Sanki mars gibi bir şansım varmış gibi. Ama o kafayla her şey var! Aklıma bir an kadınlar geliyor. Hele Ruslar. Çek Laleli’ye diyorum. Abi bu saatte Laleli olmaz diyor. Kime ne söylüyor? Abi dikkat et diye ekliyor. Sınır tanımamazlık, artık bir portakal suyuna bir portakal ağacı parası basıp, hemen oradan uzaklaşacak kadar ve sabah pavyonlar daha yeni süpürülürken hatun soracak kadar. İlerde bir tezgâh görüyorum. Üzerinde rengârenk sebzeler ve meyveler. Ama ne renkler. Ne patlıcan normal ne de muz normal renginde. Sanki her birine neon ışıklar takılmış. Devamlı bir değişim içindeler. Her an değiştikleri yetmezmiş gibi. Hemen yetişiyorum işportacıya, abi nerede Ruslar diyorum. Orada diyor, gözleri tezgâhında. Orada olsa olsa Ruslar’ın lahanası vardır diyorum. Bir yumruk, arkasından tokatlar. Haa devrimciye sopa ha. Hem de herkesin içinde. Ama halkıma el kaldırmak bana yakışmaz. Sadece defans yapıyorum. Elinden alıyorlar beni, o vurmaya çalışmaktan terlemiş yürürken, yandaki tespihli delikanlılara iki çift laf ediyorum. Ben halkıma el kaldırmam yoksa onu portakalları gibi sıkardım diyorum. Eyvallah abi çekiyorlar. Yürüyorum. Ama ne yol. Artık sahildeyim. Sanki tüm insanlar bana bakıyorlar. Liderlerine hüzünle. Yüzü çizilmiş. Üzülüyorlar. Onlara el sallıyorum. Onlar da bana. Demek ki doğruymuş diyorum. Herkes benle ilgili ama içimi ani bir korku kaplıyor. Samatya Hastenesinin önündeyken. Ya polis görürse beni bu halde? Kahverengi kadife pantolon, kahverendi uzun yakalı bir gömlek. Kahverengileşmeye başlamış olmalı olan bir göz. Bir dönem devrimcilere neler yaptıkları aklıma geliyor. Korkuyorum ne yapayım. Gözlerden uzaklaşıyorum ve soluğu denizde alıyorum. Bir balık görürüm de gözlerimin karalığını alır mı diye kara kara düşünüyorum. Nerde... Batıp çıkan teneke kutuları, boş şarap şişeleri, poşetler, kanını gece balıklarının yaladığı morarmış kadın yansımaları, sanki, sanki hepsi de koca bir şehrin çöplüğünün sellerin altında kaldığı izlenimini veriyordu. Balık yok. Saate bakıyorum saniye oynaşıp duruyor. İki adam koyu sohbette. Acılar içindeyim. İki çift laf eder yanlarına sokulurum diyorum. Halim onları telaşlandırıyor, ne içersiniz alkol alıcamda. Diyorum ve onlara da almaya gidiyorum. Alkol yok. Ayran içiyorum. Bir daha. Onlara da tost ve ayran. Döndüğümde çoktan tüymüşler. Bir arkadaş arıyor Antalya’dan. Gelicem bir ara diyor. Elimden geldiği kadarıyla Türkçe konuşmaya çabalıyorum. Kendimi taksiye zor atıyorum. Düşünceler öyle bi hızlı ki aman vermiyorlar. Arkamda, dikiz aynasının uzaklaştıkça azalan çöplüğünden şimdi güzelim Marmara uzanıyor. Ayrancı küçülüyor, gökleri bulutlar kaplıyor, ve aniden halime ağlamaya başlıyor. Camı açıyorum. Başka bir hamle şekli bulamıyorum. Mis gibi toprak kokusu. Sileceklerin açılıp kapandığı aradan hayatımı düşünüyorum. Aşağı doğru berrak, dibe vurduğu anda bulanık, yükselmeler ani, aralar görüntüsüz. Gözün açılıp kapanması gibi. Sileceklerin açılıp kapanması gibi diyorum işte benim de ruh halim... Neler oluyor bana. Eve giriyorum. Babam evde. Onu üzmemek için nelerimi vermezdim. Devamlı bir gevezelik hali. Devrimci düşüncelerden kopuk kopuk kesitler. Tamam hep deliydim ama bu kadarı da onlara fazlaydı. Tüm yaşam boyunca rahatlığın bu kadarına da düşkün olmak anca bana yaraşırdı. İşim yoktu ama yapılması gerektiğinden daha fazlası olanları vardı. Tekele gidip biralar almak zahmet verici, kafa kıyak bitmiş bir gecenin eve dönüşleri aman ne de yorucuydu. Yeni başlayan gün, kendine hiç tadılmamış duyguların merakını uyandıracak kadar gizem doluydu. Bir an önce yaşamaya çalışarak bir an önce bu nedensiz merakımın giderilmesi de yorucuydu. Ama bir bira tüm sorularımı giderip yerini sonu gelmez bir hayal dünyasına bırakıyordu. Akşamlar en keyiflisiydi; yorucu geçmiş günlerimin… Kafasına bayıldığım bir akşamdı. Güneş Üsküdar tepelerinden dolunayını uzatmış, son ışımalarıyla gözlerimi kamaştırırken, ben yudumluyordum. Soğuk bir akış gırtlağımı şereflendirirken, ben gene aynı duyguyu yaşıyordum... Hayat; hayatınızı size kabul ettirdiğinde artık hayatınız olmaktan çıkıyordu. Size istediğini yaptırıyor, sizi bir ömür boyu gemi pervanelerinde yaşamaya tutsak ediyordu. Hayat özünde kabul edilemez bir gerçeklikti, onu değiştirmeye ve geliştirmeye çalışmalıydınız. Kafataslarımız içine kurulmuş, bayrakları, anıtları, heykelleri, tapınakları, diktatör vesikalıklarını yakamadığımız sürece, sen ve ben değildik; sakattık ve beyinlerimiz pansumanlıydı. Tentürdiyot, devletin resmi tarihini yıkıp, üzerine halkın cümlelerini kurmaktı; devletleri bir kaşık suda boğmaktı: İşte o zaman güneşi ve ayı aynı anda görebilir, birine rakı diğerine ise şarap kadehini kaldırma ayrıcalığını kazanırdınız. Güneşe rakı, ulan al sana da şarap be ayım... Cihangir sırtlarında tükettiğim şarabımı, biramla kavuşturarak İstiklal’e yürüdüm. İnsanlar yürürken konuşuyorlardı. Üzerime gelenleri, arkamdan geçip gidenleri ve beni takip edenleri olmalıydı. Caddeye sığmıyordum. O ne mimariydi! Kim hangi derin ruhlunun eseriydi; kim hangi kemancı yaşamıştı zamanında: Agalia isimli balerinin alt katında. Şimdi ise bazıları konsolosluk, bazıları mağaza, bazıları ise hamburgerci olmuştu. Ruh yerini köhneleşmiş bir bedene, keman ise diskolara bırakmıştı. Bu cadde, arvavut kaldırımına yolcuları ile gömülmüş, leş gibi 6, bilemedin 7 Eylül troleybüsü kokuyordu. Neredeydin güzel Adara? Hani o kara gözlerini gökyüzüne astığın şiirlerin? Kabıma sığmıyordum. Cadde giderek daralıyordu. Ellerimi açtım. Binalara tutundum. Sıkışıyordum! Köşe başına işedim. Bir bira daha. Bii daha... Barın tekine girdim. Kızlar bana bakıyordu. Nasıl bakmasınlardı? Delirmeden delirmelere koşan bir yüreğin gözdeki çakmaları nasıl bakışlardan yoksun olabilirdi? Benimle yatmak için canını vermeye hazır oldukları düşüncemle biramı böbürlenerek yudumlayışlarım, büyüklenişlerimin doruğuydu. Artık sabahları kalkmıyordum. Sabahları kaldırıyordum. Günleri istediğim gibi değiştirip, mevsimlerin zamanına ben karar veriyordum. Sabah, öğlen, akşam ya da bir zaman kalktığımda, saatim ibrelerini bir o yana bir bu yana çeviriyordu. Bir sabah, bir akşam. Gece olmasını tercih ettim. Dolaptan bir bira açtım. Onu içtim. Hayatım aklıma geldi. Yıldızlara baktım; her gece gibi gene güzeldiler. İstediğimi kaydırıyor, istediğimle sevişiyordum. Bin bir gece masallarını düşündüm. Bir zamanlarımı düşündüm. Bir yudum daha. Ahh, kollarında ölecek biri nerede diyerek biramı kıskandırdım. Benim en sadık dostumu. Devrim olmak üzereydi. Ertesi gün Bolu yolculuğumla temelleri atılacaktı. Sabah kalktım. Gene Piyer Loti’ye doğru İstanbul’u sahiplenircesine yolculuğum başlamıştı. Orasını Piyer Loti’den öğrenmiştim. Onun mükemmel anlatışı beynime öylesine kazınmıştı ki, onunla aynı havayı solmak, aynı ağacın gölgesinde çayımı yudumlamak gibisi yoktu. İnsan bedeninin alışık olmadığı şekilde besleniyor ve yaşıyordum. Böylesi yoğun bir sürecin beni nasıl yatağa düşürmediği, dahası nasıl hiç bayıltmadığını anlamak mümkün değildi. Önemli idealleri olan insanların kazandıkları aşkla neleri başardıkları bilindiktir! Ben de kendi hikayemde yönümü bulmuş var gücümle savaşıyordum. Bu savaş, yel değirmenleri ile savaştan bile daha hayalvari ama daha kutsaldı. Beşiktaş’ ta bir evde biraz soluklandım. Yazın sıcak üfürtüsü açık pencerelere vuruyor, melekler eteklerini perde yapmışlar, gözüme doğru savuruyorlardı. Konuşmalar bitmiyor, güzel bir dünyanın hayalleri üzerine ahkâm kesiliyordu. Dayanılmaz bir coşkunun hemen ıstıraba geçişiyle, merdivenleri pata pata ve küte indim. Taksi çevirdim. Neresi abi dedi. Çek Bolu’ya dedim. Abi İstanbul’da bildiğim kadarı ile böyle bir semt yok dedi. Bu Bolu semt değildir, şehirdir dedim. Yutkundu. Çek sen dedim. Bakma bana! Yolda devrim hayalleri. Durmamacasına konuşmalar. Mola verince su, az sonrakinde köfte. Herkese para dağıtmalar. Taksicinin artık tam anlamıyla bir deli olduğuma karar vermesi. Aman evladım yapma etme demeleri. Benim Küba’ya, Rusya’ya hiç olmazsa dağlara çıkış planlarım. Devrimin bir şekliyle ateşlenmesi. Bolu’ya varış. Bir abimle deli gibi konuşmak ve onunla mücadeleye girişmek istemelerim. Yığınla telefon görüşmeleri. Taksiciyi artık benden daha delirmiş vaziyetlere sokmam. Hesabın yüklü gelişi. Bolu’nun en güzel oteline, Termal’ e yerleşmem. Bir güzel ılıca banyosu. Arkasından yarım saat süren masaj. Ahh bi de hatun olsaydı diye düşünmelerim. Otelden ayrılmamla beraber soluğu bir aile restoranında almam ve acaba bir rakı ve Rus alabilir miyim deme gafletinde bulunmam. Hemen sonra, “pardon Rus Salatası demek istemiştim”. Salata daha iyidir; enternasyonaldir! Hahh haa… Etrafa derin bakışlarım. Sanki dünyayı ben yaratmış ve yönetiyor edasıyla süzüşlerim. Burada günün birinde oturmuşluğumun, bundan sonra oraya gelenlere benim orada bulum muşluğumun bıraktığı anıları. Cep telefonum olmadığından, kardeşime ve Gonca’ya bulunduğum yerin telefonunu vermiştim. Meraktan devamlı beni aradıklarından, devamlı patronun yanındaki telefon zırıltısı ile çağırılmam, onlarda benim çok önemli bir kişi olduğum izlenimini yaratıyordu. Bir duble söylemiştim; sonra bir duble daha ve ondan sonra 35’lik ve 2 bira cilası. Eeee haliyle oradaki oligarşi de şoka girmişti. Kardeşim bir kez daha aradı ve “Abi lütfen benim için İstanbul’a dön!” deyince, takındığım yelkenler fora fora meze tabağına indi. Hesap için patrona doğru yürüdüm ve orada çalışan tüm emekçi servis elemanlarını çağırmasını ondan rica ettim. Etrafıma toplandıklarında, “yaşasın işçi sınıfı!” diye bağırdım ve 2003’ün bokuyla onlara 10ar tl bahşiş verdim. Hemen patrona dönüp, termaldeki rezervasyonumu iptal etmesini rica ettim ki, aslında parayı da peşin ödemiştim. “Hay hay efendim, ne demek!” dedi. Telefon görüşmesi biter bitmez patrona, “Patron Bey benim acil İstanbul’a inmem gerekiyor, bana bir adet helikopter çağırır mısınız lütfen?” dedim. İşte o zaman mekândaki rakılar, mezeler, insanlar hidrojen sülfür asidik çözeltisi içinde tepkime manyağı oldular! “Eee bee, bee beyefendi, ne yazık ki Bolu’muzda helikopter yok” dedi. Son yudumumla taksi çağırttım ve kapı önü taksi durağı oldu. Taksiciler barikat kurmuş birbirleri ile çatışırken, “Amına koduklarım, helikopter yok dediniz, şimdi de zaman kaybımdan ibaret taksi kavgalarını dinleyemem, acil İstanbul’a gidiyoruz!” dedim ve o an hemen iki taksici uzlaşıp, tek taksiye bindiler. Önlerde onlar ve arkalarda ben… Hemen garaja çektirdim taksiyi ve 4 bira ile yakıt ikmali yapıp gözlerimi açtığımda, Boğaz köprüsü üzerinden geçiyorduk. Sonra,,, epey daha anı var,, Bolu’da hala konuşuluyor olmamı düşünmem. Bir sorun vardı; taksi param suyunu çekmişti ve ben de taksiyi her zaman beraber içtiğim otopark mafyası arkadaşlarımın sokağına sürdürttüm. “Bekleyin hemen geliyorum” dedim. Sağolsun, Akdeniz Barın sahibi Yılmaz bana hemen 750 tl borç verdi. Taksiye dönüp, tam parayı ödemek üzereyken, Façalı Abim elimdeki parayı aldı ve yarısını taksicilere verdi. “Bu ibneler bu kadarını hak etti” dedi. “Niye diye sorduğumda çünkü bu götler ben kesin paranızı getirecek dediğim halde sana güvenmediler” dedi. Ve ekledi, “şimdi hemen Bolu’ya topuklayın!” Ben de naptımmm, o zamanın parasıyla 350 tl lik bira aldım. Tekel, midye tepsisi oldu kapattık. O an mafya babası ile senli benli konuşurken, aralarındaki kopilin teki, “sen nasıl baba ile öyle konuşursun deyince, kes lan sen de neden ve kimin için Bolu’ya gittiğimi biliyor musun?” diye haykırınca, veled bir de GodFather’ dan fırça yemişti... Fena azmıştım ve hemen mafya taksilerimizle Laleli otobanlarına çıkartma yapma girişimlerimiz,,, ama ne yazık ki paramın artık çoktan tükenmiş olması. Rus’larımın bensiz bir gece daha geçirmek zorunda kalmaları. İnsanlara hakkımda, gençlik coşkusudur, ani tavana vuran geçici mutluluklardır dışında bir düşünme payı bırakmamamdan öte, üzerime deliliği bir türlü konduramamaları bana daha geniş bir hareket alanı ve tüm deliliğimi dışa vuruş imkanı sağlıyordu. Var oluşumla bir bütündüm ve kendimi harika hissediyordum! O zaman bana neden deli diyorlardı? Garip bir anlam kayması mı mevcuttu? Bence onlardı deli olan: Sahtekârlıklar, dedikodular, televizyonun içine düşüp izlemeler, Yalan Rüzgârları, yarışmalar, rekabet, ne şiir ne de tiyatro… Yorgun bedenim uyumak için çırpınıyor, düşünceden düşünceye sınırsız yolculuklar yapan beynim ise kendisini ayağa dikmekte direniyordu. İkisi arasında pazarlıklar yapılıyor ve genellikle 2-3 saatlik uykuya el sıkışılıyordu. Yataktan kalmak yoktu, adeta bir diriliş vardı. Yüz yıkandığında gülümseyen bir yüzü inanılmaz tamamlayan, sağa sola devamlı bakınan gözler vardı. Kalktığımda dolunay olanca parlaklığıyla o şiirsel yüzünü sergiliyordu. Beğenmedim. Hilal oldu. Sonra güneş doğsun istedim. Beşiktaş’a Dolmabahçe’den, o ulu çınarların altından yürümek istedim. Yürüdüm. Akşamüstü içimi devrim telaşı sarmıştı. Fidel Castro’dan telefon beklediğim sıralarda votka içiyordum. Her bir yudumda daha da devleşiyor, telefonun çok yaklaştığını hissediyordum. Aramayınca herhalde bir işi çıkmıştır dedim. Evet o dönem hepimizin işi başından aşkındı. Eve döndüm. İnanılmaz coşkulu bir sergi hazırlığı. Duvarlara Marx, Lenin in yapıştırıp, Madam Bovary romanının kapağı, kardeşimin kız arkadaşı, kangal köpekler ve daha bir çoğusu ile oluşturulmuş zengin bir kompozisyon. Ütü masasını açıp, Che’ nin posteri üzerine bir çekiç ve bir de çivi koyup sergiye gelen insanlara onu istediğiniz yere çakabilirsiniz şeklinde imalar. Duvarlara sloganlar! Yere ruhani kitap açıp, mezure ile 31 santim ölçüp, das kapitalle bitiştirmeler. Mutfağa ketçapla “nesin” yazıp, Sergici Ali Nesin’e verip veriştirmeler. Beyefendi, asıl sergi işte böyle olur gibisinden. Sonra halının üstündeki kitaplara işemeler. Gece sergimde bana yardım eden arkadaşım artık dayanamamış ve uykuya dalmıştı. Çok mutlu bir uykusu vardı. Çünkü ona yarın devrim oluyor sana da sınavların için af çıkartacağım dediğimi hatırlıyorum. Diğeri ise kendi odasındaydı. Başta onları korumak en önemli görevimdi. Evde sabaha kadar kuş uçurtmadım. Devamlı gezinerek, devrimdeki görevlerimi iyice gözden geçirdim. Güneşe doğ canım sıkılıyor, doğ ki sergimi artık açayım dedim. Güneş doğdu. Hayat gözlerime ışıldıyor, gözlerim delirmişliğin son çırpınışlarıyla gülümsüyordu. Televizyonu açtım. Sözüm ona liderlere “Devrim oldu! Ne düşünüyorsunuz” gibi sorulara cevapları sadece boyun büküklüğüydü, anlatılamaz bir şoktu: Götünde kurt olan mimiklerini Van Gogh tek fırça darbesi ile gasp etmişti. Başka bir kanalda, hayatı boyunca 3 kuruş için savaşanlar şimdi ellerinde işporta tezgâhlarını sürüyerek devrim şarkıları söylüyorlardı. Her bir kanal ülkemizde devrim olduğunu, artık yeni bir hayatın kurulacağını alt yazıyla geçiyorlar, sokaklarda insanlar dans ediyorlardı. Az sonra babam ve kardeşim geldiklerinde oturmuş sucuk yiyordum. Ama bu oturmuşluğun hop kısmıydı, bir de hop kalkmışlığı vardı. Hop kalktım. Sergimi büyük bir gururla ilk onlara açtım. İlk sergimin ilk ziyaretçileri onlardı, ne güzel. Ben evde tükenmeyecek bir enerji ile gezinirken gözleri fal taşı gibi açılmış sergime bakıyorlardı. Mükemmel olmuş dediklerini hatırlıyorum. Hoşuma gitmişti ama bu ilkbaharın bin bir çiçeklerini giyinmiş vadilere ne kadar güzel olmuşsunuz demek gibi yavandı. Zaten güzel olan bir güzellik, zamanla yerini bir yıpranmaya bıraktığında asıl bu iltifatı hak etmez ve daha mutlu olmaz mıydı? Son sergi hareketimle artık bir an önce bu evi terk edip beni acile kaldırmak artık kaçınılmaz olmuştu. Babam şimdi bana ne desindi? Sergimi açmış sanatçıları beklerken oğlum gel seninle deliler evine gidelim mi diyecekti? “Eski doktorunla görüşeceğiz oğlum” dedi. Eski doktorum, çocukluk deliliğimin unutamadığım bir hanımefendisiydi. Zaten babamın yalvarır bakışlarıyla, kardeşimin acınacak yüzüne de hiç dayanamazdım. Devrimciler gerekirse değil hatır, önlerine engel olan her şeyi kırar geçerlerdi ama bu durumda ben yapamadım. Yapamazdım. Kahverengi uzun yakalı gömleğimi ve kahverengi pantolonumu giydim. Ayakkabılarımın bağcıklarını düğümlerken, içim düğmüklendi. Bir insanın sıfatların yetmediği duyguları peşi sıra yaşaması doğasına aykırıydı. Evden çıktım. Arkadaşıma, sergiye gelenleri ağırlamasını, ketçap dolu kelimeme ve sidiğime basmamaları için onları uyarmasını, ve en kısa zamanda döneceğimi söyledim. Arabada öne oturdum. Yoldan geçen herkese selam veriyordum. Onlarda bir tanıdıktır heralde diyerek bana. Selamımı da aldım ya işte dünya benimdi artık. Artık devrim gerçekleşmişti. Bu devrimde payım büyüktü; büyük işler başarmıştım: Babamın kredi kartından 1 gün içinde 1.5 milyar çekmek, evi anlaşılamaz bir sergiye dönüştürmek, milleti şaşkınlığa boğmak ve artık bedenimin iflası gibi... Cihangir’deki sergimden, ailemin yaşadığı eve geldim. Güneş yüzüme vuruyor, terlerim deli titremelerimde buharlaşıyordu. Annem ve teyzem kapıyı açtıklarında, anlatılması güç bir ifadeyi yüzlerine takınmışlardı. Bense tüm doğallığımla konuşuyor, sergimden bahsediyor, iyice dehşetten irkilmelerine neden oluyordum. Babam yıkanmamı rica etti. Sanki soğuk bir duş aklıma iyi gelecekti. Değil soğuk duş, beton üstüne çakılmamın bile bir yararı yoktu. İş işten şimdilik geçmişti. Freni patlamış bir devrimin kamyon şoförüydüm. Aynaya baktığımda bir yerlerden tanıdığım kendimi görüyordum. Sanki hayatım boyunca yaşadıklarım artık beynimde barınacak bir yer bulamamışçasına, kendilerini hayali bir huninin dışarılarına doğru süzülüşe bırakmışlardı. Devrim manik atağı doruğa ulaşmıştı. Kendime baktıkça hunimin uzadığını görüyor, bir o yana bir bu yana hareket ederek acaba karşımdaki ben miyim sorusunu gidermeye çalışıyor, sanki hunim o an için en değerli varlığımmış gibi sağa sola sıçramalar sırasında onu sıkıca tutmaya çabalıyor, hayır hayır bu ben olamam diye var gücümle bağırıyordum. Ne yaptımsa olmadı. Evet huniyi kafama hayat geçirmişti ve düşüreceğe de pek benzemiyordu. Sıkıldım. Kabul edilmişliğin o inanılmaz yenilgisiyle aynaya selam verdim. Selamımı aldı. Her bir selamda kafamla beraber hunimin de eğilişine saygı duydum. Barışmıştık. Yeni benime duğduğum saygıyla hunimi çıkardım, dizlerimi büktüm ve ancak soyluların o sahtekar selamlarına yakışır bir edayla ellerimi kavuşturarak kendime selam verdim. Nasıl olsa düşeceksiniz diye bağırdığımı anımsadım. Aynanın gerilerine baktım. Maymunların yavaş yavaş dikilip insanlaştığı evreleri, hızlıca maymunlaşan insanların bağırtıları izliyordu. Tuvaletin kapısını açtım. Babamdan muz, fıstık ve para istedim. Sustular... Ailemle sağlık ocağına geldiğimde, başı hiç eksilmeyen ama sonu hep uzayan kuyruklu insan kuyrukları gördüm. Elindeki ciğeri yandaki döviz bürosundan bozdurmaya çalışan dedenin inlemeleri, güzelim mavi gözlerini gözlerime dikmiş ama az sonra onları renksiz gözlü şık bir bayana satmak zorunda kalacak yeni yetme bir kızın bağırışları, arkalardan gelen, burnum ne kadar eder yoksa kulağımdan mı olayım sorularına karışıyordu. Etrafta dolaşan bağırsak gravatlı adamları, kedi bıyıklı yılanlar izliyordu. Evren, bizim davranış bozukluklarımızın örtbas edileceği her an ve yerde bize canlıların doğal ortamını sunmamış mıydı? Bir kedinin anormalliğine, bir çiçeğin anlaşılmaz davranışlarına rastladığınız hiç olmuş muydu? Bunu çok iyi biliyordum. Ama bu görüntülerde alemler birbirlerine geçmiş, eskilerin olağanüstülükleri şimdi çok olağanmışçasına ilginç bir sağlık ocağında cereyan ediyordu. Haykırınca geçecek cinsten değildi yaşam. Gözlerimi kapatınca da devam eden bu farklılaşım artık dayanılmazdı. Bir an devrimim beni gene kurtarmıştı. Liderlik zırhıma tekrar büründüğümde; kuyruklarda bekleyen acılı kimseleri, ellerinde sağlık karneleri koşuşturan insanları, bir bayanla konuşurken bana bakmaktan kendini alamayan mavi gözlü bir kızı ve sorulan tuhaf soruların anlamsız cevaplarını algılamaya başlıyordum. Halkıma selam verdim. “Nasılsınız?” “Geçmiş olsun!” diyerek bağırdım. Hatırlarını sormuştum. Bakışları hoşuma gitmişti. Her şey süt liman olmuştu işte gene... “Psikiyatri kliğine” çıkmıştık. Annem düşmemek için, belki de bana neler olduğunu bir an önce anlamak arzusuyla yanıp tutuşurken, sıkıca koluma girmiş benimle konuşmaya çabalıyordu. Konuşmalar hastalanmış bir insanaydı. Oysa ki ben tam tersine tedavi ediciydim. Devrimler yapıp, sağlıksız sistemin iyileştiricisiydim. Delirmiş olarak görülmemle, kendimi son derece normal ve dengeli hissetmenin zıtlığı yaşanıyordu aramızda. Odaya girdik. Annemde yanımda bulunmak istedi. Dehşet saçan gözleri, hiç ummadığı bir felaketin ansızın gelip kendi canına tosladığının en doğal ifadesiydi. Son derece kendimden emindim. Hayatımda ilk kez inanılmaz bir özgüvene sahip bir şekilde doktora soruları ben sordukça, ikimizde istediğimiz cevapları alıyorduk. Sonunda “Orkun Bey çok yorulmuşsunuz, sadece biraz dinlemeniz gerkiyor “dedi. Güldüm. Dinlenecek kadar yorulmadığım gibi, hiç yorulmayacak kadar enerji doluydum. Üstelik değil bitkin düşmek, son nefesimi bile halkım önümde vermek için çırpınıyordum. Çıkarken doktora biraz daha kitap okuyun dedim. Hayatı her yönüyle yaşamamız olanaksızdı. Ama tüm yaşanmışlıklar kitaplarla anımsanabilir, hatta ilk kez yaşanabilir, unutulmamacasına içimizde yer edinebilir ve karşılaşacaklarımıza yön verebilirdi. Kitap okumalıydı o da. Anlaşamamıştık. Sevk edildiğim yere doğru yol almaya başlamıştık. Zaman artık sergime gelenlerin zamanıydı. Ona müdehale edemezdim. İçim buruluyordu. Alıkonulmuştum hayatımdan. Parlak gökyüzü, içimi kaplayan kara bulutlardan habersiz, kuşlarını bahçesinde gezdiriyor; bense içimi çekerek duygusallığımı, buğulu gözlerimden inecek damlalara hemen dokunarak somutlaştırmak istiyordum. Ağlamak gerçekten ağlanıldığında rahatlatıcıydı. Zorlayıcılığın her aşamasında yaşam kendini yapaylaştırarak samimiyetsizlikleri peşinde sürüklüyordu. Arabanın içinde, güzel günlere yolculuk yapıyor olma avuntusunu arada örseleyen acaba oğlumuz elimizden yitip gidiyor mu sorusuna hemen gene içten yanıt verilen, “güzel her şey nasılsa yolculuklarla başlar” tesellisi izliyordu. Arabanın içi dar gelmişti bizimkilere. Bana ise o an hayatın ta kendisi dar geliyordu. Denizlere, dağlara sahip olmak, dilediğince hüküm sürmek gibi imtiyazlar bile bazen nasıl insana dar gelebiliyorsa, pek hala bir hücre içinde uzunca kalmak o denli özgürcesine olabilirdi. Ruhumuzdu hür olması gereken, yerler ancak bunu güzelleştirebilirlerdi. Kaçık aklım sergimin kaçırılmışlığına takılı kalmıştı. Hayatımın en önemli günlerimi geçireceğim yere geldiğimizde, her birimizin bildiği tanıdık bir isim hayatıma kapılarını açıyordu: Bakırköy; akla sadece delilerin getirilmekle kalmadığı, ama aynı zamanda ailemce akıllanayım diye tarafımdan zorunlulukla akıllarına getirilip, hemen getirildiğim bir yerdi. Burası; Allah’ın defolu mallarını izleyip gülmekten delirerek rakısını yudumladığı, kişisel hataları kadar yüksek yatak kapasiteli, çiçeklerinin ağaç, kuşlarınınsa bacaklarını açarak delilerin hunilerine yumurtladığı, yeni bir dünya düzenin kurulmaya çalışıldığı, her bir kimsenin saatlerce daha önce kimse tarafından sorulmamış hatırlarının aynalarınca kendilerine sorulduğu, hesapta delilere bakmakla yükümlü asgari ücretle çalışan başka delilerin onları bir güzel döverek asgari kişiliklerini zamlandırmaya çalıştıkları ve her nasılsa memuriyet zamanlarında doktorların muayeneye geldiklerinde üzerlerindeki deli gömleklerine tutturulmuş bir gravat ya da hemen bunun altına giyilmiş bir etekle ortalıklarda dolaştığı, tiyatrosunun perdelerini trajikomik bir şekilde asla kapatmadığı, alabildiğine doğal bir insanlık manzarasıdır. Arabadan indiğimde getirildiğim yeri hayretler içinde izliyordum. Acile girmek istemeyişim, acil sergime dönmek istemeyişimin mütavazi bir nedeniydi. Üstelik devrimle sonuçlanmış onca uğraşının üstüne sanatta da yeterliliğini veren bir adamın orada ne işi olabilirdi. Doktorlara ailemin psikolojisi ile ilgilenmelerini söylerken, her cümlem onlarda onanmaz yaralar açıyordu. Uyuştucu vurmak istiyorlardı. Hayır diyordum. Anneme vurun, onun ihtiyacı var diyordum. Babam diz çökmüşçesine ellerini kavuşturmuş önümde yalvarıyor, “oğlum hani beni dinleyecektin?” cümlesini bildiğim en güzel müzikten daha büyük bir ahenkle söylüyordu. Laf anlamazlığım bu ezgi içinde eridi, gitti. Küçük bir odaya babamla girdik. Babam “önce bana vurun” diyerek sanki idam edilecek insanların hiç anlatılmamış ölüm öncesi duygularını gözlerine resmetmiş, yarattığı parçasına tüm sevgilerini armağan edercesine soluksuz bakıyordu. İğne içime girdiği anda karşıdevrim olmuş, sergim talan edilmişti. Yataktan kalktım. Açık bir deli arabasının arkasına kardeşimle oturduk. Dışarıda pijamalarının çizgilerini her defasında farklı sayarak, matematiğin duygular karşısında sadece bir komedi olduğunu ispatlayanlar, hayattaki tek amacının bir sigara daha içmek olduğunu o doyumsuz eğlenceli hareketleriyle anlatmaya çalışanların sokak sanatı; yatacağım yerin, dünyanın aslında en güzel yerine çevrilebileceğinin en komik ve akıllıca olan gösterisiydi... Dışarıdan içerisinin rahatça gözetlenebileceği küçük bir hücrenin camlı kapısından, düşecekmiş gibi çıkmış gırtlağı üzerinde bulunduran incecik bir boyun, meraklı gözlere sahip incecik bir yüzle bütünleşip bana bakıyordu. Sayısını sayacak halimin artık kalmadığı çizgili pijamam üzerime geçirilmiş, uyuşturucum tarafından yavaş yavaş yatağa yatırılıyordum. Dışarıda beni merak eden onlarca insan vardı. Başta halkım vardı. Liderlerinin üzerine ise anlatılması güç duygular çullanmış, yavaş yavaş bu hayata ve kendi hayatına veda edişinin karşı konulamaz acısı sarmıştı... Kalktığımda, etrafımdaki altı yatağın içinden fırlamış 12 kuşkulu bakışı üzerine çeken yenilenmiş bir bedenin içinden etrafı seyrediyordum. Artık 25 yeni “Deli” arkadaşımla birlikte “deliler” koğuşundaydım. Orada alkol yoktu; artık gezmeceler ve güzel bir dünyayı var etmenin tutkusu yoktu. Ama bol bol uyuşturucular ve sigara içmek vardı., ama daha da önemlisi ne vardı biliyor musunuz; Orada yaşamın ta kendisi vardı. Orada en başta deliler vardı. Hesap sorma yoktu. Hakaret yoktu; hatta iki cümle bile zordu bazen. Daha çok maymunsu bir dostluk vardı, devamlı kol kola girmeler ve dokunmalar vardı. Dayanışma vardı. Tek sigarayı onlarca kişiyle içmek vardı. Hayaller vardı; işte bir delinin hayalleri ne kadar olabilirse o kadarı. Güçlü umutlar sonra. Bir çiçeğin içerden ne kadar da farklı görünebileceği vardı. Koklamak isteyince nasıl olsa koklanabilecek bir şeyin bir nedenle koklanamayışının o tarifsiz burukluğu vardı. Ya dışardakiler. Onlarda da, hep yanlarında bulunmuş ama artık çoktan uçup gitmiş bir ruhun ne zaman yanlarına döneceğinin o karşı konulmaz acısı ve merakı vardı... Hayatı değiştirememiştim! Devrim olmamıştı! O hayal kırıklığını hiç unutmayacağım! Oysaki ne kadar uğraş vermiştim. Yolculuklar, duygu dalgalanmaları, bitmez konuşmalar, sergiler... Aahh be güzel Somali’li çocuk, vahh be güzel gözlü devrimim; hani neredeydin? Ama ruhum biraz uslanmıştı. Sanki azıcık yerine oturmuştu. Olsun varsın hayat böyle de yaşanasıydı. Hala çiçekler açıyor, hala kuşlar deliliğimizi alaya alırcasına uçuyorlar, hala iki yudum için mücadele devam ediyordu... Kafam iyiydi. Canım nasıl da alkol istiyordu. Alkol bazen nasıl da isteniyordu. İnsanın uyuşturulması için deli olması gereksizdi. Pek hala egemence uyuşturulabilir ve yönetilebilirlikte. Yönetilmenin ve uyuşturulmanın doğal akışına bırakmıştım kendimi. Her nasılsa girişte Bakırköy’ ün kapısına astığım kişiliğime günün birinde kavuşacaktım. Bir kuru temizlemeydi bırakılan; içi, deli arkadaşlarımla konuştukça dışı ile temizlenen. Bırak olsundu; bırak kişiliksizleştirilmiş insanoğlunun o duygularını yaşasındı bu akıllanmaz ruhum. Tamamıyla delirmişliğin tedavisi yoktur. Ama tümüyle bir toplumu delirterek sizlere göre garip davranışları bu uyum içinde eritebilirsiniz. Ben delilerin kendi aralarında olağanüstü anlaştıklarına bizzat içlerinden bir deli olarak şahit oldum. Çıkan ufak tartışmalar ya da tepinmelerse tam olarak deliremeyenler arasında patlak veriyordu. Anlaşılamaz olan içerinin mi yoksa dışarının mı daha deli olduğuydu. Dışarıda savaşlar vardı, hiç uğruna değil ama en azından güzelim bir adayı katlederek dikilmiş bir saray içinde inanılmaz bir zenginlikle taslanan, yenilen, yudumlanan ve konuştukça devleşen duyguları içinde barındıran teşekkürler ve özürler gibi hoş sada bırakan kibarlıklar vardı... Yerlerde sürünüyorduk. Bir sigara için iyileşeceğine söz verenler, yanağa kondurulacak bir öpücük için daha da delirmeye hazır olanları vardı. Haziran sonunun semiren sivri sinekleri kanımızı tatmak için bizden daha da delirmişlerdi. Sıcak burada daha sıcaktı. Sevgi ise evet burada sevgi ise en sevilesiydi; sivri sinekleri bile birbirine düşüren... Sabahları, sabahın körüyle başlatırdık. Ellerimiz hemen dizlerimin üzerinde ağır ağır yürüyüp, kahvaltımıza giderdik. Karşı karşıya oturulmanın coşkusunu, karşıma en delisini seçerek yaşardım. Birbirimize aman zarar vermeyelim diye çatal yoktu, kaşık yoktu ama bizi sözde hayata hazırlayanların kemerlerine tutturulmuş baktıkça her an aksimizi görüp kullanamadığımız demirbaş bıçaklarımız vardı. Bizi eğlendiren televizyonun görüntüleri içinde şarkılar söyleyenlerin anlamsız bakışları vardı. Kahvaltı bittiğinde daha az önce ellerimiz dizlerimizde yürüyüşlerimizin, şimdi şen şakrak geçen bir kahvaltının coşku dolu midesiyle gerisin geriye odalarımıza dönüşleri vardı. Bir sigara yaktım. Yere uzandığımda, hemen yanımdan tüten dumanların dudaklarına gülümseyerek tavana baktım. Neyse ki maviydi. Neyse ki iyice düşünüldüğünde yıldızların bile görülebileceği bir renkteydi. Uzunca bir koridordaydık. Odalarımızın ruhlarımızca kirletildiği zannedildiğinden, onlarca arkadaşımla koridorlarda yattığım anlarda pencerelerden devlet malı süpürgelerince varlığımız kovuluyordu. Biz ise ellerimizi birbirine kavuşturmuş kendilerimize yeni pencereler açıyor, sigaralarımızı körüklüyor, baktıkça denizleşen tavanlarımızda balık avlarına çıkıyorduk. İçeride hiç ziyaret edilmeyenlerin uzaklara bakışlarıyla içlerine kendilerince yaptıkları ziyaretleri vardı. Yanında insanın olmayınca, kendinle yetinmeye çalışılmanın o tarifsiz hayal kırıklığı vardı. Yalnızlığını sigarasıyla gidermeye çalışanların, ağlanası yitirilmişlikleri vardı. Ellerinin betimlemesi sayfalar dolusu kitaplara sığmaz bir devin, sorulacak tek bir hatır için sinek olup üç günlük dünyaya rest çekişleri vardı... Kaldığım on iki gün hayatımın en dokunaklı filmini izlettirdi bana. Bu dünya güzelim insanoğluna çoktu. Evrimin tekerleği bir zaman hızlıca dönmüş, ne zaman elimiz kıvraklık kazanıp bilincin gelişimiyle alet tutup, mağaralara resimler çizilmeye başlanmış, işte o zaman dünyanın boku çıkmıştı. Kahrolası bilincin bencilliği her şeyi berbat etmişti. Yeni bir evrimin bağrında oluşacak bir devrim gerekliydi. Hızlıca maymunlaşıp tek bir muz için ağaç dallarında ölesiye bağırışlarımız yerine, herkesin muzlu pastalarını, istedikleri evren manzaralarına nazır sıcak korunaklarında sevişe sevişe tadarken ve sokak kedilerimiz ağaç dallarında rakıda Mürenleyken, götümüzden osurduğumuz bir devrim gerekliydi. Ertesi gün ilk güneşle, horozlar korosuna katılarak oradan siktir olup gittim. Ama kapıya terliğimi koyarak… Bir bira açtım akşamı. Ayağımda tek terlik yürüyerek o sikik otobandan Bakırköy’e gittim. Arkadaşlarımı ziyaret edip onlara sigara dağıttım. Öpüştüm. “Delirin” diye haykırdım! Daha da çok “Delirin” !!! Ben ne yazık ki “iyileştirilmiştim.” Sanki bütünüyle delirmiş bir dünyanın içinde iyileşmişliğin yeri ne olacakmışçasına, işte zararsız bir konuma getirilmiştim. Gerisini külahımın hunisine anlatın! Haaa...
Posted on: Wed, 26 Jun 2013 07:53:41 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015