Ekleyen: Nasuh Mahruki 10 Kasım 2013te, Atatürkün ölümünün - TopicsExpress



          

Ekleyen: Nasuh Mahruki 10 Kasım 2013te, Atatürkün ölümünün 75. yılında, ATAma Mektupta yazdıklarım için bana çeşitli sorular soran, yorumlar yapan herkese merhaba, Her ne kadar bazılarının uslubu, yetişkin ve sorumlu insanlara hiç yakışmayacak seviyede olsa da, onlar dahil tüm sorularınıza bir düz yazıda cevap vermeye çalışacağım. Sorularınızı sordunuz, cevaplarını da sabırla okuyacağınızı ve kendi vicdanınızda, söylediklerimin bir muhasebesini yapacağınızı umuyorum. Öncelikle bu yazdıklarım, hiçbir şekilde üyesi, kurucusu, yöneticisi veya başkanı olduğum STKların görüşleri değildir. Rica ediyorum, bu yönde yorum ve sonuç çıkarma yapmayın. Bu sözler benim sözlerim, bu fikirler benim fikirlerimdir, başka kimseyi bağlamaz. Hepsi, Anayasanın bana verdiği yurttaşlık sorumluluğumla, doğru olduğuna inandığım ve Türk Milletiyle paylaşmamın da doğru olacağını düşündüğüm şahsi fikirlerimdir. Beğenen içinden istediklerini alır, kendi düşünce havuzuna ekler, beğenmeyen kabul etmez, hayatına devam eder... Ben profesyonel bir sporcu ve konuşmacı, Milli dağcı, gezgin, yazar, fotoğrafçı, sosyal girişimci ve bir sivil toplum örgütü lideriyim. Bugüne dek bu şapkalarımı birbirine karıştırmadan hayatımı yönetmeyi becerdim, bundan sonra da öyle olması için hassas davranmak istiyorum. 45 yaşında, kendimce görmüş geçirmiş, 7 Kıta, 80 küsur ülke gezmiş, gelişmiş ülkelerin kendi yurttaşlarına sağladıkları refah ve mutluluğu bizzat gözlemlemiş ve çok etkilenmiş bir insanım. Dünyanın en gelişmiş, en zengin, vatandaşına en yüksek yaşam kalitesini sunmayı başarmış ülkelerini de gördüm, yoksulluktan insanların sokakta öldüğü, cesedinin üstünden atlanılarak geçildiği, şiddetin pençesinde, silahların gölgesinde ya da dinciliğin baskısı altında ülkeleri de gördüm. Gelişmiş ülkelerin demokrasi, hukukun üstünlüğü, siyasette şeffaflık ve hesap verilebilirlik, dokunulmazlıklar, kuvvetler ayrılığı, kontrol ve denge mekanizması, fırsat eşitliği, adil rekabet, birey hak ve özgürlükleri, eğitim, sosyal haklar, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları, engellilerin toplumsal yaşama katılımı, çevre ve doğa koruma gibi pek çok, insanı ilgilendiren alanda kendi yurttaşlarına sundukları hakları, özgürlüğü, imkanları, refahı ve tabi ki mutluluğu kendi ülkem, kendi yurttaşım için de isteyen bir insanım. Yazdıklarım, söylediklerim ve yaptıklarımla da bu amaç için çalışıyorum, bunun önündeki bütün engellerle mücadele etme konusunda da kararlıyım. Bu dediklerime inanmanızı dilerim. 25 yıllık dağcı, 20 yıllık sivil toplumcuyum. Bu zaman zarfında yaptıklarımı anlamanız ve eksik bilginizle bana haksızlık etmemeniz için, aşağıdaki özgeçmişimi okumanızı ve farklı disiplinlerde, Türkiye ve dünya için yaptıklarımı ve başardıklarımı bir kez daha gözünüzün önünden geçirmenizi dilerim. Ali Nasuh MAHRUKİ, 21 Mayıs 1968’de İstanbul’da doğdu, ilk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden, 2004 yılında Milli Güvenlik Akademisi’nden mezun oldu. Profesyonel sporcu, yazar ve fotoğrafçı olan Mahruki dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet sporları yapmaktadır. Sovyet Asya’nın 7000 metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından KAR LEOPARI unvanı verilen Mahruki, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı ve YEDİ ZİRVELER projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısı oldu. 8000 metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmandı. 15 yıl aradan sonra Everest Dağı’na bir kez daha tırmandı. Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet yolculukları yaptı. Liderlik, takım çalışması, kişisel gelişim, kendini tanıma, hedef odaklılık, kararlılık, disiplin, risk yönetimi gibi konularda motivasyon konuşmaları ve seminerler düzenlemektedir ve bir üniversitede Takım Çalışması ve Liderlik dersi vermiştir. Çeşitli gazete ve dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır ve çeşitli televizyon kanallarında belgesel programları hazırlamıştır. Kurtarma çalışmalarındaki öncü sosyal girişimciliği nedeniyle Amerika’dan ASHOKA Vakfı’na seçilmiştir – (2004). Filipinler’den ULUSLARARASI GUSİ BARIŞ ÖDÜLÜ’ne – (2009), Bilkent Üniversitesi’nden Sosyal Bilimler alanında FAHRİ DOKTORA’ya – (2012) layık görülmüştür. Arama Kurtarma Derneği – AKUT Kurucu Üyesi ve Başkanı, UGSAD - Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, SAD - Sualtı Araştırmaları Derneği, Gezginler Kulübü Derneği üyesi ve Ortak İdealler Derneği kurucu üyesi ve Türkiye’deki ASHOKA Vakfı’nın Yönetim Kurulu üyesidir. Eserleri: Bir Dağcının Güncesi - Everestte ilk Türk - Bir Hayalin Peşinde - Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi - Yeryüzü Güncesi - Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir, Kendi Everest’inize Tırmanın. Nasuh Mahruki, 2009 yılında, Himalayalarda Bhutan Krallığı’na yaptıkları bir motosiklet yolculuğu sırasında geleneksel bir düğün töreniyle Mine Mahruki ile evlenmiştir ve 2013 yılında oğulları Barlas dünyaya gelmiştir. nasuhmahruki / kendieverestinizetirmanin / oncevatan.org Şimdi, birbirimizi daha doğru anlayabilmemiz için, size bir kez daha anlatmam gereken çok önemli şeyler var, dilerim anlarsınız… Ya ben kendimi yanlış ifade ettim ya da siz beni yanlış anladınız. Ben hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir şart altında TSK darbe yapsın demedim ve istemedim. Aklı başında hiç kimsenin de isteyeceğini düşünmüyorum. Ben sivil toplumcuyum, demokrasi geleneğinden geliyorum, en sert çatışmaların bile diyalog yoluyla, müzakereyle, empatiyle, karşılıklı özverilerle ve anlayışla çözülebileceğine inanırım. Dağcılığa başladıktan sonra geçen 25 yılda, sizi şaşırtacağına inandığım kadar fazla ve farklı, bazıları çok zor ve çok tehlikeli olan problemler çözdüm, hepsini de demokrasiyle, diyalogla ve müzakereyle. Malum maaş, prim, terfi, zam gibi kaldıraçlarınızın olmadığı sivil toplumda, binlerce gönüllüyü yöneten bir mekanizmanın başında olmak, büyük bir demokratik olgunluk, yönetsel kabiliyet ve empati yeteneği gerektirir. Lisede, Üniversitede hep aktif bir öğrenci oldum, derslerin dışında da, hatta derslerden daha fazla çeşitli konularla ilgilendim. Her zaman hobilerim oldu ve çok yönlü bir insan olmaktan büyük keyif aldım. Çok yönlü ilgi alanlarım sayesinde, genç yaşlarımdan itibaren, yaşamı ve varoluşu, insanı ve oluşturduğu kültürleri, farklı açılardan deneyimleyip daha derinlemesine tanıma fırsatım oldu. Toplumsal bir varlık olan insanı ve bir ortaklık olan toplumsal hayatı tanımaya, öğrenmeye çalıştım. Birinin özgürlüğünün başladığı yerde, diğerinin özgürlüğünün bittiği, kadar pratik bir tanımla bile, işleyen bir demokrasi yaratılabileceğine inanırım. Neticede ben demokrasiye inanırım, ATAma Mektubumda, sanki darbecileri destekliyormuşum, darbe olmasını istiyormuşum, niye olmadı diye üzülüyormuşum gibi bir algı oluştuysa bazılarınızda, bu algıyı düzeltmek istiyorum. Benim orada şikayet ettiğim şey, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Atatürkçü damarı güçlü olduğu düşünülen Subaylarının, yurt içinden ve yurt dışından birden fazla kaynak tarafından sahteliği belgelenmiş CDler, belgeler ve dijital kanıtlarla, ne idüğü belirsiz gizli tanıklarla, haksız ve hukuksuz yere hayatlarının karartılması, onurlarının kırılması ve uğradıkları haksızlıklardı. Bütün bunlara rağmen, içerideki bu Subayların haklarını korumakla sorumlu dışarıdaki makamların sessizce oturmasına ben razı olamıyorum. Bunlar yapılırken, sorumlu makamlarında sessizce oturanların, tarihsel sorumluluklarını yerine getirmediklerini düşündüğümü söylemiştim kendi yazımda. Bunun neresi darbecilik. Bu yiğit Subaylar içeride çürümeye terkedilirken, aileleri dışarıda perişanken, bu krizi yönetmekten sorumlu olanların sorumsuzca davranmalarını kabul edemiyorum. Sorumlu bir Komutan, hukuk olmayan bir hukuka masum personelini kurban vermez. Sorumlu bir lider, bu doğal olmayan durumu çözmek zorundadır. Çözemezse, ya yeni liderlik sınırlarıyla yaşamaya razı olur ya da istifa eder. Her ikisi de benim gözümde yetersiz liderliktir. Aslolan sorunu çözmektir, liderin işi budur. Bütün dünyanın gözü önünde, hukuksuz yere içeri atılan personelini içeriden çıkaramayan adama ben lider demem, kusura bakmayın. Kendi personelinin özlük haklarını koruyamayan, kendi vatanını da koruyamaz. Lise son sınıftan bu yana, pek çok farklı ortamda liderlik deneyimi yaşadım. Liderliğin ne olduğunu ve ne olmadığını çok iyi bilirim. Bugüne dek üzerine yüzlerce konferans verdim, Üniversitede dersini verdim, kendi yaşamının lideri olmanın kitabını yazdım. Bugün bile, bir kuruş maaş vermediğim, gönüllü olarak etrafıma toplamayı başardığım yüzlerce, binlerce insana liderlik ediyorum. Türk Silahlı Kuvvetlerinde, tarihinin en korkunç Subay ve Astsubay kıyımı yaşanıyorken ve bütün bu olan bitenin neticesinde, Donanmamıza komutan bulunamıyorken, Egedeki egemenlik haklarımızı bile savunma kapasitemiz önemli bir yara almışken, dahası bir Devletin bekasının ve güvenliğinin ve Milletin refahının en önemli dayanağı olan askeri caydırıcılığımız zaaf içindeyken, PKK, ülkemizi bölme yolunda Hükümetten tavizler koparırken ve daha fazlasını koparmaya çalışıyorken, Türkiyemiz bu akılalmaz ortamda debelenirken, sorumluların sorumsuz davranmalarını içime sindiremiyorum. Mustafa Kemal, Anafartalarda; sorumluluk yükü her şeyden, ölümden bile ağırdır, der. Ben, Türk Silahlı Kuvvetlerinin başında, taşıdıkları sorumluluğu ölümden bile ağır hisseden liderler görmek istiyorum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, TSKdan son aylarda 2 General, 710 Subay ve 1308 Astsubay istifa ediyorsa, ben de derim ki koskoca TSKnın başında bir lider yokmuş. TSK paramparça oluyor, yüzer yüzer değerli insan kıyımı yaşanıyor, sanki bu ülkede Salı, Perşembe yaşadığımız sıradan bir olaymış gibi, bu krizi yönetmekle sorumlu makamlar, hiç üstüne alınmıyor bu olan biteni. Ben o adamlara bunun hesabını sorarım arkadaşlar, hepinize de sormanızı öneririm. Ben bu ülkenin yurttaşıyım. Asil olan benim, siz vekilsiniz, işinizi yapmak için, makamınızın gerektirdiği rol ve sorumlulukları, görevleri yerine getirmek için, benim vergilerimden kesilerek oluşturulan Maliye bütçesinden maaş alıyorsunuz. Benim için, benim de bir parçası olduğum Türk Milleti için çalışıyorsunuz. Eğer işinizi layığıyla yapmadığınızı düşünürsem, bunu çıkıp sorarım herkesin içinde. Bu benim yurttaşlık hakkım, bu hakkımı kimse elimden alamaz. Nasıl bazıları, ATAma mektubumu yanlış anlayıp, bir de üstüne üstlük her türlü küfür, kafir, hakaretle bana yüklenme ve hesap sorma hakkını kendinde görüyorsa, ben de onlar gibi, ama daha kibar ve daha doğru bir uslupla, işini yapmayan ya da layığıyla yapmayan herkesten hesap sorarım. Ben de bu ülkeye diğer herkes gibi vatandaşlık bağıyla bağlıyım ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığımı çok seviyorum. Burası benim ülkem, ben bu ülkenin vatandaşıyım. Ben nasıl Türkiyeye aitsem, Türkiye de bana ait. Onun için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum, en iyisi olmasını istiyorum her zaman. Ben böyle düşünür ve davranırken, işgal ettikleri sorumlu makamlarında, böyle düşünmeyen ve davranmayanlara da hoşgörü gösteremiyorum. Bu hukuksuzluğu çözmenin tek yolu, nedense aklınıza ilk gelen şey olan darbe yapmak değildir. Demokrasi ve hukuk kuralları içinde de rahatlıkla, sahte kanıtlar ve CDlerle, haksız ve hukuksuz bir şekilde tutuklanan ve mahkum edilen Subayların hakları korunabilirdi. 2013 Türkiyesinde, bir yurttaş olarak tüm bu haksızlıklara isyan ettiğimizde, darbeden başka aklınıza hiçbir şey gelmiyor mu? Sizce Askerin kendini savunmasının, personelinin özlük haklarını korumasının tek yolu darbe yapmak mıdır? TSKnın Komuta kademesinin, kendi personelini koruması gerektiğini savunmak neden darbecilik oluyormuş? Son derece kıymetli Subaylarımız, uğradıkları haksızlıkları dile getirmeye çalışıyorlar içeriden, burada bir haksızlık, hukuksuzluk olma olasılığı hiçbirinizi rahatsız etmiyor mu? Yoksa gerçek darbeci Kenan Evreni yakalayamadık, olsun onun yerine bunları alalım, bu da iş görür diyenlerden misiniz? Benim TSKya yakıştırılan darbe planları konusundaki görüşlerim belli. Yok Cami bombalayacaklarmış, kendi uçağımızı düşüreceklermiş, herkesi stadyuma dolduracaklarmış falan filan, bu yalanların hiçbirine inanmıyorum, sizlerin de inanmamanızı dilerim. Anlatılan onbinlerce sayfa masalın içinde, doğruluk payı olan yerler vardır elbette, içlerinde gerçekten suçlu insanlar, suçlu Subaylar da vardır elbette ama TSKda 500 küsur Subayın, başta İlker Başbuğ olmak üzere diğer Amiral ve Generallerin bu suçları işleyebileceğine inanmıyorum ve o insanların büyük çoğunluğuna haksızlık edildiğini düşünüyorum. Ama diyelim ki edilmedi, edilmiyor ve gerçekten de bu insanlar isnat edilen bu darbeyi planlama suçlarını işlediler ancak çeşitli sebeplerden yapamadılar. Darbecileri sevmiyoruz tabi ki. Peki neden o zaman, 1980de ülkede gerçek bir darbe yapmış olan, gücünü ayarlayamayıp kendi halkına işkence eden, bir dolu insan hakları ihlalleri yapan ve korkunç acılara yol açan mekanizmanın başındaki Genel Kurmay Başkanı ortada apaçık duruyorken, velev ki doğru olsa, darbe yapmayı planlamış, son aşamasına getirmiş ancak son anda, çeşitli sebeplerden dolayı fiiliyata geçirememiş Komutanlara soruyoruz, Kenan Evrene soramadığımız hesabı. 1980 darbesinin acılarının faturasını 2000lerin Komuta kademesine ödetmeye çalışmak ve bundan zevk almak, benim anlayışıma göre adil değildir. Microsoftun bile, 2003 yılında yazıldığı iddia edilen belgede kullanılan yazı fontunun 2007de piyasaya sunulduğunu açıkladığı ve sözkonusu belgenin, 2003 yılında üretilmiş olmasının imkansız olduğu apaçık ortada olan, bu tür sahte dijital kanıtlara dayanan, PKKnın 2. adamı Sırrı Sakıkın bile gizli tanık olarak TSK personeline karşı Deniz kod adıyla kullanıldığı bir sözde hukuk tiyatrosunun yaşandığı mahkemelerden adalet çıkacağını zanneden varsa içinizde, ona hayatta başarılar dilerim ama bu tiyatrodan adalet çıkması eşyanın tabiatına aykırıdır, bunu görmediğimiz ve kabul etmediğmiz sürece masum insanlar daha çok acı çeker. Dışarıdaki namuslu insanlara da o büyük acılara sahip çıkmak, yanlarında olmak, acılarını dindirmek ve haksızlıkları gidermek için mücadele etmek düşer. Tarihsel sorumluluk budur. Ben, silah arkadaşları haksız, hukuksuz yere bu ağır cezalara çarptırılırken gereğini yapmayan, yapamayan yetkili ve sorumlu Subaylardan şikayetçiyim. İçeride, dışarıda, yurt içinde, yurt dışında herkesin dile getirdiği bu hukuksuzlukların giderilmesini talep etmeyi, bu sorumluluğu yerine getiremeyenleri şikayet etmeyi darbe istemek olarak yorumluyorsanız, yanlış yorumluyorsunuz demektir. Düşüncelerimde, yapılması gereken bu mücadelenin yol ve yöntemlerinin içinde darbe olmadığı konusunda dilerim aydınlatabilmişimdir sizleri. Victor Hugo; iyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır, der. Adil olmak zekanın ötesinde cesaret ister. Her kararınızda, her düşüncenizde, her eyleminizde adil olmaya çalışmanızı dilerim. Böyle bir yaşam hepimiz için daha mutlu, huzurlu ve üretken olacaktır. Aşağıdaki gazete haberlerinde göreceksiniz, içeriden haykıran değerli Subaylarımız dile getiriyor tüm bu haksızlıkları ve hukuk garabetini. Bu çığlığı anlamaya çalışmanızı dilerim. Hepimiz, daha demokratik ve insan haklarına saygılı bir ülkede yaşamak istiyoruz değil mi? Tüm mücadelemiz bunun için. İşte o zaman buradaki insan hakları ihlallerini de görmelisiniz. Burada Türk Subayı, haksız ve hukuksuz yere hapiste tutulmaktadır. Sahteliği çeşitli yerli, yabancı kurumlarca defalarca ispatlanmış CDlerle, dijital kanıtlarla, ne akla hizmetse, PKKnın 2. adamının gizli tanık olarak dinlendiği mahkemelerde, Subaylarımız 10 yıl, 20 yıl hatta ağırlaştırılmış müebbet cezalarına çarptırılmaktadır. Bu durum sizin vicdanınızı rahatsız etmiyorsa, hakkımda atıp tutmaya devam edebilirsiniz, nasıl olsa bana karşı da herhangi bir vicdani yükümlülük hissetmeyeceksiniz... Şimdi de sizlerle, benzeri onlarcasını bulabileceğiniz üç tane mektup paylaşmak istiyorum, buyurun okuyun; ----------- Birincisi Hasdaldan; KARDAKTA KAHRAMAN, HASDALDA ESİR kitabının kahramanı Ali Türkşenin içeriden mektubu; Tüm Türkiye’nin Kurban Bayramı kutlu olsun. Büyüklerimin ellerinden küçüklerimin yanaklarından öpüyorum. Başta Gezi olaylarında olmak üzere AKP iktidarı döneminde sevdiklerini kaybederek bayramı kucaklamak zorunda kalanlara da baş sağlığı ve sabırlar diliyorum. Silivri’ye geçmeden önce Hasdal’daki bu son bayram günü, bazıları “Danam kaçtı-kuyruğu koptu-aman kasap elini kesti,” dertleriyle boğuşurken, Hasdal ve diğer birçok cezaevinde Türkiye’nin karanlık geleceğine kurban edilen günahsız Türk subayları unutulmadan birkaç cümle sarf etmek geldi içimden. Öncelikle hepimize hayırlı olsun. AKP iktidarının kıdemli ağızlarından Akif Beki’nin Hürriyet gazetesindeki 10 Ekim 2013 tarihli köşesinde de belirttiği gibi, “Demokratikleşme maceramızda en kritik eşiği geçtik (miş). Darbelerle mücadele tarihimizde geri döndürülemez bir noktaya geldik(miş).” Bu yüzden Beki’nin bir yanı bahar bahçeymiş. İki yanı da bahar bahçe olacakmış az daha ama ah bu darbenin varlığını bir türlü kabul etmeyen iflah olmaz darbeciler ve şakşakçıları da olmasaymış. Artık Beki de bu kadarıyla idare ediversin canım, buna da şükürmüş. Şimdi isterseniz Beki ve benzerlerinin gönlünde bahar bahçe açtıran ve hayatımızın son 3,5 yılını cehenneme çeviren bu demokrasi (!) havasının ve Yargıtay’ın onama kararının ne olduğunu anlamak için bir hafta öncesine dönelim. İHANETE RAĞMEN AYAKTAYIZ Tarih: 9 Ekim 2013, Çarşamba. Yer: Hasdal Askeri Ceza ve Tutukevi-İstanbul. Belli ki Hasdal gibi Türk subaylarının esir edildiği tüm öteki cezaevlerinde de aileler sabahın erken saatlerinden itibaren eş, anne-baba, kardeş ve evlatlarının yanlarında yerlerini almışlar. Herkes nefesini tutmuş, Ankara’dan gelecek hayırlı bir haberi bekliyor. Saat 10.00’la 10.15 arasında olup bitiyor her şey. Bir yandan Hasdal’ın tek kadın mahkûmu Güllü Salkaya’nın salıverilme haberine sevinirken öte yandan büyük oranda kararın onandığı bilgisi herkesin adalete dair son ümidini de alıp götürüyor. Neredeyse her iki evlattan birinin diğerine ağlayarak söylediği; “Sen bu akşam babanla birlikte eve gideceksin, benim babamsa hala burada kalacak,” sözleri herhalde Hasdal’ı hafızalarından asla silemeyecek çocuklarımız ve bizler için durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya yetiyor. Günün kalan kısmında Yargıtay’ın kararını duyar duymaz Hasdal’a akın eden dost ve arkadaşlarımız sayesinde yaşadığımız ihanetin son adımında da dimdik ayakta durmayı başarıyoruz. HİÇ KARACI KALMADI Eş-dost-akraba-arkadaş kalabalığı akşam saatlerinde Hasdal’ı terk ettikten ve özgürlüklerine kavuşan silah arkadaşlarımızı alkışlar eşliğinde Hasdal’dan uğurladıktan sonra Balyoz darbe planının yalın gerçeği fiziki olarak da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Sağım denizci, solum denizci olunca gayri ihtiyari şu soruyu soruyorum en yakındaki arkadaşlarıma : “Yahu hiç mi karacı kalmadı aramızda?” “Ne zannettin,” diyorlar. Meğer günün telaşı içinde fark edememişim. Sadece Hasdal değil diğer cezaevlerinin hiçbirinde de tek bir muvazzaf/görevde karacı kalmamış meğerse. İnanmıyorum, gidip Hasdal’ın son durumunu gösterir mevcut çizelgesini buluyor, tek tek sayıyorum. Yalın gerçek değişmiyor. Hasdal’da kala kala Balyoz davası hükümlüsü 43 denizci 2 de jandarma subayı 45 kişi kalmışız. YÜZDE 57 DENİZCİ Ertesi gün yapılan daha sıhhatli bir istatistikle ortaya çıkan rakamlarsa büyük yalanı biraz daha açıklığa kavuşturuyor. Balyoz hükümlüsü 237 sanığın 134’ü (% 57’si) Deniz Kuvvetleri personeli ve dağılımı da şöyle: halen 7’si görevde 27’si emekli olmak üzere 34 amiral, halen 86’sı görevde 14’ü emekli olmak üzere 100 subay. Türk Silahlı Kuvvetlerinin en az personel mevcutlu kuvvetinde durum böyleyken bir de en yüksek personel mevcuduna sahip Kara Kuvvetlerinde durum neymiş bakalım: 237 hükümlünün sadece 38’i karacı. Bu mevcudun 28’i general (1’i hariç hepsi emekli), kalan 10’u ise emekli subay. TSK’nın ikinci küçük mevcutlu kuvveti Hava Kuvvetlerinde durum biraz daha iyi: toplam 41 hükümlünün 19’u general (14’ü emekli 5’i halen görevde), 22’si subay (9’u emekli, 13’ü görevde). Neredeyse mevcudu Kara Kuvvetlerine yakın olan jandarma da yalanı rakamlarla ortaya koymaya devam ediyor: toplam 24 jandarma hükümlüsünün 2’si emekli general, 22’si ise subay (4’ü emekli 18’i halen görevde). BU MU SİZİN İLERİ DEMOKRASİNİZ Başta emekli Orgeneral Çetin Doğan olmak üzere karacı, denizci, havacı, jandarma ya da sivil, bu davada yargılanan tek bir kişinin bile suçu olmadığını, hepimizin sahteliği binlerce defa bilimsel olarak kanıtlanmış dijital verilerle cezalandırıldığımızı biliyoruz. Zaten öyle olmasaydı darbe senaryosuna dayanak olan plan seminerinde takdim yapanların bile serbest bırakılmalarını açıklamak oldukça zorlaşırdı. İnsan bu istatistikler ve gerçekler karşısında sormadan edemiyor elbette: “Bu mu sizin ileri demokrasiniz? Bu mu sizin darbeyle hesaplaşmanız? Bu mu oranızda buranızda baharlar açtıran yargı kararınız?” Akif Beki ve benzeri Allah’tan korkmaz kuldan utanmazlar, Allah öncelikle hepinize akıl fikir versin. Madem bir yalanın peşine sürükleneceksiniz biraz zekâ pırıltısı gösterin de inandırıcılığınız artsın. Siz bana, yargılamanın ilk gününden bu yana resmi belgeyle ispatlamasına karşın, Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen’in TRT kameraları kayıttayken ve bütün gün dalıştayken nasıl dijital veri hazırlamış olabileceğini, bu şekliyle de 16 yıl hapis cezası almaya nasıl hak kazandığını bir anlatıverin önce de ondan sonra memlekete demokrasi nasıl gelecek hep beraber bir yol bulalım. BUGÜN BİZE YARIN SİZE 11 yıldır süren AKP iktidarının yalanlarına tüy diken Yargıtay’ın Balyoz kararı Türkiye’de önümüzdeki dönemde daha neler yaşanabileceğini göstermesi açısından da dikkatle değerlendirilmelidir. Bilime dayalı öğrenim hakkı elinden alınan, başörtüsü baş tacı edilirken kuruluş değerleri yerle bir edilen, televizyondaki sunucusunun kıyafetine kadar karışılan bir Türkiye’de kimin hangi cezaevinde olduğu sadece şahsına düşen metrekareyle ilgili bir husustur. Bugün Hasdal’da yarın Silivri’de payımıza düşecek metrekare sanmayın ki halkımızın kalanı için daha fazladır. Dün olduğu gibi bugün de canını ülkesinin insanı, yaşam hakkı, özgürlüğü uğruna feda etmekten çekinmeyecek bir Türk evladı olarak, Hasdal’ın demir parmaklıkları ardından tüm Türkiye’ye sesleniyorum: 11 yıllık AKP iktidarının hokkabazlıklarına göz yumuldukça Türkiye bir açık hapishane olmaya devam edecektir. Yaşam alanınızın giderek yok olduğunu, özgür bir vatandaş olarak yaşayabildiğiniz gün sayısının giderek azaldığını unutmayın. Bu zulüm bugün bize yarın size. Hem de Yargıtay gibi Türk hukuk sisteminin en tepesinden tescillenmiş olarak. REDDİ HAŞİM Son sözüm dünya hukuk tarihinde yer eden iktisat kökenli Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a. “Yargıtay’ın Balyoz davası kararı için temyiz makamı gibi gösteriliyoruz. İnsanlara boş yere umut veriliyor,” buyurmuşsunuz. Merak etmeyin, sizden bir şey beklediğimiz yok, içiniz rahat olsun Sayın Kılıç. Biz özel yetkili mahkemelerinizden ne gördük, Yargıtay’ınız neydi ki Anayasa Mahkemenize bel bağlayalım. Sizden gelecek hayır Allah’tan gelsin. Dün özel yetkili kurgu mahkemelerinizin hâkimlerine reddi hâkim dedik kabul olmadı, belki bugün reddi Haşim deriz kabul olur. Reddi Haşim hakkımı kullanıyorum ve aynı özel yetkili mahkemelerinizin ve Yargıtay’ınızın kararlarını olduğu gibi başında bulunduğunuz Anayasa Mahkemenizin kararlarını da reddediyorum. Tüm Türk halkına en derin sevgi ve saygılarımla, bir kez daha iyi bir bayram geçirmeniz dileklerimle… Ali Türkşen/Deniz Kurmay Albay Hasdal Askeri Cezaevi Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özelin, başta kendi personeli olmak üzere, aklı başında herkesin üzerinde soğuk duş etkisi yaratan açıklamasına cevaben de şunları söylüyor; Yargıtayın Balyoz kararlarını yaptığı açıklamayla kabullenen Genelkurmay Başkanı Necdet Özele Hasdal cezaevinde bulunan Albay Ali Türkşenden tepki geldi. Sözcüye konuşan Türkşen, Necdet Özele artık Special Özel olarak hitap ettiklerini belirtti. Special Necdet diyoruz artık ona… Hasdal Deniz Kuvvetleri Cezaevi’nde o böyle tanınıyor. Albay Türkşen, Necdet Özelin karardan dolayı üzgünüm sözüne de sert tepki gösterdi. Bizim için ağlamasın dedi. Türkşen, Special Necdet’in bu açıklamasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nde subay ve komutan dönemi bitti. Artık ilgili ve bilgili kamu görevlisi dönemi başladı diye konuştu. Deniz Kuvvetlerinin, cemaat yapılanmasını sağlamak için hedef alındığını belirten Türkşen, mücadele daha şimdi başlıyor dedi. ----------- İkinci mektubumuz da, Mamak Askeri cezaevinde yatan denizci Subaylardan. 18 Ekim 2013 Cuma günü, Balyoz davasında hapis cezasına çarptırılan tutuklu subaylar dışarıdaki komutanları eleştirdi, başlıklı haberde, Mamaktaki Askeri Cezaevinde kalan denizci Subaylar, Yargıtayı eleştiren bir açıklama yaptılar. Elinizi vicdanınıza koyun ve okuyun lütfen... Uğur ERGAN / Hürriyet - Mamak’taki askeri cezaevinde kalan denizci subaylar, Yargıtay’ın Balyoz davasında hapis cezası kararlarını onaylamasını eleştiren 6 sayfalık ortak bir açıklama yaptı. “Komutanlarımızın sessiz kalmasını anlayamıyoruz. Bizlerin acısına dayanamayarak vefat eden aile büyüklerimizin cenaze törenlerine, hasta olan eş, çocuklarımız ile aile büyüklerimizin yanına, sessiz kaldığınız sürece lütfen teselli için gelmeyiniz” çağrısında bulunan subayların açıklaması özetle şöyle: SESSİZLİĞİ ANLAYAMIYORUZ “Bugüne kadar Yargıtay’dan çıkacak kararı bekleyen ve masumiyetimize inanan komutanlarımızın hukuka saygı ve adil yargılanmayı etkilememe adına sessiz kaldıklarına yürekten inanıyoruz. Bugün Deniz’in, daha doğrusu Cumhuriyet değerlerinin ve hukukun bittiği noktada olduğumuzu hepinizin bildiğini ve gördüğünü değerlendiriyoruz. Bu hukuksuzluğu ve haksızlığı görerek istifa eden, bizlerin masumiyetini her ortamda ve her şartta haykıran emekli Donanma Komutanı Nusret Güner’in dışında diğer komutanlarımızın sessiz kalmasını anlayamıyoruz. HALK UYUTULUYOR, HAYKIRIN Gazeteler ve görsel medyada Atatürk’ün neferi Nusret Güner’e 2 neferin, “Yerimiz onların yanıydı” diyen Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Teknik Başkan Tümamiral Sami Örgüç’ün istifa ederek katıldığını izledik. Atatürk’ün emrettiği yolda yürümenin esası askerler için, önce komutan ve lider olmaktan geçmektedir. Lütfen ülkemiz ve bizler için daha fazla geç olmadan en kısa sürede bir araya gelin, her türlü şahsi menfaat ve duygulardan uzak, uyutulan Türk halkına bizleri en iyi tanıyanlar olarak korkmadan masumiyetimizi haykırınız. VİCDANIN RAHATSA SESSİZ KAL Geçtiğimiz 3 yılda bizlerin sesi olmaya çalışan, masumiyetimizi anlatmaya çalışan avukatlarımıza, ailelerimize, eş ve çocuklarımıza sözde değil gerçekten destek olunuz. Görevinin başında veya evinizde eşiniz, çocuklarınız ve torunlarınız ile otururken bizlerin, eşlerimizin, çocuklarımızın ve ailelerimizin yaşadığı ızdırabı vicdanlarınız kabul ediyorsa o zaman mezara kadar sessiz kalmayı tercih ediniz. ATATÜRK’ÜN ERLERİYİZ Rütbelerimizin söküleceği ve er statüsüne düşeceğimizi çarşaf çarşaf yayınlayan ve duyuranlar: Bu davada yargılananlar olarak ülkemizin ve Atatürk’ün bir eri olarak dünyaya geldik. Bizler öldüğümüzde imamın ‘er kişi niyetine’ diye hakkımızda kılınacak cenaze namazında niyet edeceğinden adımız gibi eminiz. Acaba kendilerinin cenazesinde imam nasıl bir niyetle namazlarını kıldıracak onu da çok merak etmekteyiz. VATAN SAĞ OLSUN Şehit ve gazi olan silah arkadaşlarımıza ve ailelerine minnet ve şükranlarımızı saygıyla sunarız. Onların yaptıkları yanında bizlerin hapiste tutulmasının hiçbir önemi olmadığı bilinci ile Kurban ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramları’nı kutlar, sağlık ve esenlikler dileriz. Vatan sağolsun.” ------------ Üçüncü paylaşacağım mektup da, Yargıtayın açıkladığı Balyoz kararına ilişkin Hadımköyde bulunan askerlerden gelen açıklama; Balyoz kararlarının açıklanmasının ardından avukat Hüseyin Ersöz, sanıkların ortak mesajını açıkladı. Ersöz’ün okuduğu açıklama şu şekilde: “Çok talihsiz bir karar verildi. Bu konuyla ilgili olarak hakkında hüküm kurulmuş olan 250 tutuklu sanığın ortak kaleme almış oldukları bir metni paylaşmak isterim. Balyoz davasında toplu tutuklama ve toplu yargılamayla işlenen yargı cinayeti bugün verilen kararla hukuk katliamına dönüşmüştür. Aslında katledilen cumhuriyet ve geleceğimiz olmuştur. Mahkemenin kararı bizi hiç şaşırtmadı. Çünkü siyasi olan bu davanın neticesinde hukuki olması beklenmezdi. Biz bu mahkemenin adalete giden bütün köprüleri yıktığını 10 Ağustos 2012 tarihinde yayınladığımız duyuruda vurgulamış, mahkemenin vereceği kararı tahmin ettiğimizi ve verilecek karardan korkmadığımızı belirtmiştik. Öngörümüz bizi yanıltmadı. Bu mahkeme delilleri toplamayan savunmanın lehine olan delilleri adli emanette saklanmasına ve bir kısmının kaybolmasına sessiz kalan en önemli delilleri aylarca savunmaya vermeyen yalan ve iftara ürünü sözde delilleri değerlendirmeyen ve tartışamayan bilirkişi görevlendirmeyen tanık çağırmayan, savcının taleplerinin tamamına yakınının karşılayan, savunmanın taleplerinin hiçbirini karşılamayan ve bu uygulamarıyla hukuku ve savunmayı fiilen yok sayarak avukatsız yargılama yapan bir mahkemedir“ ‘Sindirilmez’ “Bu mahkeme akıl ve bilime karşı duruştur. İçinde adalet ve özgürlüğün olmadığı bir ülkede demokrasi de olmaz. Bizler dünya tarihinde örneği görülmeyen bir saldırıya uğrayan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli insanlarız. Bu sürecte yaşananlar yapılanlar ve yapılmayanlar bir savcının basına yansıyan iftiralarında yer alan arzusuna rağmen toplum vicdanında sindirilmeyecektir. Canımız pahasına çok severek yaptığımz askerlik mesleğine son verilse ve her koşulda onurunu koruduğumuz üniformalarımız alınsa da birgün bizlere bu pusuyu kuran alçaklar hainler ve destekçileri meslek onurunu herşeyin üzerinde tutan savcı ve hakimlere mutlaka hesap verecek ve masumiyetimize rağmen yaşanan hukuksuzluk ve vicdansızlık karşısında her seviyede sessiz ve kayıtsız kalanlar ile çıkar sağlayanlar ise utanç duyacaklardır. Açıkça ilan ediyoruz ki devletimiz komplocu bir çete ile mücadelede başarılı olamamıştır. Komşu ülkelerdeki insan hakları ihlallerini önlemeye çalışan ve anlar için hak hukuk ve özgürlük isteyen devletimiz maalesef kendi ordusuna da yapılan ihlalleri haksızlıkları ve hukuksuzlukları önleyememiştir. Devletimizin bu düzmece davada TSK ’ya kaşı emperyalist ve cumhuriyet düşmanlarının kurduğu hain komployu görmemiş olması kabul edilemez bir zaafiyettir. Diğer taraftan devletimiz bu komployu görmüş ve sessiz kalmış ise durum daha da vahimdir. Aziz Türk milleti emin olsun bizler vatanımıza milletimizi ve devletimize ve bayrağımıza asla ihanet etmedik. Vicdanımız tertemiz. Bizlerin değişmez başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk’tür ve izleyiciğimiz yol akıl ve bilim yoludur. Bunu hiçbir güç değiştiremez. Vatan Sağolsun” ‘En güzel madalya’ Davanın bir numaralı sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan kararın ardından şunları söyledi: “Adalet mülkün temeli olmaktan çıkmış zulmün temeli olmuştur. Bu mahkemenin bizi mahkum etmesi bizim için şereftir. Bu yangın söndürülecektir. Biz yok oldukça büyürüz. Mahkeme kendi hakkında hüküm verdi. Bizim hakkımızda vermezler. Hukuk cinayeti işlediler. Yarın çocuklarının yüzlerine bakamayacaklar. Biz her şeyimizi bu ülkeye verdik. Aydınlık gelecek için ölmeye hazırız. Zindanda oluşumuz dışarıda olmamızdan daha güçlüdür. Davamıza yardımcı olacaktır. Bizdeki kıvılcımı daha da büyütecektir. Bu ülkeye 50 yıl hizmet ettim. Çok sayıda madalyam var. Ancak bugün aldığım madalya bunların arasında en değerli olanı. ‘Kürdistan için’ Davanın diğer önemli sanıkları ise tepkilerini şöyle dile getirdi. Halil İbrahim Fırtına: “Bu karar Türkiye Cumhuriyeti’ne bir ders olsun. Diyecek başka bir şeyim yok.” Cem Gürdeniz: “Deniz Kuvvetleri tamamen çökmüştür.” Bilgin Balanlı: “Her şey ortada, hiçbir şey söylemiyorum.” Ali İhsan Çuhadaroğlu: “Kürdistan kurulması için onurlu subaylar buraya hapsedilmiştir.” İçeride, dışarıda, yurt içinde, yurt dışında herkesin dile getirdiği bu hukuksuzlukların giderilmesini talep etmeyi, bu sorumluluğu yerine getiremeyenlerden hesap sormayı istemeyi darbe istemek olarak yorumluyorsanız, bu sizin yanlış algılarınızdan kaynaklanıyor. Dediğim gibi, ben sivil toplumcuyum, demokrasi kültüründen geliyorum. İçinde, başında olduğum sivil toplum oluşumlarının, Türkiyede demokrasi ve yurttaş sektörünün gelişimine yaptığı katkılar ve yarattığı toplumsal fayda, farkındalık ve gelişmeler kitaplara, araştırmalara konu olmaktadır. Bugüne dek, hem de gönüllü olarak Türkiye için yaptıklarımla, bazı sorularda ve yorumlarda bana atfedilen şeyler bu dünyada yanyana gelebilecek şeyler değildir. Sevgili arkadaşlar, ATAma mektubumdan sonra sorulan sorulara verdiğim bu uzun cevabın çoğunuz için yeterli olacağını umuyorum. Bu yanlış anlamanın kendi payıma düşen kısmı için de herkesten özür dilerim. 10 Kasım mesajımdan çıkarılan yanlış anlama ve seviyesiz yakıştırmalar için de aynı özrü sizlerden de beklerim. Sevgilerimle, Ali Nasuh Mahruki Sorumlu Yurttaş PS. Yazımı daha fazla uzatmamak için en sona aldığım, çözmemiz gereken önemli bir problemimiz daha var. Devletin ve herkesin hazırlıksız yakalandığı 17 Ağustos 1999 Depreminde, başında bulunduğum sivil toplum kuruluşuyla kurtardığımız hayatlar ve gösterdiğimiz yararlılıklar nedeniyle, Türkiyenin en güvenilir kurumu seçilmiştik, haliyle ben de Türkiyenin en güvenilir kurumunun başkanıydım. Kamuoyunda büyük bir saygınlığa, sevgiye ve popülerliğe sahip olmuştuk. Dağcılık sporundaki başarılarım, sivil toplumcu başarılarımla taçlanmıştı. Bunu kendine bir tehdit olarak algılayan dönemin statükosu ve ondan beslenen sefil zihniyet, hemen durumdan vazife çıkarmış ve hakkımda çeşitli karalama kampanyaları başlatmıştı. Eleştirecek bir şey bulamadıkları için de, en kolayını seçmiş ve adımın orijinalliğini kullanarak, benim gayri müslim olduğumu, Ermeni, Yahudi olduğumu yaymaya başlamışlardı. Bugün hala aynı şeylerin yapılmaya çalışıldığını görüyorum. 10 Kasım mektubuma yorumlar yazan bazı kişilerin bana Yahudi, Ermeni, Mason, bilmemne dediklerini görüyoruz hep birlikte. Öncelikle, ben Türküm, Türk oğlu Türküm ve müslümanım ve neysem, öyle anılmak istiyorum. Benim Türkiye ve Türk Milleti için yaptıklarımın binde birini bile yapamamış, ülkeye elle tutulur hiçbir fayda yaratamamış tiplerin, klavye başında dinim ve milliyetimle ilgili bana yaptıkları bu cahilce ve kötü niyetli yakıştırmalardan gerçekten sıkılıyorum. Artık doğrusunu öğrendiniz, bu konuda haddinizi aşmamanızı dilerim. Aşağıda sizle ailemi, aile ağacımı paylaşmak istiyorum. Benim neden, hayatım boyunca ülkeme ve milletime fayda yaratmak için mücadele ettiğimi ve bu konudaki kararlılığımın nereden geldiğini daha iyi anlayacağınızı umuyorum... 200 yıldan fazladır İstanbul’da yaşayan köklü ve varlıklı bir aileden geliyorum ve hem ailemden hem de Türklüğümden büyük gurur duyuyorum. Büyükbabamın büyükbabasının babası, 1822 yılında Sakız Adası’nda çıkan Rum isyanını bastıran ve Sultan II. Mahmud’un, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak kendisine verdiği bu görevi eksiksiz yerine getirdikten sonra, burada şehit düşen (Nasuh oğlu) Kaptan-ı Derya Ali Paşa’dır. İsyan bastırıldıktan ve bütün kontrol Osmanlı Donanması’na geçtikten sonra, Osmanlıların Sancak Gemisi’ni ateş kayıklarıyla düzenlediği saldırıda yakmayı başaran ve Yunanlıların “Kara Ali” dediği büyük büyük büyük dedemi şehit eden Kanaris adlı gözüpek Yunan denizci, kendi ülkesinin milli kahramanlarından biridir. Sakız adasının en büyük meydanındaki en büyük heykel, bu olayın anısına dikilmiş Kanaris’in heykelidir. Bugün ailemizin soyadı olan Mahruki, yani “yanarak ölen”, “yanmış” anlamındaki Osmanlıca kelime de bu olaydan ailemize şerefli bir miras olarak kalmıştır. Bu süreç Yılmaz Öztuna’nın hazırladığı BÜYÜK TÜRKİYE TARİHİ adlı ansiklopedinin 6. cildinde, 441 - 443. sayfalar arasında şu şekilde anlatılır; Yunan İhtilâli’nin Başlaması (12 Şubat 1821) Yıllık ısı ortalaması 17° olan Mora’da, ılık bir kış sabahı, 12 şubat 1821’de ihtilâl başladı. Bizzat Patras başpiskoposu Germanos’un kumanda ettiği 10.000 kadar silahlı Rum, şehre hâkim olduktan sonra, kaleyi muhâsara altına aldılar. Patras’ta ayaklanma başlayınca, uzun zamandan beri bu ânı bekliyen bütün Mora, ayağa kalktı. Nisan başlarında, Mora sancağının merkezi olan Tripoliçe dışında bütün yarımada, âsîlerin eline geçmişti. İsyân, hızla Kiklad adalarına da geçti. Yunanlılar, Mora’nın kuzeydoğusunda Nauplion (Türkçe: Anabolu) limanını, ihtilâl idaresinin merkezi olarak ilân ettiler. Mora’daki Türkler’in bir kısmı Tripoliçe’ye can atmakla beraber, çok büyük ekseriyeti, katliâm edildiler. Yunanlılar’ın öldürdükleri Mora Türkleri’nin 40-50 binden az olmadığı muhakkaktır. Bunların içinde, 400 yıl önce Mora’ya yerleşmiş Türk aileleri bile vardı. 5 Ekim 1821’de Tripoliçe’nin düşmesi, faciayı tamamladı. Kaledeki asker ve sivil 8.000 Türk, yeni doğmuş çocuklar bile ihmal edilmeksizin öldürüldü. Bab-ı Ali, o kadar himaye ettiği ve bir hükümdar derecesinde imtiyazlar tanıdığı Ortodoks Cihan Patriki Grigorios’un asilerle işbirliği halinde olduğunu tesbit edince, 22 Nisan 1821 günü kendisini tevkif ederek Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında astırdı. Göğsüne ihanetini anlatan bir yafta yapıştırılan Patrik’in cesedi, 3 gün İstanbullular’a teşhir edildi. Yeni Patrik’in emriyle bu orta kapı, o tarihten itibaren kapatılıp iptal edildi ve bir Türk devlet veya hükümet başkanı aynı yerde asılıncaya kadar açılmamasına karar verildi. Bab-ı Ali, ihtilalin başında olanlardan yakalayabildiklerini imha etti. Bunların arasında Edirne, Kayseri, Tarabya ve Edremit piskoposları ile birkaç Fenerli Rum beyi de asıldı. Bu Fenerli Rum beyleri, Boğaziçi’nde muhteşem saray ve konaklarda yaşıyan, bilhassa armatörlükle zengin olan, Bab-ı Ali’nin Eflak ve Boğdan prenslerini aralarından seçtiği bir kitleydi. Mora’daki başarılı ayaklanmayı öğrenir öğrenmez Çar’ın yaveri Prens İpsilanti, Odesa’dan 3.000 Rum gönüllüsüyle, Boğdan’ın merkezi olan Yaş’a geldi ve 5 Martta bu şehri, aynı ayın 11’inde Kalas’ı ve 30’unda Bükreş’i işgal etti. Derhal Romanya’ya giren Türk askeri, ihtilali söndürdü. Rumlar’ın yakalananları imha edildi. Bir kısmı, Prens İpsilanti ile beraber Avusturya’ya sığındı. Yunanlılar, Romanya da Ortodoks olduğu için, Romenler’in ihtilale katılacaklarını sanarak büyük hataya düşmüşlerdi. Romanya mes’elesinin sür’atle halli, Bizans İmparatorluğunun ihya edilemiyeceğini gösterdi. Yunanlılar, bir daha aynı hataya düşmediler ve bütün güçlerini, Mora ile çevresinde milli bir devlet kurabilmek noktasında topladılar. Bab-ı Ali’nin Rusya’yı protesto etmesi üzerine Çar, İpsilanti’yi yaverliğinden azletti ve “general” rütbesini taşıyan Hetairia liderini askerlikten çıkardı. 13 Ocak 1822’de ihtilalciler, Mora, Kiklad adaları, Ağrıboz ve Attika’yı içine alan bir Yunanistan kurulduğunu, diğer Yunan ülkelerinin de kurtulacağını ilan ettiler. Prens Mavrokordato, başkanlığa seçildi. İhtilalciler, Ege adalarının çoğuna hâkim olmuşlardı. Anadolu’nun Kuşadası Körfezi’ndeki Sisam adası, bunlardan biriydi. 6.000 Sisamlı, adaya hâkim olduktan sonra, kuzeybatıda, Çeşme’nin karşısındaki Sakız adasına çıktı. Sakız’da birkaç bin Türk’ün yanında 80.000 Rum yaşıyordu. Bugün bile ada nüfusunun bu rakamı bulamaması, Osmanlı devrinde Sakız’ın refahını gösterir. Sisamlılar, Sakızlılar’ı derhal ayaklandırdılar. Muhafız Vezir Vahid Paşa, Sakız kalesini asilere karşı savunmaya başladı. Adada isyanın başlamasından 19 gün sonra, 11 Nisan 1822’de Kapdan-ı Derya Nasuh-zade Ali Paşa, adanın Çeşme’ye bakan Sakız limanına girdi. Bir hafta karşı koyan asiler imha edildi ve on binlerce Rum öldürüldü veya esir alındı. Bir devletin en tabii hakkını kullanması ve Mora’da yapılanlara küçük bir karşılık olan bu hareket, Avrupa’da büyük akisler uyandırdı. Lord Byron ve Victor Hugo gibi şairler, Beethoven gibi bestekarlar, ressamlar, gazeteciler, acıklı eserlerle Sakız isyanının bastırılmasını terennüm ettiler. Avrupa’da Türkler’in barbarlığı üzerinde uzun boylu sözler söylendi. Kaptan-ı Derya Ali Paşa’nın oğlu, yani büyükbabamım büyükbabası Mehmet Ali Bey birkaç padişaha hizmet etmiş ve Sultan Abdülmecid’in başmabeyincilik (genel sekreterlik) görevini üstlenmiştir. Mehmet Ali Bey’in oğlu, yani büyükbabamın babası Eşref Cafer Bey, Galatasaray ve Mülkiye’yi bitirdikten sonra Sorbon Üniversitesi’nde okumuş, 6 lisan öğrenmiş, Mülkiye’de öğretmenlik yapmış, çeşitli Kafkas ülkelerinde ve Hindistan’da Konsolosluk görevlerini sürdürmüş ve Balkan Savaşı yıllarında Hint müslümanlarından Türkiye’ye önemli yardımlar sağlamıştır. Eşref Cafer Bey’in oğlu, yani büyükbabam Ali Cevat Mahruki , Macaristan’da okumuş ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin genç inşaat mühendislerinden biri olarak pek çok projeye imza atmıştır. Kurucularından biri olduğu Garanti Bankası’nın kuruluşundan 1952 yılına kadar idare meclisi üyeliği yapmıştır. Ali Cevat Mahruki’nin oğlu, yani babam Cafer Cem Mahruki, Türkiye’nin en iyi para koleksiyoncularından biridir ve Türk Nümismatik Derneği başkanıdır. Cem Mahruki’nin oğlu Ali Nasuh Mahruki ise, hayatı boyunca taşıdığı kana ve mensup olduğu aileye layık olmaya, layık yaşamaya çalışan, tuttuğunu da koparan ancak ne yazık ki çok haksızlığa uğradığını düşünen, eskilerin deyimiyle nev-i şahsına münhasır bir adamdır. Aslında bütün hikâye bu kadar basit... VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR sayfa 31 - 34
Posted on: Mon, 11 Nov 2013 16:45:42 +0000

Trending Topics



div class="stbody" style="min-height:30px;">
New Year resolutions which are made just to be broken:- It is
Five years ago today, Brett Sikes and I went hunting for the last
#SOS >Fluffy Sunflower DIES TOMORROW @ the Manhattan NY High-Kill

Recently Viewed Topics




© 2015