ALİ ONGAN: Öldür ve sev! Cezaevlerine işkenceye, sürgüne, - TopicsExpress



          

ALİ ONGAN: Öldür ve sev! Cezaevlerine işkenceye, sürgüne, idama, faili belliye ve diz çökmeyince ölümlere gönderilen aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve siyasetçiler... Ne çok sevdik! Vatan hainlerini ve yarına ertelenen ne çok vatan haini, bölücümüz varmış. Önce öldürüp sonra sevdiğimiz, anladığımız! Ve ‘keşke olmasaydı’ denilerek hayıflandığımız o kocaman yürekli insanlar. Az önce seni haberlerde seyrettim. Senden bir kahraman gibi bahsettiler, “Yanlış yaptık, büyük insandı aslında, ah vah” diye göz yaşı döktüler... Oysa, daha dün “katli vaciptir’ diyenlere alkış tutmuşlardı ve ölüme yardım-yataklıktan vicdanlarda hüküm giymişlerdi. Çünkü onlar, dün olduğu gibi bugün de ‘vatan severdi’ ve sana kıyarken ‘devletin bekaası’nı koruyorlardı. Yüzleri şimdi olduğu gibi dün de yoktu. Sadece maskelerini değiştirip devam ediyorlardı sözlerine. “Aslında o vatan haini değildi. O gerçek bir solcu, gerçek bir aydın ve gerçek bir vatanperverdi” diye ‘nur’ yüzleriyle edebiyat döküyorlardı. Daha dün ‘ülkeleri için’ cinayetleri azmettirenler, seni ‘ülkeleri için’ ne kadar çok sevdiklerini anlatıp duruyorlardı. Miğferin altındaki kirli yüzleriyle gazetelerde, televizyonlarda, panellerde, meydan konuşmalarında seni keşfedip(!) sözlerinden alıntılar savuruyorlardı. Az önce haber bültenlerinde seyrettim seni. Sonra ‘Görülmüştür’ patentli bir belgeselde gördüm. Maphustaki görüntülerini, sürgünü, sokak ortasında uzanan bedenini, seni linç edenleri, yaradılış kadar kadim mücadeleni ekranlara taşıyarak ‘aydınlık bir gelecek için’ nasıl eziyet çektiğini anlatıyorlardı. Devlet arşivlerindeki son mektubunu okuyup ‘vatan’ için sevilmen gerektiğine deşifre sözler döküyorlardı. Ne tuhaf ‘vatan-millet için öldürmek’ ve ‘vatan-millet için sevmek!’ Tarihin akışına karşı koyamayanlar seni düzenbaz tarihlerine dahil ediyorlardı. Anladım. Anladım... Kavganı, umutlarını, özlemlerini, direnişini, masumluğunu, yürek dolu insanlığını yani insan gibi insanlığını bende öldürmek istiyorlar. Seni bende öldürüp sıradanlaştırmak istiyorlar şimdi. Sonra kirli ruhlarıyla adına ‘anmalar’ düzüp saygıya durdular! Seçimli miting meydanlarında seni okudular, senden bahsedip minnet döktüler ve aynı adamlar aynı meydanlarda başka hedefler gösterdiler. Sonra, hep birlikte ölmelerine ödül kadehlerini tokuşturup ‘vicdanlarını demlediler’. Sen yoksun ya meydan ‘er’ anlamına küsüp çakallara ağladı. Meydan, sana dair herkeste sakladığı hançerini sapladı zamana. Bir ucu yüreğimde, bir ucu doğmamış çocukların ceplerinde gizli. Daha dünün ‘Vatan hainini’, komünistini, solcusunu ‘ne çok severmişiz’ onların öldürülmesine, işkence edilmesine, sürgüne gönderilmesine ne çok ‘üzülürmüşüz’ deyip geç de olsa ne ‘adaletli bir ülkede yaşıyoruz’u zikrediyorlar sokağa. Şimdi hüzün ve keder içinde bana bakan mezar taşlarına ‘sen bende hiç ölmedin’ yazıtlarını kazıyorum. Tüm ‘vatan sevmelerin’ den öte ‘ben bölücüyüm, ben vatan hainiyim, ben teröristim’ sevdasını ekiyorum gökyüzüne. Sonra helalleşip kucaklaşıyorum hainlerimle!.. Cezaevlerine işkenceye, sürgüne, idama, faili belliye ve diz çökmeyince ölümlere gönderilen aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve siyasetçiler... Ne çok sevdik! Vatan hainlerini ve yarına ertelenen ne çok vatan haini, bölücümüz varmış. Önce öldürüp sonra sevdiğimiz, anladığımız! Ve ‘keşke olmasaydı’ denilerek hayıflandığımız o kocaman yürekli insanlar. Anlamaların ve keşf edilmenin karşısında “Ben bölücülüğe devam ediyorum” demek ne ertelenmez bir sevdaymış. Şimdi o mezarlıklarda o ‘vatan hainleri’ yaşamda arta kalan kardeş mezarlıklarda bu ‘bölücülere’, ‘Ha gayret sevgili hain bölücü kardeşler’ diye mendil sallayıp omuz omuza halaya durmaz mı? Sürmanşetler dünün rengini değiştirerek yüzümüze çarpıyor yeniden; ‘o başka, bu başka’ oluyorum. Bölünüyorum başkalarıma. Benim vatan hainlerim! Ezgili bir Kürt, bir Ermeni yürekti Ruhi Su. Solcuydu, barış ve demokrasiyi savunuyordu. Bu ülke çok ağır geliyordu. Hastaydı ama pasaport vermeyerek mezarını kazdılar. ‘Benim meskenim dağlardır’ dedi Sabahattin Ali. Sürgün mahpuslar yattı. Baş edemediler onun dağlarıyla öyküleriyle. ‘Kaç’ dediler ve sonra arkasından ateş edip öldürdüler. ‘Nazım Baba’ diyorlardı ona. En büyük vatan hainiydi. O, “Ben vatan hainliğine devam ediyorum” diyerek mahpuslara yattı. Olmadı ‘vatan hainliğine devam ediyorum’a inat etti. ‘Def’ çekip ölümün diğer adı sürgünlere yolladılar. Öldüğünde “Beni Anadolu’da bir köye gömün” dedi. “1931 yılında Erzincan’da doğdum. Bir doğum günüm yoktur benim” yani, Kürdün esmer çığlığı Cemal Süreyya. Kökleri Dêrsim sürgünü ve her daim bölücü aşklar yaşadı. Önce sokak ortasında başına sıktılar sonra, ‘’Ölü bulundu’’’ dediler. Yalnızlık, acı, mahpus, gazetecilik, fakirlik ve yetimlik ona yakışıyordu. “And olsun ahım yerde kalmaz”ı, kelepçelerle karşıladı. ‘Vatana ihanet’ şiirleriyle bir yetimhanede ölü bulundu. ‘33 kurşun’ yüreğinin orta yerine saplandı. ‘Oy havar’la çığlık oldu ve ‘teke tek döğüşte’ bir gerillaydı Ahmed Arif. Yasaklıydı, mapustu ve okurları ‘vatan hainiydi’… Ya ‘ıslık çalması bölücü’ sayılan bilge adam Musa Anter? Eksi’nin altında mücadeleyi yükleyerek ‘sıfır’ı dağ çocuklarına emanet eden o delikanlı adam. “Mesele Kürt olmakta değil, mesele bölücü olmakta” derken bölücülüğe devam edip sokak ortasında vuruldu. Karadeniz’de Mustafa Suphi, idam sephasında Deniz Gezmiş, Erdal Eren, Temmuz’da H.Hüseyin Korkmazgil, serini verip sırrını kanına akıtan İbrahim, güneşin deli çocuğu Yılmaz Güney, gerçeğin adresi Abdi İpekçi, halkın yönetimini kuran Fikri Sönmez ve ‘hainlerin’ vicdan sesi Hrant Dink… Çürümüş zamanlardan arta kalan tüm sevmelerin ötesinde suç(!) işlemeye devam eden Benim ‘vatan hainlerim’e ekliyorum geleceğin yaramaz(!), bölücü(!) çocuklarını. Gerçeği arayan gazeteci, sevgi ve dostluğu öfkesine doğrayan şair, bir ülkenin diğer yüzünü yazan romancı, düzene karşı çıkan siyasetçi, yaşanmışlıkları gösteren sinemacı, marş söyleyen sanatçı, sözünü sakınmadan açıklayan aydın aynı koroda kardeşliği besteliyor. ‘Ben Kürd’üm, solcuyum, komünistim, Alevi’yim, Ermeni’yim, Süryani’yim, Êzîdî’yim, Laz’ım, Çerkez’im, Azeri’yim, Gürcü’yüm, Romen’im, Tatar’ım...’ Okuyan, sorgulayan, araştıran, konuşan, karşı koyan bir cümle ‘vatan hainleri’. Vatanını seven(!), devletini düşünen(!), din, devlet, vatan millet elde gidiyor(!) diyenlerin idam sephaları, işkence haneleri, cezaevleri, kurşunları, sürgünleri, yasaklamaları, yakmaları, yazanı ve okuyana acı çektirenler, şimdi seni ‘anlamaya başlamış‘. “Ah vah” deyip ‘vatanı’ ne kadar sevdiğinize dem vuruyorlar. Kalleşlik kardeşliğe devrediliyor. Kardeşlik devletin kasasında bir parça mermer. Maskelerini değiştirip adına filmler çevriliyor, kitaplar yazıp afişlerini şehir meydanlarına asıp popüler kültüre katıyorlar. Sen yaşarken gecelerin puşt zulasında dolaşanlar şimdi seni yeni kuşaklara zapt ediyorlar. Sana yenik düşenler senden uzak seni anlamsızlaştırıp gri mahcubiyetlere sürgün ediyorlar. Merak etme sen uçurumlarda kuru bir ekmek gibi zamana dökülürken sevdaların, özlemlerin ve kavgaların şimdi esmer çocukların avuçlarında acılı bir çoğrafyaya savruluyor. Merak etme ben seni, özlemlerini unuttuğum gün ölüyorum. Değerli bölücülerim! Teşhisi konmamış bir coğrafyayım ben. Harcıma isyanlarda ölüp dirilmek katılmış. Tiskinç aydınlıklara kustum önce ve sonra miladımın ipini çekip yaşamak için öldüm. Daha dün ‘ermeni dölü’ sonra ‘kökü dışarıda kart-kurt’ oldum. Kendimi suçüstü yakalıyorum ve yorgun söylentiler kanatıyor solgun yaralarımı. Dağ gibi ihanetlerde düşüp kendime sarılıyorum. ‘Şaki, eşkiya, bölücü, terörist’ oluyorum sonra. Çığlığım gökyüzünü yırtıyor. Kendimi, hayata anlam yükleyen ‘vatan hainleri’me dahil ediyorum. Bin parçaya ayırıyorum yarım bir adayı. Her parçam sana sevdalı, her parçam cennet yoksulu bir gül bahçesi. ‘Önce vatan’ sonra güllerim soluyor Misak-i Milli nefeslerde. Oysa, biz buraya hiçbir yerden gelmedik ki. Şimdi, olanca gücümle haykırıyorum ‘ey akşamın son çocukları. Bölücü’ özlemler çoğalıyor yüreğimin kaçak sınırlarında. Ne olursunuz, beni yarına ertelemeyin. Artık sürgün, yüreğimin doğusunda arıyor kendisini. Artık zaptı tutulmamış ölüler kahkahalarını bırakıyor çocukların ceplerine. Baba Tahir Uryani’den bir beyit kuşanıp ‘bölücü-çapulcu, şaki’ parçalarıma sarıyorum kendi dilimde. Şeyh Said, Bedirxan Bey, Seyid Rıza, Sait Kırmızıtopak, Ehmedê Xanî, Medet Serhat, Namık Erdoğan, Mehmet Sincar, Vedat Aydın, Musa Anter, Orhan Doğan, Mazlum Doğan, Mahsum Korkmaz, Ferhat Tepe, Ahmet Kaya… Ve Cizre, Şırnak, Güçlükonak ve Roboskî, yangın yeri bir coğrafya. Kanayan duvarlar içinde ateş kendisini yakıyor. Şehre yağmur yağıyor ve çocuklar acılarını büyütüp ‘paydos’ komutlarında bölünüyorlar. Oysa, tuhaf değildi ‘vatan haini ile bölücünün’ tümden aşkı. Aynı ‘sevmelerden’ ve ‘anlaşılmalardan’ muzdarip ölüyorlardı kendilerine. Zaman tuhafa dönmüyordu artık. Daha dün ‘Kart-Kurt’ olup sonra, teşhisime ölüm biriktirenlerin ‘Kürt kardeşi’ olmak. Tutanaksız hükümlerde inkarın ve imhanın diz çökmesiydi tutulan zabıtlar. Şifresi çözülüyordu hayatın. ‘Dorşin’e reis geldi seyisler selama durdu’ Ama çocukların bölücü aşkına ‘Kürt’ hükmü düştü kendi cezasını çoğaltan. Onlar ‘bölücüydü, şakiydi, kökü dışarıda birer maşa’… Zaman intihar demindeydi. Kürdü keşfedip Kürt’ten ayırmaktı; ‘bölücüyü’. Şifresi çözülüyordu zamanın. Zaman, intihar demindeydi artık. Bir gazete manşetinde buldum resmini. Islık çalarken nasıl ‘bölücü’ olduğunu yazıyorlardı. ‘Kart-kurt’tan nasıl Kürt olunduğu sonra, ‘yazık oldu, ah vah’ cümleleri makyajlanıyordu sütunlara. ‘Vallahi biz dostu özledik’ hançer gibi saplanıyordu ‘vatan severlerin’ yurduna. ‘Şerefsiz’ manşetler çok geçmeden ‘ah vah’lara nakşedilip ‘yurdum sanatçısı’na dökülüyordu. Duydun mu dün seni ve hücreni gösterdiler bir dizi filmde. Karanlık bir coğrafyayı nasıl aydınlattığını mahcup ve anlamsız cümlelerle tarif ediyorlardı. Utanıyorum. Avuçlarım gözlerimi kapatmaya yetmiyor öfkem, eski zamanların zulasında büyüyor. Daha dün başların bakanı ‘kadın da olsa, çocuk da olsa’ya mezar kazdı. ‘Dêrsim’, Ankara’da kirli bir oyun. Öfkem büyüyor işte. Yan yana meçhul bir adreste yatarken seninle parçalanmış cesedime iliştiriyorlar. ‘Devletin bekaası, ülkenin ve milletin bölünmüz bütünlüğü’ne bir kez daha kurban ediliyorum. Yıkmalarının üzerine ‘yapmalarını‘ kuruyorlar ve bir koro nidasıyla bin yıllık acılarımı geldikleri ‘deriiinn’ karanlıklarına atıyorlar. Yüreğimin sesi yetişiyor imdadıma. ‘Vatan hainlerim’ ve ‘bölücülerim’ vicdansızların tiksinç aydınlıklarına(!) tükürüyorlar. Dün bir gecede yakılan köyler, arkada vurulmalar, asit tarlaları, işkence ve acılarımı benden çalıp ekranlarda pazarlıyorlardı, ‘ah vah, yazık olmuş’ anonsları bir kez daha vicdanlarda asılıyordu. Şimdi, şimdi tüm gerçeklerim de uzak ‘devletin bekaası’ için araştırılıyor(!) yaşadıklarım. Gülümsüyorum hayata. Benim çığlıklarım senin gerçeklerini yırtar. Gülümsüyorum işte. Sen benim özgürlüğümü verecek kadar küçüldüysen, ben, özgürlüğümün uğrunda ölecek kadar büyüdüm. Üstü kalsın... Şimdi, vicdanlar çığlık çığlığa kendi sesine yaslanıyor, zaman ise kendisine dönerek sevdalarımın saklı adresine ulaşıyor...EY ‘VATAN HAİNLERİM’ ve ‘BÖLÜCÜLERİM’ BENDE SAKLI GERÇEĞİNİZİ SEVİYORUM!
Posted on: Sun, 10 Nov 2013 22:13:10 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015