Düşün ve Aşkın Gizemi Hüsnü Aksoy • Web: utopiya.org - TopicsExpress



          

Düşün ve Aşkın Gizemi Hüsnü Aksoy • Web: utopiya.org E-Mail: [email protected] HÜSNÜ AKSOY 1954, Ağrı.. 1973 yılında dönmemek üzere Ağrı’dan ayrılış! Kültürel kimliği, kökenden, yurttan ve yuvadan daha anlamlı buldu. Yersiz-yurtsuz, orada-burada sürdürdüğü kuramsal çalışmalarından sıkılınca, denemelere yöneldi. “Düşün ve Aşkın Gizemi” ilk denemesi.. Son olmasın da.. Zed Yayın: 22 Deneme Dizisi: 4 • Düşün ve Aşkın Gizemi Hüsnü Aksoy • 1. Baskı: Ekim 1998 • Kapak Fotoğrafı: Gültekin Tetik • Kapak Uygulama: Celal Erciyes • Dizgi/Düzelti: Olcay Çelik • Ofset Hazırlık: Pi Tanıtım (0.212) 245 28 03 • Kapak/İç Baskı: Sistem Ofset (0.212) 501 82 87 • Cilt: Azizkan Mücellit (0.212) 612 79 93 • © Zed Yayın & Hüsnü AKSOY ISBN: 975-7026-21-2 e-mail: piya@escortnet İstiklâl Cad. Büyük Parmakkapı Sk. No: 7/4 Beyoğlu-İstanbul Tel/Fax: (0.212) 245 28 03 - 243 46 02 ( Zed Yayın Bir PİYA Kuruluşudur) DÜŞÜN VE AŞKIN GİZEMİ F HÜSNÜ AKSOY Çiçeklerin, çocukların, kadınların özgürce serpilip geliştiği, anlamlı, güzel ve duyarlı bir dünyanın kurulması dileğiyle, Zerrin’e... İÇİNDEKİLER Örümcek Kadının Öpücüğü 8 Düşün Gizemi 16 Gündüz Düşleri mi, Gece Düşleri mi? 21 Uçukkaçık Düşler mi, Yaratıcı Düşler mi? 25 Düş, Sezgi ve Sanatsal Yaratma 30 Düş, Başkaldırı ve Özgürlük 39 Düş, Yabancılaşma ve İntihar 43 Hangisi Daha Çekici, Oblomov mu, Donkişot mu? 50 Düşün Gizeminden Aşkın Gizemine 58 Aşk, Sevgi ve Empati 64 Cinsellik Aşkın Neresinde? 74 Hangisi Daha Sürükleyici, Tutkulu Aşk mı, Romantik Aşk mı? 83 Hangisi Daha İtici, Don Juan mı? Kazanova mı?94 Ataerkil Egemenlik ve Yabancılaşmış Aşk 99 Kadınların Düşü De Yok, Aşkı Da 108 Aşk, Üç Kişi Arasında Bir İlişki mi? 113 Aşkın Gözü Kör mü Acaba?117 Bilinçaltının Özgürleşmesi ve Aşk 122 Aşkı Örgütleyemezsiniz “Abiler”129 Aşkın Tanımı Olanaklı mı? 134 ÖNSÖZ Sevgili dostum Fatmagül Berktay, bu denemenin genel bir değerlendirmesini yaparken, eleştirinin keskin ucunu denemenin içeriğini oluşturan düşün yaratıcı, aşkın özgürleştirici yanlarına değil, bu temaların içinde oluştuğu, dönüştürülüp yeni biçimlerde sunulduğu söylemin ideolojik yanına yöneltiyordu. Berktay, dile ilişkin bazı olumsuzlukların giderilmesinin yanı sıra, içeriğinin kimi olumsuz yanlarını da ortadan kaldıran bu eleştirisinin bir yerinde, şu yargıyı sunuyordu: “Ataerkil değerleri içeren, geleneksel kurumların oluşturduğu, simgesel anlamıyla ‘erkek aklı’nın denetleyip yönlendirdiği “erkek aşkı”nı eleştirirken, bir erkek olarak kendi konumunu yeterince belirlemeden, kadınlar adına gereğinden fazla ve sert konuşmuşsun. Bir cins olarak erkeğe yönelttiğin eleştiri, birey olarak seni kayırmıyor mu? Sen, erkek kişiliğini kurgunun neresine yerleştirmişsin? Sen’in söylem biçimi, içinde ataerkil egemenliği meşrulaştırma işlevini üstlenmiş, gizlenmiş, örtük bırakmış, kendini dolaylı olarak ortaya koyan kimi bilinçaltı etmenlerin yönlendirdiği yeni bir hegemonyayı barındırmıyor mu?” Görünüşte feminal, özünde ataerkil çekirdeği barındıran sözde yeni erkek tiplerine yöneltilen -En azından kısmen benim de içinde yeraldığım imasını içeren- bu eleştiye sırtımı çevirmek, görmezlikten gelmek olanaksızdı. Erkek aklının işleyip kodladığı, erkek dilinin saptayıp bireyden bireye, kuşaktan kuşağa aktardığı, altıbin yıllık geçmişi olan, kendini zaman içinde sonsuz çeşitlilikte ortaya koyan ataerkil değerler içinde yeraldığımız sürece, oluşturacağımız her söylem, ataerkil ideolojisinin damgasını az ya da çok taşıyacaktır. Sadece bilincimizin içeriğini, biçimini ve doğrultusunu değil, bilinçaltımızı da dolaylı biçimde kodlayıp yönlendiren ataerkil ideolojiden mutlak olarak arınmış bir söylemden bahsetmek olanaksızdır. Şu sıralar çağdaş görünümlere sahip “yeni” erkek tipler arasında revaçta olan söylem biçimi, görünürde feminal, özünde ise ataerkil gibi! Bu söylemi kuran, geliştirip sunan erkekler, ilişkiye girdikleri kadınları, aynı haklara ve özgürlüklere sahip, benzer sorumlulukları üstlenmiş, kendi adına karar verebilen, kendisi için anlamlı seçenekler üretebilen, sözde eşit ve özgür varlıklar olarak alıyorlar. Bu söylem tarzı, sözkonusu “yeni” erkekleri öylesine rahatlatır ki, sonunda kadınlara ağırlık yapmasın, ek yük getirmesin diye onlar adına iyiye, güzele ve doğruya ilişkin kararlar alırken, onların isteklerini karşılayacak, arzularına cevap verecek yeni hazlar ve doyumlar yaratmaya yönelirler. İlişki içine girdiği kadını içeriden kuşatan, yapay örtüşme görüntüsü içinde kendisine bağımlı kılan bu erkekler, sevimsiz, çekilmez ve dayanılmaz bir tip olarak kadınların karşısına çıkarlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, ataerkil gömleği söküp sırtımdan atma çabası içindeyken, bir dönem ben de kendimi bu “yeni” erkek tiplerin içinde bulmuştum. Biraz uzun sürdüğü için de -doğrusu hâlâ sürüp giden kesintisiz bir süreç olarak alın siz- faturasını ağır ödedim. Şimdilerde, kendi kendisini kurup yeniden yapılandıran, zengin, çok yönlü ve özgür kadın tiplerini “yaratmaktan”sa, bu sürecin öznesi olan, kendi kendini yaratmaya çalışan kadınlara gölge olmamaya özen gösteriyorum. Böylece, sonunda birbirine benzeyen iki farklı kişiliği bir potada eritmeyi, bu yoldan iki “kişiliği” birden yüklenmeyi bir kenara bırakıp, kendi kişiliğimi taşımaya karar verdim. Yeterince “ağırım” zaten! Her ne kadar malum çevrelerce “kendi cinsine ihanet eden”, “erkeklerin yüz karası” olarak tanınsam da, hâlâ bilincimi ve bilinçaltımı kuşatan ataerkil zinciri kırmış değilim. Tutarlı, uyumlu ve dengeli kişilikleri çözen, rasyonel süreçleri kesintiye uğratan kriz ve bunalım dönemlerinde ortaya çıkan bastırılmış “ataerkil ben” arada bir de olsa hâlâ yokluyor beni. Kendini çoğu kez bilincin bölünmesinin ürünü olan çift kişiliklilik biçiminde ortaya koyan bu yoklamaların düşlerimizi körelten, sevme yetimizi sakat bırakan sonuçlara yol açtığı kesin. Bizi düşlerin yaratıcı, aşkların özgürleştirici gücünden yoksun bırakan bu bölünmeler, bazen intiharın kıyısına bırakabilir insanı. Verili kurumların üyesi olduğumuz, ataerkil değerleri benimseyip, bunlara uygun davranışlar sergilediğimiz oranda, bu çift kişiliklilik durumunu bastırıp, geriye iterek etkisinden kurtulduğumuzu düşünürüz sık sık. İşin dramatik yanı, verili yapı varlığını sürdürdükçe bu olumsuz durumdan kurtulmak da olanaksız. Aynı bahçeye kök salmışız, aynı sudan, aynı ışıktan besleniyoruz. Başka bir bahçe yok ki, kökümüzü sokup, kendimizi oraya dikelim! Özgürleştirici ışıklardan, eşitleştirici sulardan beslenelim! Çiçeklerin, çocukların ve kadınların özgürce serpilip geliştiği, bu düş ve aşk bahçesi için ne verilmez ki! Sevgili dostlarım Mehmet Çetin ve Sinan Şanlıer, dilde akışı kesintiye uğratan, kurguda anlam belirsizliklerine, mantıksal boşluklara yol açan kimi olumsuzlukların giderilmesini sağlayan, yararlı birer eleştiri sundular. Bu eleştirilerden kısmen de olsa yararlanabildiğim için, kendilerine teşekkür ederim. Feminal değerlerden bahsedildiği zaman, ışıl ışıl parlayan güzel gözlerinden insana, kadın olmanın sıcaklığını, içtenliğini, yalınlığını sunan sevgili dostum Olcay Çelik’e de teşekkür etmek isterim. Bazı yerleri yeniden yazılan bozuk bir metni dizmesinden çok, harflerin, sözcüklerin mekanik akışının yol açtığı soğukluk içinde, kendi cinsinin sıcaklığını yakalayıp, karşısındakine sunabilen ilk okuyucum olduğu için, kendisine yeniden teşekkür ederim. Son olarak, metnin dizgiden çıkmış son biçiminin tashihini üstlenerek, dile ilişkin olumsuzluklara rötuş çeken sevgili dostum Ali Çakmak’a da teşekkür ederim. ÖRÜMCEK KADININ ÖPÜCÜĞÜ Medyanın oluşturup sunduğu biçimiyle, Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanının reklamında, “Bir kitap okudum hayatım değişti” spotu kullanıldı. Okuyucu üstünde bırakacağı çekici, sürükleyici ve yönlendirici etkisinden dolayı, bilinçli biçimde seçilmiş bu spot romana, herkesi kendisine çeken gizemli, büyüleyici bir hava verdi. Reklam spotu, görünüşte, kişiliklerin ve yaşamın dönüştürülmesinde kitapların yerine, üstlendikleri işlevlerin büyüleyici etkisine vurgu yaparken; gerçekte bu vurguyu, gizemli bir havaya sokulan “Yeni Hayat”a kaydırıyordu. Bu vurgu kaymasının dolaylı olarak taşıdığı mesaj şuydu: “Eğer yaşamından memnun değilsen, kişiliğin derin yaralara yol açan çelişkiler barındırıyorsa, çevrenle ve diğer insanlarla uyumsuzsan, verili kurumlar, değerler seni boğmaya başlamışsa, bu nedenlerden dolayı yaşamında ve kişiliğinde anlamlı ve somut bir değişiklik istiyorsan, ‘Yeni Hayat’ı okumalısın. Sihirli kutunun anahtarı orada!” Ve beklenen gerçekleşti. “Yeni Hayat”a yönelim öylesine büyük oldu ki, kısa sürede onlarca baskısı oldu, yüzbinlerce alıcı buldu. Pamuk, gerçek yaşamında böyle bir kitap okudu mu? Eğer okuduysa, söz konusu kitap, kişiliğinde ve yaşamında böylesi köklü, kapsamlı ve radikal dönüşümlere yol açtı mı? “Yeni Hayat”ın kurgusunun oluşturulmasında, kurguyu içeren tema ve tiplerin biçimlendirilmesinde, esin kaynağı olarak ne tür işlevler üstlendi? Bu sorulara anlamlı bir cevap vermem olanaksız, çünkü ne Yeni Hayat’ı okudum ne de bu romanın üstünde koparılan fırtınanın içinde yer aldım. Ama kişiliğim ve yaşamım üstünde derin, kapsamlı ve dönüştürücü etkisi olan bir film izledim bir zamanlar; “Örümcek Kadının Öpücüğü.” Aradan tam onbeş yıl geçmiş olmasına karşın, etkisi hâlâ sürüp gidiyor yaşamımda. Bu film, kritik bir dönemde, beklenmedik bir misafir gibi, paldır kültür girdi iç dünyama. 12 Eylül’den hemen sonraydı. Siyasal bilinci yüksek, örgütlenme yeteneği gelişmiş işçiler, işyerlerinden atılıyordu birer birer. Memurların işine son veriliyor, öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılıyordu. Metal işçisi olarak ben de kendimi sokakta bulmuş, boş vakti çok olanların mesleğini öğrenmek için felsefe eğitimine başlamıştım. Ortalığın tozu dumanı dağılmış, her yere ölü bir sessizlik sinmişti. Barış şarkılarının, özgürlük türkülerinin yerini postal sesleri, tankların gürültüsü, generallerin nutukları almıştı. Ülkeyi bir ahtapot gibi sarmış olan şiddet, sabotaj, kundaklamalar, yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler, bir düdük sesinden sonra birdenbire kesilmiş, kendiliğinden durmuştu. Birilerinin “hadi başla” komutuyla ortaya çıkan, bitiş düdüğüyle birlikte sahneyi terkeden, yönetmeni, senaryosu ve oyuncusu önceden belli olan bir oyunun bilmem kaçıncı perdesini seyrediyorduk, büyüsü bozulmuş, sırrı çözülmüş şu toplumda. Neden çıkıp gelmedi beklenen devrim? Tünelin öteki ucunun aniden kararmasının ne anlamı vardı? Niçin bıçak gibi kesildi özgürlük düşü? Yeniden esecek miydi umut rüzgârı? İnsani değerlerin çözüldüğü, tutarsız davranışların kol gezdiği, kişiliklerin bölündüğü, yüreklerin derin yaralar aldığı, herkesin karşılıklı olarak birbirini kullandığı, iyiliğin, güzelliğin, duyarlılığın uçup gittiği bu sevimsiz ortamda zihnimi kurcalayıp duruyordu bu tür sorular. Umutları körelmiş, idealleri kirletilmiş, düş kurma gücü zayıflamış, sevme yetisi tahrip olmuş, kendisine ve diğer insanlara güvenini yitirmiş, ethik bir çöküntü içinde yüzüp duranlar gibi ben de, kişiliğimi ve yaşamımı çok yönlü bir eleştiriye uğratmayı düşünüyordum. Sokrates’in ikibin yıl önce dile getirdiği “sorgulanmayan yaşam, yaşamaya değmez” düşüncesi, benim için derin ve somut bir anlam ifade ediyordu. Felsefi eğitimimin başlangıcında ortaya çıkan, ama yeterince ve güçlü olarak esmeyen eleştiri rüzgârını arkama alıp kendimi, yaşamımı, içinde yer aldığım ilişkileri, benimsediğim değerleri ve izlediğim davranışları sorgulamaya başladım. Bu iç soruşturmanın gelip dayandığı nokta, kişiliğimin ataerkil yanıydı. Katı, kendi içine kapalı kişilikleri biçimlendiren ataerkil değerler kanatıp duruyordu yüreğimi. Cinsel hazzı içerip içermemesine bakılmaksızın, kadınların ürkek bakışlarından, titrek seslerinden, estetiksel zevkler almayı önleyen; karşı cinsle insani temelde içsel, dolaysız bir bağlantı içine girmeyi, dolayısıyla kısmi bir örtüşmeyi olanaklı kılan empatiyi yok eden bu deli gömleğini üstümden nasıl atabilirdim? Bunun için kişiliğimin köklü, kapsamlı, çok yönlü ve derin bir dönüşümden geçirilmesi gerekiyordu. Film, bu dönüşümün devindiricisi olacak şekilde bilincime girip, bilinçaltımın derinliklerine yerleşti çarçabuk. Filmin üstümdeki etkisi öylesine güçlü ve kapsamlı oldu ki, kişiliğimin ataerkil yanlarının yanı sıra, siyasal ideallerimin ethik içeriğini de derinden sorgulamaya itti beni. Eleştirici gücü, dönüştürücü ve sürükleyici işleviyle birleşince, kişiliğimin yeniden kurulup anlamlandırılmasında önemli etkisi oldu bu filmin. Değerlerimin oluşturulmasında, davranışlarımın biçimlendirilmesinde geriye dönüp sık sık başvurduğum bir esneyici güç olarak, iç dünyamın bir parçası oldu. Yaratıcı gücüne çok şey borçlu olduğum düşlerimin sıcak ve canlı bir damarına dönüşen bu filmin işlediği tema, bilinçaltımın derinliklerine yerleşerek belleğimin her noktasında kök salmaya başladı. Kritik durumlarda gün ışığına çıkıp, içinde yer aldığım anlam kaymalarını, anlam belirsizliklerini, anlam boşluklarını yok etmede farklı işlevler üstlendi. Özel yaşamımın sorgulamasına yeni boyutlar katarak, sürekli olarak canlılığını ve zenginliğini arttırdı. On beş yıl sonra dönüp, yitip giden anların silik, puslu görüntüsünden geriye baktığım zaman, filmin konusunu yeniden hatırlar gibiyim: Askeri diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir Latin Amerika ülkesinde tutuklanıp işkenceden geçirildikten sonra, hücereye atılan bir devrimci kişilik ile aynı hücrede bulunan bir homoseksüel arasında ortaya çıkan aşk teması çevresinde, siyasal değerlerin ethik içeriğinin, sinema dili ve kurgusu içinde radikal bir sorgulaması yapılmaktaydı. Askeri diktatörlüğe karşı mücadele yürüten gizli bir siyasal örgütün önderlerinden biri, askeri yönetim tarafından tutuklanır. Üyesi olduğu örgüte ilişkin bilgiler elde etmek için yoğun bir işkenceden geçirilir. Özgürlük düşünden güç bulan önder kişilik, işkenceye direnerek, ne siyasal açıdan çözülür ne de ethik açıdan çöker. Güzel, anlamlı, duyarlı ve özgür bir dünya için, ruhunu ve bedenini altın tepside insanlığa sunan bu siyasal önder, işkenceye karşı direnip demokrasi mücadelesinin simgesi haline gelirken, parçalanmış ve tahrip edilmiş bedeniyle birlikte kendisini bir homoseksüelle aynı hücrede bulur. Hapishane yönetimi, siyasal açıdan çözemediği bu kişiliği ahlaki açıdan çözerek, kendisi için gerekli olan bilgileri verebileceği beklentisinden yola çıkarak, onu bir homoseksüelle aynı hücreye koyar. Hapishane yönetiminin, baskı, işkence ve zulüm altında siyasal mücadele yürütmenin etkisiyle katılaşmış, kısmen içine kapanık ve sert bir yapıya sahip olan devrimci kişiliğin, homoseksüelle cinsel ilişkiye girerek çözüleceği ve bunun sonucunda kendileri için gerekli olan bilgileri vereceği beklentisi tersine döner. Kişiliğin ataerkil yanları, siyasal bir çözülmeye uğrar ama, ethik bir çöküntünün içine sürüklenecek tarzda değil, siyasal direnişi güçlendirecek tarzda çözülmeye başlar. Homoseksüel ile devrimci kişilik arasında ortaya çıkan aşk, devrimci kişiyi ne ethik açıdan çökertir ne de siyasal açıdan çözer. Tersine, özgürleştirici özelliğe sahip olan her aşkta olduğu gibi, bu aşk da devrimci kişiliğin kendini içinde kurup, yeniden yapılandırma yoluyla yenilenmesine yol açar. Eskiye oranla daha esnek, canlı ve duyarlı özellikler kazanan devrimci kişilik, yoğun işkencelere ve baskılara karşı daha güçlü biçimde direnmeye başlar. Önceleri hapishane yönetimi, devrimci kişilikten haber sızdırıp aktarması koşuluyla homoseksüele dışarıya çıkma, dışarıdan içeriye yiyecek, içecek ve giyecek sokma olanağı verir. Homoseksüel, önder kişiliğin bilinçli olarak kendisine verdiği kimi zararsız bilgileri yönetime aktararak, bu olanaktan bolca yararlanır. Bu yoldan, sevgilisinin kendisini toparlamasına olanak veren yiyecek ve içecekleri içeri sokar. Böylece sevgilisinin parçalanmış bedenini onarır, kırılan dökülen yanlarını toparlar, altını temizler, kirlilerini yıkar, bir anne şefkatiyle sarıp sarmalar onu. Bu sıcak, içten ve dolaysız sevgi açılımları karşısında, önder kişilikte varolan homoseksüele yönelik antipati duygusu zamanla kaybolur. Artık önder kişiliğin sinirlerini bozmaz, midesini bulandırmaz ya da en azından komik gelmez, kimi davranışları homoseksüelin. İdeolojik açıdan uyumsuz, siyasal konumları birbirinden farklı, aynı cinsin üyesi olan iki kişi arasında güçlü bir aşka yol açacak bir empati oluşmaya başlar. Bu empati sayesinde devrimci kişilik, homoseksüelin penceresinden kendisine bakma olanağı bulur. Bu pencerenin içinde kendisini yeniden kurar, anlamlandırır, tanımlar. Bu yoldan, homoseksüelle arasında kısmi bir örtüşmeye yol açan içsel bir bağlantının içine girer. Empati, karşılıksız sevmenin, kendini önkoşulsuz karşı tarafa sunabilmenin, gerektiğinde sevgilisi için yaşamını gözden çıkarabilmenin duygusal zeminini yarattığı için, aşkın olmazsa olmaz koşuludur. Empatinin ortaya çıkardığı bu yeni duygusal ilişkiden haberdar olan hapishane yönetimi homoseksüeli daha sıkı takibe alıp, davranışlarını yakından izler. Devrimci kişilik de yönetimin olup biten süreçten haberi olduğunu ve kendilerini yakından izlediğini bilmektedir. Zaman hızla akıp geçer. Artık cezası bitmeye yüz tutmuş olan homoseksüel dışarı çıkmaya hazırlanmaktadır. Sevgilisini hücrede bırakarak güneşe çıkmanın hüznü, paslı bir hançer gibi kanatır durur yüreğini. Sevgilisini bir daha görememenin endişesi, aşkını yeniden yaşayamamanın burukluğu sık sık yoklayıp dururken yüreğini; bir yolunu bulsa ana kuş gibi içeride yuva yapıp, yavrusunu kanatlarının altına alıp ısıtmak için neler vermez ki! Ama nafile, ne yapsa boşuna, artık kafesten uçup gitmenin zamanı gelmiştir. Devrimci kişiliğe gelince, bedeni ve ruhunun yanı sıra, her şeyini uğruna verdiği devrim aşkıyla öylesine yanıp tutuşmaktadır ki, homoseksüele olan aşkı, ancak devrim aşkının gölgesine sığınmakta, bu gölgelerin yaydığı sisler arasında bir anlam ifade etmektedir. Bu yüzden olacak ki, sevgilisine ölümcül bir görev vermekten kaçınmayacaktır. Devrimci kişilik, adeta sevgilisine bu oltaya yem olmak ister misin der gibi, şu anda anımsadığım kadarıyla şunları söyler: “-Sana, örgüte ulaştırman için bir mesaj vermek istiyorum; büyük olasılıkla bu görev yaşamına mal olacak, götürüp götürmemekte serbestsin, bu görevi ister misin?” Homoseksüelin cevabı ise, gerçekte aşık olan birisinin gözü pekliğini, cesur yürekliliğini yansıtır gibi: “-Sen içeride ben dışarıda olacağım, ortada ne sevgi, ne de aşk olacak, aşkın olmadığı yerde yaşamın bir anlamı var mı ki? Ver mesajı götüreyim.” Zaman hızla tükenirken, sevgilisiyle vedalaşan homoseksüel, son kez onun çakmak çakmak parlayan, kararlılığının simgesi kara gözlerinde ürkek gölgesini arar, titrek bakışlarında kendini ona sunar. Ve ardından terkedip gider hücre denen aşk yuvasını. Dışarı çıkar, annesi ve yakın dostlarıyla vedalaşır, kendini sıkı takibe almış ajanlara izini kaybettirmek için köşe kapmaca oynamaya başlar. Sonunda izini kaybettirir. Mesajı istenen adrese ulaştırır. Geri döndüğünde, çapraz ateşe tutulur. Köşe başında yığılıp kalınca bedeni, göğün mavisinde uçmaya başlar ruhu, kanat çırpar delice, boşlukta kendisini arayıp duran sevgilisine kavuşmak için. O müthiş final sahnesinden sonra, salondan dışarı çıktığımda tank çarpmışa dönmüştüm. Aklım yerinden oynamış, buzları çözülmüştü yüreğimin. Kimbilir belki de ömürboyu sürecek olan bir sorgulamanın içinde buldum kendimi çarçabuk. Zaman zaman geriye döner, o filmin üstümde sürüp giden çarpıcı etkisinin nedenini sorar dururum kendime. Neden tank çarpmış gibi olmuştum? Verilen mesajın anlamı neydi? Film diğer izleyiciler üstünde de benzer bir etki yapmış mıydı? Yoksa içinde yer aldığım çözülme sürecine denk geldiği için mi, üstümde böylesi bir etki bırakmıştı? Zaman içinde, bu sorularla iç içe geçmiş, karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen bir dizi soruyu sorup durdum kendime? Bu soruların bazılarını şöyle sıralamak olanaklı: Cinsel ilişkinin her zaman, her yerde ve herkes için genel geçer olan bir normu var mı? Eğer varsa bu norm, verili erkek aklının ve dilinin biçimlendirdiği ataerkil değerlerden ne oranda etkilenmekte? Cinselliğin ethik bir içeriği var mı? Varsa eğer böyle bir içerik, farklı ya da aynı cinsten olan kişiler arasında ortaya çıkan ilişkilerde kendini nasıl ortaya koyar? Cinselliğin ethik içeriği, kendi içinde siyasal ve ideolojik bir doğrultu taşır mı? Asıl önemli soru ise, cinsel içerikli aşk ile, siyasal içerikli devrim aşkı arasında ne tür bir ilişkinin kurulabileceği sorusuydu. Devrim aşkı ile kişisel aşkın nerede ayrıştığı ve nerede örtüştüğü sorunu, homoseksüel içerikli bir aşkta daha karmaşık bir içerik kazanıyor muydu? Filmde etkin işlevler üstlenmiş olan devrimci kişiliğin iki aşkı vardı: Birisi, siyasal ve ideolojik değerlerle donatılmış olan devrim aşkı; ikincisi ise ataerkil değerlerin biçimlendirdiği cinsel ahlakın normlarının dışında biçimlenen yeni aşkı. Devrimci kişilik, kimbilir belki de yaşamı boyunca somut olarak algılayamayacağı bir soyut devrim aşkı için, yanı başında sürüp giden somut aşkını bile bile ölüme sürükleyebiliyordu. Oysa homoseksüelin bu yeni aşkın dışında bir aşkı yoktu. Siyasal ideallerine katılmadığı, yürüttüğü siyasal mücadeleyi anlamlı bulmadığı bir insana olan aşkı için bile bile ölüme gitmekteydi. Film, oracıkta deli gömleğini sırtımdan çıkarıp atmama yol açmadıysa da, en azından orasını burasını yırtıp, parçalayıp, düğmelerini sökerek kullanılmaz hale getirdi. Artık hiçbir şeye yaramayan bu deli gömleğini çıkarıp atmak için, köşe başında tatlı bir anıyla karşılaşmak yeterli olacaktı. Ve öyle de oldu. Yaşamımda karşılaştığım tek şans çıkageldi. Bahar yeşili gözlerine, ürkek bakışlarına, titrek sesine vurulduğum müthiş bir kadınla, her anı bir serüven olan, içinde kendimi yeniden kurup yapılandırdığım bir oniki yıl yaşadım. Akıp giden bir duygu seli içerisinde yenileyip dururken kendimi, sık sık dönüp söz konusu filmin anılarını canlandırdım. Yeni düşlerin kapılarını aralayıp, sır dolu anlamlarla karşılaştıran bu serüven, yaşamımın en görkemli kesiti oldu. Sanırım oniki yılın her anında yeniden aşık olup durdum o kadına. Uyduruk işimden ayrıldım, olmayan mesleğimi terkettim, beş para etmez akademik ünvanı bir kenara bırakıp, elimde valizim tam oniki yıl dolaşıp durdum peşinden. Şimdi dönüp geriye bakıp, bir aşkın hangi açılardan ve ne oranda özgürleştirici olup olmadığı sorusunu sorduğum zaman, eski ve yeni kişilikler arasında ortaya çıkan olumlu farklılıklar, aşkın kişilikleri nasıl dönüştürüp farklılaştırdığı sorusuna bir cevap gibiydi. Bir aşkın özgürleştirici gücü, kendisine kaynaklık eden ilişkileri üreten, biçimleyen ve taşıyan kişilikler üzerindeki dönüştürücü etkisinde kendisini ortaya koyuyordu. Herhangi bir aşk, kişilikleri geliştirerek, farklılaştırıp yeniden biçimlendirerek zengin, çok yönlü ve yaratıcı kişilikler yaratma potansiyelini kendinde ne oranda taşıyorsa, biliniz ki o oranda özgürleştiricidir. Bu çalışma, bir filmin ve kadının yaşamımdaki yerini, kişiliğimi dönüştürüp yeniden biçimlendirmedeki etkisini örtük ve dolaylı biçimde dile getiren felsefi içerikli bir denemedir. Sezgiye dayanan çözümlemelerin ağırlıkta olduğu betimleyici bir üslupla kaleme alınmış bu denemenin ana teması düşün yaratıcı, aşkın özgürleştirici içeriğini gün ışığına çıkarmaktır. DÜŞÜN GİZEMİ Derin bir giz, Çözümü zor bir bilmecedir düşler İçinde yaşamın örüldüğü. Bir yanımız balçığında çırpınırken gerçeğin, Uğraşıp durur öbür yanımız, Sırrını çözmek için düşlerin. Ne imgeler sızabilir, Puslu penceresinden içeri, Sonsuz derinliğine düşlerin. Ne sözcükler açabilir, Kapısını sır dolu kutunun. Avuçlayıp durma boşuna, Gölgesini düşlerin. Islak bir sabun gibi Kayıp düşer elinden Sonsuz boşluğuna evrenin. Kördüğümü çözmek için Şeytanı çağırma boşuna, Bırak bildiği gibi aksın, Kim yakalarsa düşleri Çıplak bedeni içinde yıkansın. Gizi sarhoş eder, Büyüsü döndürür başımızı. Dokunduğu şeyleri yakar, Kül olup söner, Ateşinden yoksun olanlar. Uçunca taze baharlar, Kararınca gölgesi ayın, Kesik kesik ötünce kuşlar, Ne içini serinletir yosunlar, Ne de ateşini söndürebilir, Rüzgârı mavi denizin. Sen düşüyle oynaşıp dururken Sokulur koynuna usulcacık Sarıp sarmalar belini Utanır gizler yüreğini Yitik yitik ağlayan gözleri. Gizem sözcüğüyle, ele avuca sığmayan, denetimi güç, kendini farkında olmadan dolaysız ve birdenbire ortaya koyan, yeterince olgunlaşmamış gizil güçler, potansiyel yetiler, bunlarla uyumlu ya da çelişkili özellikler gösteren ilişkiler, süreçler, olaylar dile getirilir. Düş sözcüğü gizem sözcüğünden daha karanlık, belirsiz, esrarengiz, sırlarla dolu bir sözcüktür. Düşte saklı olan güçler, süreçler kendini dolaylı biçimde, örtük ve belirsiz olarak ortaya koyarlar ve bu yönüyle soyut aklı değil sezgiyi besler, durup dinlenmeden. Farklı seslerin, renklerin, ışıkların, parıltıların, gölgelerin ve görüntülerin dansına benzer düşlerin dansı. Bitip tükenmez bir enerjinin kaynağını oluşturan düşlerden beslenir, güç bulur canlı ruhlar. Hızı ve ritmi ne kadar yüksek olursa olsun ne başına varabilir, ne sonunu bulabiliriz düşlerin; sırların dolup taştığı büyülü bir denizde yüzeriz sonsuza dek. Aklımız, bu ritmik dansın kıyısında dönerken, yüreğimiz sonsuz bir enerjinin ısısıyla kavrulur. Dansı kesintiye uğratan herhangi bir olay ortaya çıkarsa şayet, oracıkta bozuluverir sinirlerimiz, midemize kramplar girer, kesintiye uğrar duyarlılığımız, felç olup gider ruhsal süreçlerimiz. Bir kez yeniden başladı mı dansı düşün, kuruyan çeşmeler su verir, şırıl şırıl akar musluklar. Temmuz sıcağında bir kartopu gibi serinletir içimizi. Çölde yolunu yitirmiş bir şaşkın aşık için, gerçeğin seraba dönüşmesi gibidir düşler. Çoğunlukla elimizden kaçıp, evrenin derin boşluğunda kaybolup gittiği zaman, hüzünlü bir sonbahar rüzgarı estirir ardında. Eski çınar ağacının çürüyen damarlarına canverir, kuruyan dallarına kan akıtır, büzüşen çiçeklerin yeniden filizlenmesine olanak sağlar düşler. Düşler olmaksızın, tarlaya atılan tohum filizlenmez, çiçek açıp meyve vermez. Düşler, yaşam hamurunun yoğrulmasında, pişirilip kıvama getirilmesinde, tadı tuzu olurlar her bir şeyin. Düşler olmaksızın ne gizemi ne büyüsü kalır yaşamın; zevksiz, coşkusuz, heyecansız, tek biçimli akıp giden bir sürece benzer ömrümüz. Düşlerden yoksun olanlar, suyu sıkılmış bir limonu andırırlar. Kurumuş çam ağacından susuz toprağa düşen kozalaklara benzerler, küçük bir kıvılcım yok olmaları için yeter de artar bile. Rüzgârın hızına göre sallanıp duran kurumuş sonbahar yaprağını andırırlar çoğu zaman. Dayanışmanın, yardımlaşmanın kaynağıdır düşler; yaralı kişilikler kendini içinde onarır, yitip giden hayatlar dirilir yeniden. Bilirsiniz, işkence odasında direnen genç bedenler için esin kaynağıdır özgürlük düşü. Özgürlük düşünün yarattığı direnme gücü olmadan, ne işkence seanslarına katlanabilir ne hücrenin zifir karanlığıyla baş edebilir. İşkenceden parçalanmış bedenleri diken, yaralanmış yürekleri onaran, hücrenin karanlığını sıcak bir ışığa dönüştüren, özgürlük düşünün esin verici gücüdür. Sık sık ölümün kıyısında dolaşanlar, her seferinde sıfırdan başlayanlar, her tökezleyişten sonra dikilip kendi ayakları üzerinde yürüyenler, yaşama düşünden esinlenirler sık sık. O düş ki hepimizin ortak mayasıdır. Bizi besleyen bu maya çürüdüğü zaman, cansız bir malzeme yığınına dönüşürüz oracıkta. Bu mayanın içinde yoğurur dururuz kendimizi. Bazen bir dostluk rüzgârıdır tepemizde esip duran, bazen sevgilimizin titrek sesidir boşlukta bizi sarıp sarmalayan. Düşlerin beslediği ilişkiler içinde kişilikler kendilerini sürekli yeniler, başkalaştırır, farklılaştırır. Düşün içinde yoğurup farklı biçimlerde kendini dışavurur gizil güçlerimiz, potansiyel yetilerimiz. Sürekli bir akış yenileriz kendimizi, büyülü gizeminde düşlerin, çatlayan yanlarımızı onarır, kanayan yaramızı sarar, yırtık pırtıklarımızı dikeriz bir güzel. Düşler; eskimiş anıları, gizli kalmış sırları, yarım kalmış arzuları, gerçekleşmemiş istekleri, terkedilmiş umutları, baskılanmış güdüleri, geriye itilmiş iç tepileri, köreltilmiş gizil güçleri, sakat bırakılmış sevinçleri, kesik hüzünleri, belirsiz umutları canlandırıp güçlendirdiği için yaratma faaliyetimizin devindirici kaynağıdırlar. Düşlerle bezenmiş büyülü dünya içinde canlanır umutlarımız, güçlenir isteklerimiz, eskiyen belleğimizi yeniler, can katarız yaşlı yüreğimize. Düşün gizem dolu, sır dolu büyülü dünyasında duygularımız dans eder, oynaşır yüreklerimiz su perileri gibi. Bozulunca büyüsü, sır dolu parçaları kayar, düşer karanlık dehlizlerine bilinçaltının. Bir kez düştü mü sonsuz boşluğuna, dipsiz çukuruna bilinçaltının, artık kapalıdır bilincimize sırları, gizemleri düşlerin. Bu yüzden sezgiye vurulmuş her düşü; erkenden kaçıp geldiği yere dönmemesi için, oracıkta yakalamalı, hemencecik işleyip olgun bir meyvaya dönüştürmeliyiz. Elimizde kayan ıslak bir sabun gibi bir kez yuvarlanıp düşünce boşluğa, bir kördüğüm olup tıkar yüreğimizi bellekte kalan sisli, puslu gölgesi düşlerin. Bu yüzden ne dondurmalı ne de geriye kaçmasına izin vermeli, oracıkta yakalayıp tüm doluluğuyla yaşamalıyız büyüsünü düşlerin. Bir kez kesintiye uğradı mı düşler, ne esin kaynağı olur müzisyenin ne de güç verir acemi aşığa, henüz taze baharındayken aşkının. Bu yüzden olacak ki, en güzel anılarımızın yanı sıra, en hoş, çekici, sürükleyici, baş döndürücü duygularımız düşlerden çıkar gelir çoğu zaman. Tasarımlarımıza karışır, amaçlarımıza siner, hedeflerimize bulaşır gizemi, sırları parça parça düşlerin. Dileklerimizi süsler, beklentilerimizi canlı tutar, umutlarımızı güçlendirir, isteklerimizi çeşitlendirir, arzularımızı renklendirir. Sesini sesimize, düşünü düşümüze kattığı zaman uğrunda ölümü göze alırız eski sevgilinin. Gölgesi karanlıkta izlerken bizi, ışığı yolumuzu aydınlatır, zorlukları aşmada direnme gücü olur sevgisi eski yarin. Düş dünyasında yürürken, kaygan buzda dans eden acemi patencinin heyecanlarını ve coşkularını tadar, endişelerini kapar, benzer hazlara, doyumlara varırız. Bu yüzden, düşün içeriği üzerinde anlamlı şeyler söylemek istenirken, ne deneysel analizlere ne de kavramsal çözümlemelere başvururuz. Düşün içeriği, ussal olarak temellendirilip, kavramsal olarak anlamdırılıp ifade edilemeyecek kadar kaygan, değişken, öznel, belirsiz ve gizemlidir. Düşün gizemli yanlarından biri, gerçekliği kısmen içermesine karşın her zaman gerçekliği aşan bir özelliğe sahip olmasıdır. Düşün gerçekle olan bağı, uçuk kaçık düşler ile yaratıcı düşler arasındaki ayrımı belirler. Yaratıcı düşler, gerçekliği dönüştürüp yeniden biçimlendirme gücünü kendinde potansiyel olarak taşımalarıyla uçuk kaçık düşlerden ayrılırlar. Düşün yaratıcı gücü, gerçekliğin dönüştürülmesinin yanı sıra, kişiliğin geliştirilip zenginleştirilerek çok yönlü kılınmasında bir esin kaynağı olarak sık sık devreye girer. Bu esin olmadan ne tekerlekler, yelkenliler, uçaklar üretilebilir ne de senfoniler, resimler, şiirler, romanlar, filmler yaratılabilir. Düş, yeni olanın ortaya çıkarılmasında da besleyici, çekici, sürükleyici bir güç olarak çok yönlü işlevler üstlenir. Düş, kendini sezgilerde ve tasarımlarda ortaya koyan yeni fikirlerin, değerlerin, bilgilerin oluşturulmasının canlı kaynağıdır. Duyarlılığımızın etkin, yaratıcı ve özgül ürünü olan düşler olmasa, bilgisayarlar ve robotlardan farkımız kalmazdı. Düşün yaratıcı özünü, geliştirici potansiyelini kavramak için örnek olarak uçma düşünü gösterebiliriz. Uçma düşü, binlerce yıldır özgürlük düşüncesinin devindirici unsuru olarak etkileyip durmuştur bizleri. Kuşların göğün mavisinde kanat çırpmalarından esinlenerek geliştirilen uçma düşü, bilinçaltında yer alan sonsuza ve sınırsıza uzanma isteğinin altında yatan merak güdülerinden beslenir. Bizi kaba gerçeklikten koparıp alacak, gizil güçlerimizi, potansiyel yetilerimizi özgür bir biçimde dışa vurup geliştirmemize yol açacak bu merak güdüleri, uçma düşünden beslenmeselerdi şayet, çoktan kuruyup gideceklerdi. GÜNDÜZ DÜŞLERİ Mİ? GECE DÜŞLERİ Mİ? “Neden uykudan uyanıp yeniden dünyaya döndüğümüzde, hemen her zaman ve ara sırada büyük bir canlılıkla düşünüzün sizi bırakıp giderken, sizin keşfedemediğiniz bir bilmeceyi de beraberinde götürdüğünü hissedersiniz acaba? Düşünüzün zırvalığı sizi güldürür, ama aynı zamanda da saçmalıklardan meydana gelen bu örgünün içinde bir fikir, hem de gerçek bir fikir var. Öteden beri yüreğinizde var olan bir şeyin bulunduğunu hissedersiniz.” Dostoyevski Düşlerin içeriği, gerçeklikle olan bağları çerçevesinde kendini farklı biçimlerde ortaya koyar. İlk farklılık, gerçeklikle bağlarını koparmış olan uçuk kaçık düşlerle, gerçekliği kısmen içeren, onu dönüştürüp yeniden biçilendirme gücünü kendinde potansiyel olarak taşıyan yaratıcı düşler arasında ortaya çıkar. İkinci farklılık ise, bilincimize tümden kapalı olan gece düşleri ile bilincimize kısmen açık olan gündüz düşleri arasında ortaya çıkar. Uçuk kaçık düşler ile yaratıcı düşler arasındaki fark, kendini gündüz düşlerinde değişik biçimlerde ortaya koyar. Gece düşleri, daha önce gerçeklikle kurulan bağ çerçevesinde bilinçaltı ile üst-ben arasında ortaya çıkan çatışma serüveninden etkilenerek oluşurlar. Üst-ben, kendisini içeren değerler ve davranışlar çerçevesinde, bilinçaltından çıkıp gelen güdüleri, iç tepkileri, arzuları, istekleri gerçekliğe uyarlamak için, ben’e sürekli komut verir. Ben, bilinçaltından çıkıp gelen, gerçeklikle çatışkı içinde olan arzuları ve istekleri sınırlar, daraltır, içeriğini çarpıtıp doğrultusunu değiştirecek biçimde, baskılayıp geriye iter. Gece düşleri, dar anlamıyla baskılanmış ve geriye itilmiş, bu yüzden çarpık ve sakat bırakılmış isteklerin, arzuların, hazların ve doyumların kendilerini farklı biçimde ortaya koydukları göstergelerden, işaretlerden, gölgelerden oluşurlar. Gündüz düşleri sürüp giden olayların, akıp duran süreçlerin, kesintisiz ilişkilerin bir parçası olarak, yaratıcı etkinliğimizin esin kaynağını oluşturur. Kendiliğinden ortaya çıkan, bir yanardağ patlaması gibi aniden parlayan, bir şimşek gibi karanlığı aydınlatan ışıklar, parıltılar, sesler, gölgeler gündüz düşlerinin malzemesini oluşturur. Kendini sezgiye veren yaratıcı düşler, kavramsal bir dokunun içine yerleştirilip, ussal olarak işlenip yetkinleştirildikleri zaman ütopyalara dönüşür. Gece düşlerinin tersine, gündüz düşlerinde gerçek ile düş arasındaki çizgi, belli belirsiz ya da yarı bilinçli hissedilir. Bilincimize kapalı olan gece düşlerinde ise, düş ve gerçek arasındaki sınır kaybolmuştur. Gerçek içeriği çarpıtılmış ve farklılaştırılmış biçimlerde kendini ortaya koyar. Gece düşünde yer alan, düş sürdükçe düş ile gerçek arasındaki sınırın bilincine varamaz. Düş onun için bir gerçekliktir. Düş ile gerçek yer değiştirmiştir. Gündüz düşlerinin tersine gece düşlerinde, acıkınca soframızda çeşit çeşit yemekler bulur, sıcak bir şöminenin yanında soğuktan donmuş bedenimizi ısıtırız; yoksul iken zengin, çoban iken kral olup çıkarız. Kuş tüyü yastıklara gömülerek, perili köşkün sıcak okşayışları içinde, gecekonduda yaşamanın iç karartıcı gerilimini yok ederiz. Kıyısında yeşil ormanların yayıldığı, tepesinde mavi bulutların gezindiği, içinde rengarenk balıkların oynaştığı bir mavi gölde yüzerken, çarpık kentleşmenin sinir bozucu stresinden uzak kalırız. Gece düşlerinde yitip giden aşklar yeniler, bizi terkeden eski sevgililerle yeniden buluşur ruhlarımız, sarmaş dolaş olur bedenlerimiz. İster geceleri çıkıp gelsinler, ister gündüzleri gölgemizi izlesinler, ne düşlerden vazgeçebiliriz ne de onlar terkeder bizi. Hangi biçimini alırsak alalım, bilinçaltımızdan çıkıp gelen gizil güçlerimizin beslendiği enerji deposudur. Açık ve seçik olmayan, çoğunlukla anlamlandırıp kavramlaştıramadığımız, ama derinden hissedip etkisinden kurtulamadığımız isteklerin, arzuların ortaya çıkmasında belirleyici olan düşler, duyarlılığımızdan dışarı fışkıran yaşam enerjisinden beslenirler. Gündüz düşlerinin tersine, gece düşlerinin içeriğini anlamak için yeniden düş kurmak gerekir. Royer Coillois’ in dediği gibi, gece düşten uyandığımız zaman, yani rüya son bulduğu zaman gerçek ile düş arasındaki ayrımın bilincine varırız. Gece düşünü anlamak için eleştirel bir analize gerek var. Bunun için düşün dışına çıkmamız, düşe yansız ve nesnel bakmamız gerekir. Bu da ancak düşten kopmak, rüyaya son vermekle olur. Bir kez uyandığımız zaman , gece düşleri ruhsal süreçlerimizin bir parçası olmaktan çıkar, bizden kaçıp duran, uzaklaşan, bir daha geriye döndürülmesi olanaksız bir sır olup çıkar. Bilinçli ya da yarı bilinçli, düşü yeniden oluşturmaya çalıştığımız zaman, düşün orijinal halini değil belleğimize yerleşmiş olan silik parçalarını, artık birçok özelliğini yitirmiş olan sönük an’larını harekete geçirmiş oluruz. Biz düş kurarken, yani rüya görürken yaşadığımız an ve süreçlerin düş olup olmadığını farketmeyiz. Olup bitenlerin farkına varmak için uyanmak, düşten kopmak gerekir. Bu da bizi gerçeklikle başbaşa bırakır; bizi terkeden “canlı düşlerin” yerine, edilgin ve silik gölgeler alır. Dostoyevski’nin dediği gibi, düş bir kez bizi terkedince, “keşfedemediğimiz bir bilmeceyi de beraberinde” götürür. “Düşün zırvalığı”, güldürüp durur bizi, “ama aynı zamanda saçmalıklardan gelen bu örüntünün içinde bir fikir, hem de gerçek bir fikir, varolan, öteden beri yüreğimizde varolmuş bulunan bir şey bulunduğunu” da hissettirir. Gece düşlerinin tersine, gündüz düşleri gerçeklikten tümüyle kopuk değildir. Kendini kimi zaman uçuk-kaçık düşler, bazen de yaratıcı düşler biçiminde ortaya koyan gündüz düşleri içinde gerçeklik değişik anlamlar kazanır. Düş ile gerçeklik arasındaki ilişkide öncelikle, düşten arınmış kaba gerçeklik ile düşün içinde ve düş vasıtasıyla dönüştürülmüş düşünsel gerçekliği birbirinden ayırmak gerekir. Yaratıcı faaliyetin ürünü olan sanat yapıtları ikinci tür gerçekliğe denk düşer. Gece düşlerinin gerçeklikle bağı kopuktur. Gündüz düşlerinde ise bu bağ örtük ve dolaylı bir şekilde kendini ortaya koyar. Düşün gerçekten ayırt edilmesi için, düşsel olarak ortaya çıkan olayların, süreçlerin dondurularak, saptanıp, tanımlanıp kavramlaştırılması gerekir. Bu ise, kendini dolaysız bir biçimde ortaya koyan, sürekli bir oluşu ve akışı içeren düşün kesintiye uğratılmasını, varlığına son verilmesini gerektirir. Son verme olayı, düşün üstümüzdeki yaratıcı etkisinin yok olmasına yol açarak bizi kaba gerçeklikle başbaşa bırakır. Düşün gizemi, ne gerçeklikle bağını koparmasında ne de gerçeklikle örtüşüp büyüsünü yitirmesinde ortaya çıkar. Gerçeklikle bağı kopan düşler, yaratma yeteneğimizi sınırlayan, duyarlılığımızı tahrik edip, tümüyle kontrolsüz ve denetimsiz bir güce dönüştüren, bilinçaltındaki yıkıcı ve köreltici güdüleri devreye sokabilen uçuk kaçık düşlere dönüşürler. Düşün gerçekle örtüşmesi demek, düşün ölüm ilanını vermek demektir. Oysa düşün gizemi, bu gizemin sır dolu büyülü etkisi, düşün gerçekle yapmış olduğu dansta ortaya çıkar. Düşün, gerçekten kopuk, kendi başına dansı fazla çekici olmadığı gibi, çoğu zaman nevrotik kişiliklerin kimi güdülerinin kendini farklı şekillerde dışavurumuna yol açar. Oysa düşün gerçekle dansı, yaratıcı, dönüştürücü gücünü ortaya çıkarır. Bu dans, sezgiler ve tasarımlar vasıtasıyla gerçeğin henüz bilinmeyen sırlarını, gizemlerini gün ışığına çıkarıp, bilincimize açık hale getirerek, düşün iç dokusunu gözler önüne serer. Düşün gizemi, gerçeğin duyumlarımıza verilmeyen, anlama yetimize kapalı kısmıyla örtüştüğü zaman derinlik kazanır, yeni uzanımlar içerir. Düşün gücünü öğrenme, bu; gizli, saklı, örtük kılınmış, anlama yetimize kapalı yanlarını ortaya çıkarıp aydınlatmadan geçer. UÇUK KAÇIK DÜŞLER Mİ, YARATICI DÜŞLER Mİ?
Posted on: Mon, 01 Jul 2013 13:07:11 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015