Ermiş (Halil Cibran) By Suzan Nur Başarslan on Tem 3, 2011 in - TopicsExpress



          

Ermiş (Halil Cibran) By Suzan Nur Başarslan on Tem 3, 2011 in Hikmet, Kitap Tanıtımı, Sanat, edebiyat, roman, İnsan Bir edebiyat sürgünü’nün yalnız yolculuğu “Göğsümün bir tarafında İsa, diğer tarafında Muhammed oturur.” Halil Cibran Halil Cibran(1883-1931), Lübnanlı felsefe yazarı, romancı, şair, ressam, hakikat arayışındaki bir bilgedir. Asi Ruhlar (Spirits Rebellious ,1908), Kırık Kanatlar (Broken Wings, 1912), Deli (The Madman, 1918), Haberci (Forerunner,1920), Ermiş (The Prophet,1923), Kum ve Köpük (Sand and Foam, 1926), İnsanoğlu İsa ( Jesus, the son of man, 1928), Dünya Tanrıları (The Earth Gods, 1931), Avare (The wanderer, 1932), Ermişin Bahçesi ( The Garden of the Prophet, 1933) ”sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam 16 eser”inden[1] bazıları. Bu eserlerden Ermiş’in özelliği onun tüm eserlerinin özünü taşıyor olmasıdır. Ermiş, yazarın İngilizce yazdığı eserlerinden biri. Türkiye’de Ermiş adıyla yayımlanan The Prophet’in tam karşılığı ‘nebi’ anlamına gelmektedir. Eserde üç kahraman vardır: Ermiş, Mustafa; Orfales ve Mitra. Orfales isminin seçilmiş olması, “tarihte mekansız ama ruhuyla ve insanlarıyla her coğrafya ve iklimde mevcut bir şehir olması” veya Yunanistan’a Trakya’dan gelen, Antik Yunanlı ezoterizmi savunan bilge “Orfe”[2]nin kastedilmiş olmasıdır yani Batı’ya Doğu’nun bilgeliğini öğreten bir bilge. Ermiş kimdir? Hz. Muhammed mi, İsa Mesih mi? Bu sorunun net bir cevabı yoktur. Ama yazarın “Göğsümün bir tarafında İsa, diğer tarafında Muhammed oturur.” sözü aslında bir nev’i bu soruya cevaptır. İsimler değişse de, kaynağın aynılığını düşünürsek, bu sorunun cevabı önemini kaybeder. Mitra, kadın kahraman olarak, bu kaynaktan gelen bilginin algılanmasındaki kültürel arası değişimlerle karşılaşılan diğer dinleri simgelemektedir: “Roma paganizmi, Hinduizm, Zerdüştizm, Maniheizm”[3] “Doğu’nun Nietzsche’si olarak adlandırılan Cibran’ın en ünlü eseri olan “The Prophet”, El Mustafa adındaki bir kâhinin on iki sene kaldığı Orphalese şehrinden ayrılıp evine gitmek üzereyken, Orphalese halkı tarafından durdurulması üzerine halk ile arasında geçen; aşka, evliliğe, çocuklara, yemeye ve içmeye, çalışmaya, sevinç ve kedere, suç ve cezaya, yasalara, özgürlüğe, acıya, vs. dair yirmi altı adet konuşmadan oluşmaktadır.”[4] On iki senelik bu kalışın ardından hasat ayı Eylül’ün yedinci gününde gemisini beklerken başlar eser ve bu bölümde Ermiş’in içsel yürüyüşü ile başlar: Şehirden ayrılacak olmasının hüznü, kalmanın kalıplaştıran donuklaştırıcılığı, esîrî yalnız aramanın mecburiyeti… Ruhu, çevresine toplanan insanlarla konuşmaya başlar ve buradaki tespit çok önemlidir, eseri maddi düzlemden manevi düzleme taşır. Çünkü Ermiş, “Ne kadar sık yelken açtınız rüyalarımda. Ve şimdi uyanıklığımda geldiniz, daha derin rüyamda.”[5] diyerek hakikate açılmış ruhuna mekan olarak rüyayı seçmiş(Ölüm’e Dair adlı bölümde de düşleri ebediyetin kapısı olarak nitelemektedir)[6], dünya hayatını uyanılması gereken bir rüya olarak düşünerek hakiki mekanı başka bir düzleme taşımıştır. Ayrılığın/vedanın, toplanma günü olduğu bu an, sanki Ermiş’in dünyadan ayrılışının/kendi hasat gününün simgesidir. İnsanlara verebileceği her şey, metaforik anlamda kendisinin de “Fenerimi kaldırışımda gerçekten bir onur varsa onun içinde yanan benim alevim değil. Yukarı kaldıracağım fenerimi, bomboş ve karanlık. Ve gecenin bekçisi yağla dolduracak ve hem de yakacak onu.”[7] dediği gibi, kendisinden değildir. O bir fenerdir ama ışığı başka bir yerden gelmektedir. Şehirdeki insanlar ayrılmasını istememektedirler, onlara cevabı şudur: “Ve hep olmuştur, sevgi ayrılık ânına kadar kendi derinliğini bilmez.”[8] Üzülse de gidecektir. Yanına ilk Mitra gelir, ona iman eden ilk insan, bir kâhine ve ondan kendilerine, hakikatten, doğum ile ölüm arasındaki Ermiş’e gösterilen her şeyden bahsetmesini ister. Bu soru ile cevaplar başlar ve kavramlar tek tek yeni anlamlar kazanır, eser sona değin soru-cevap yöntemi ile ilerler. Eserdeki kavramlardan ilki aşktır. Aşk’a Dair: İnsanı üryan kılan, taçlandırırken çarmıha geren, insanın, kalbinin esrarını öğrenebilsin ve Hayat’ın kalbi olabilsin diye Allah’ın kutsal ziyafetine kutsal ekmek kılan ateştir aşk. Aşkın sadece hazzını arayanların denememeleri gereken bir alandır. Korkarak varılamayacak olan. Çünkü aşk, kendinden başka hiçbir şey almadığı gibi kendinden başka da hiçbir şey vermez. Ne sahip olabilirsiniz ne de o size sahip olur. Aşkta hedef,’ Allah benim kalbimde, değil; ben, Allah’ın kalbindeyim’, demektir. Aşk, yönlendirilemeyen, ancak lâyık olursanız, sizin seyrinizi yönlendiren, sadece kendisini gerçekleştirmek isteyendir. Aşk hakkında devam eder tespitleri ama özetle, tek cümle yeter aşkı anlatmak için: “Zira aşk kâfidir aşka”[9]. İkinci kavram, evliliğe dairdir ve gene Mitra tarafından sorulur: Evlilik’e Dair: Evlilik, birlikteliktir ölüm gününe değin ama bu birliktelikte insan araya mesafeler koymalıdır. Bunu da şöyle açıklar: “Birbirinizi sevin, ama aşkı bir sözleşmeye çevirmeyin… Birbirinizin kâsesini doldurun ama aynı kâseden içmeyin. Şarkı söyleyin ve raks edin birlikte ve pür neşe olun, fakat bırakın her biriniz bir başına olsun. Tıpkı, aynı nağmeyle titreşiyor olsalar da bir udun tellerinin tek başlarına olmaları gibi. Gönüllerinizi verin, fakat diğerinin himayesine değil. Çünkü gönüllerinizi ancak Hayat’ın eli kavrayabilir…”[10] Birlikte olunmalıdır ama nasıl bir mabedin sütunları ayrı ayrı duruyorsa, evlilik mabedinde de sütunlar aynı mabedin içinde ama ayrı ayrı olmalıdır. Ruh ve gönlü ancak daha yüce bir el kavrayabilir. Meşe ağacı ile selvi nasıl birbirinin gölgesinde serpilemezse, insan da araya belli bir mesafe koymak zorundadır. Üçüncü kavram, çocuklara dairdir ve kucağında bebek olan bir kadın tarafından sorulur: Çocuklar’a Dair: Çocuklar anne baba vasıtasıyla dünyaya gelirler ama onlara ait değildir. Anne baba çocuğuna sevgisini verebilir ama düşüncelerini veremez; bedenlerini barındırırlar ama ruhlarını değil; onlar gibi olabilir ama kendilerine benzetmeye çalışmamalıdırlar, diyerek ileri doğru akan hayatta kendinden uzağa giden evladı memnuniyetle uzağa göndermeyi tavsiye eder. Çünkü ancak böyle, evlat anne baba sevgisiyle yolculuğuna devam edebilecektir. Dördüncü kavram, vermeğe dairdir ve zengin bir adam tarafından sorulur: Vermek’e Dair: Gerçek vermek mal ile değil, insanın kendisinden vermesidir. Mal, yarın onlara ihtiyaç olabilir kaygısıyla insan tarafından saklanan ve korunan bir şeydir. Korunan bu mallar, bir köpeğin izsiz kumlara kemik gömmesinden başka bir şey değildir Ermiş’e göre. İhtiyaç kaygısı ihtiyacın kendisinden başkası olmamalıdır. Vermek kiminde şöhret içindir, kimi neşeyle verir, kimi ıstırapla, kimi de ne ıstırap duyar ne neşe ne de erdem için verir. İşte bu veriş, Allah’ın elleri aracılığıyla konuşmasıdır ve Allah bu insanların gözlerinin ardından gülümser. Vermek güzeldir, ama gecikmeden ve istenmeden. Verirken verdiğiniz kişi buna layık mı diye düşünmek yerine, vermeye layık mıyım şeklinde düşünerek. Veren insan değildir çünkü. Alıcılar ise -herkes alıcıdır-, minnetin ağırlığını yüklenmemeli, kendine boyunduruk vurmamalıdır. Almak, topraktan ve Allah’tandır. İnsan bunu hediye olarak kabul etmelidir. Beşinci kavram, yemek ve içmeğe dairdir ve yaşlı bir han sahibi tarafından sorulur: Yemek ve İçmek’e Dair: Yemek yemek için hayvanların kullanılması Ermiş’in çok istediği bir şey olmasa da, madem öyle, bu bir ibadet eylemi olmalıdır, demektedir. Yemek için öldürürken, öleceğini bilmelidir insan ve yediği şeyin, bedeninde yaşayacağını fark etmelidir. İnsan, kendi bedeninin de tıpkı bir bağdaki üzümler gibi derleneceğini ve bu şarap gibi ezeli fıçılarda saklanacağını anmalıdır yerken ve içerken. Altıncı kavram, çalışmağa dairdir ve bir rençber tarafından sorulur: Çalışmak’a Dair: Çalışmak, sonsuzluğa doğru haşmetle ve vakur bir tevazuyla seyreden hayat kafilesinin içinde kalmak, uyum içinde olmaktır; lanet ya da felaket değil, alın teridir. Alınteri ile çalışmada Allah’a ulaşan bir yol vardır: ‘Her işi kendin için yapıyormuş gibi’ çalışmak. Bu noktada mermeri yontmakla tarla sürmek arasında hiçbir fark yoktur. İnsan işi aşkla yapmalıdır, kerhen çalışmamalı ve işi yarım yamalak yapmamalıdır. Yedinci kavram, neşe hakkındadır ve bir kadın tarafından sorulur: Neşe ve Keder’e Dair: Neşe maskelenmiş kederdir. Önce keder veren şey, sonra insana neşe verir. Kederli olduğunda, insan, daha önce mutlu olduğu şey uğruna gözyaşı döker. Ne neşe kederden büyüktür, ne de keder neşeden. Ayrılmaz bir bütündürler ve birlikte gelirler. Burada bu ayrılmazlığı şöyle ifade eder : “Birlikte gelir onlar ve biri sizinle sofranıza tek başına oturduğunda hatırda tutun ki diğeri yatağınızda uyumakta.” [11] İnsan terazi misali kederi ile neşesi arasında asılıdır ve yalnızca insan boş olduğunda durgun ve dengeli olur. Ama bu terazi, neşe ve kederin yükselip alçaldığı bir terazidir. Sekizinci kavram, evler hakkındadır ve bir duvarcı tarafından sorulur: Evler’e Dair: Evler, korkularıyla ataların insanları bir araya topladığı ve onları vadilerden, ormanlardan, çayırlardan uzaklaştırdığı, sürgülü kapılarla insanı refah ihtirasına ve efendi’liğe sahip kılan mekanlardır. Diriler için ölüler tarafından inşa edilen türbelerdir. Ruhun tutkusunu öldüren, sırrı kuşatmayan, hasreti dindirmeyen ve insanın içindeki sınırsıza ulaşmada engeldir evler. Bu yüzden, rahat içinde rahatsız olanlar, bu tuzağa düşmemeli ve ehlileştirilmeye karşı koymalıdır. Dokuzuncu kavram, elbiseler hakkındadır ve bir çulha tarafından sorulur: Elbiseler’e Dair: Elbiseler güzelliğin çoğunu örten ama güzel olmayanı saklayamayandır. Kıyafetler, mahremiyet özgürlüğüdür ama aynı zamanda bir prangadır. Çünkü edep, saf olmayanların gözlerine karşı bir kalkandır. Saf olmayan kalmadığında edep bir zihin kirlenmesinden başka bir şey değildir. Asıl elbise ‘hâyâ’dır der kısaca. Onuncu kavram, alım ve satım hakkındadır ve bir tâcir tarafından sorulur: Alım ve Satım’a Dair: Alım ve satım sevgiyle ve müşfik bir adaletle olmalıdır, bu olmadığında kimi insan tamaha sürüklenecektir. Değer, değerle mukayese edilmeli, terazi doğru olmalı ve herkes dolu ellerle pazardan ayrılmalıdır. On birinci kavram, suç ve ceza hakkındadır ve bir hâkim tarafından sorulur: Suç ve Ceza’ya Dair: Suç, insanın kendine karşı işlediği bir hatadır. Onun ilah-benliği kirletilemez olsa da sadece bu kısımdan oluşmaz insanoğlu. İnsanın içinin çoğu insan olsa da, insan olmayan kısmı da vardır ve Ermiş, insan tarafına dair konuşur burada. Hata bireye değil, topluma aittir ve bunu şu cümlelerle açıklar: “Ve nasıl tek bir yaprak bütün bir ağacın sessiz bilgisi olmadan sararmazsa, / Aynen hata işleyen de hepinizin gizli iradeleri olmaksızın hata işleyemez.” Suçu işleyen kadar, suça maruz kalan da kabahatlidir. “Ve temiz elli, mücrimin yaptıklarından aklanmış değildir.” [12] İnsanlar haklıyı haksızdan hayırlıyı şerirden ayıramaz ve sadece fiil olarak bir şeyi yapmak kadar bunu ruhen de yapmak aynı şekilde suçtur. On ikinci kavram, kanunlar hakkındadır ve bir avukat tarafından sorulur: Kanunlarımız’a Dair: Kanunları koymak insan için keyifli olsa da, onları çiğnemek daha keyifli gelir. Kanunlar asla hayatın eğlencesini kaçırmak olmamalı ve kanunlar, kişilere ait bir boyunduruk anlamına gelmemelidir. Bu tarz insanlar, güneşe sırtını dönen, sadece kendi gölgelerini görüp bu gölgeyi kanun kabul edenlerdir. Ve güneşin işlevi sadece gölge yaymaktır, yani hayatı sadece kendi çizdikleri kanunlar çerçevesinden görenlerdir. İnsan bu boyunduruğa kendini hapsetmemeli ve önünde eğilmemelidir. On üçüncü kavram, özgürlük hakkındadır ve bir hatip tarafından sorulur: Özgürlük’e Dair: İnsan kendine ve özgürlüğüne tapınır ve bu özgürlük kişinin boyunduruğu ve takındığı kelepçe olur. İnsan ancak özgürlükten bir hedef ve tatmin olarak bahsetmeye son verdiğinde özgür olabilir. İnsanın özgür hale gelebilmek için atmak istediği kendi benliğinin parçalarıdır. Özgürlük farklı durumlarla karşımıza çıkar ve bu, bir kanunu ortadan kaldırmaksa, bu kanunu yazan gene insanın kendisidir. Tahttan devirmek istenen bir despotsa, önce kişi kendi içinde o kişinin tahtını yıkmalıdır. Bir zorba, özgür ve gururlu birine hükmedemez, eğer o kişinin kendi özgürlüğünde bir zorbalık yoksa ve kendi kibrinde bir utanç. Aslında her şey, arzu ve korku, iğrenilen ve aziz tutulan insanın varlığının içindedir. Yani, bir şeyi def etmek istiyorsa kişi, onu önce kendi içinden yok etmelidir. On dördüncü kavram, akıl ve tutku hakkındadır ve bir vâize tarafından sorulur: Akıl ve Tutku’ya Dair: Akıl ve muhakemenin, tutku ve iştihâların savaş meydanı, ruhtur. Bu ruhun dümeni ve yelkeni ise, akıl ve tutkudur. İnsan bu dümene ve yelkene muhtaçtır. İkisinden biri diye tercih yapılmamalıdır. Akıl, tek başına sınırlayıcı; tutku ise, insanın mahvına neden olan bir ateştir. Birine diğerinden daha fazla hürmet gösterilmemelidir. On beşinci kavram, ıstırap hakkındadır ve bir kadın tarafından sorulur: Istırap’a Dair: Istırap, idraki bürüyen kabuğun çatlamasıdır, bu yüzden insan, ıstırabı tanımalıdır. Istırapların çoğu insanın kendi tercihidir, bu tercih insanın benliğini tedavi eden kekre bir iksirdir. İnsan sessiz ve sakince ıstırabı kabul etmeli ve onu Görünmeyen’den bilmelidir. On altıncı kavram, kendini tanıma hakkındadır ve bir adam tarafından sorulur: Kendini Tanıma’ya Dair: İnsan kendi hazinelerini ölçemez, çünkü benlik uçsuz bucaksız bir ummandır. Bu yüzden, insan hakikati buldum değil, bir hakikat buldum demelidir. Ruhun yolunu buldum değil, benim yolumda yürürken ruhla karşılaştım demelidir. Ruh katman katmandır, sayısız taçyaprağına sahip bir nilüfer gibi. Ruh büyüyen ya da tek bir çizgide ilerleyen bir şey değildir. On yedinci kavram, öğretmeye dairdir ve bir öğretmen tarafından sorulur: Öğretme’ye Dair: Bilge, kendi bilgeliğinin evine davet eden değil, kişiye kendi zihninin eşiğine kadar rehberlik edendir. İnsanın basireti kendi kanatlarını başka bir insana ödünç veremez. İnsan Allah’ın ilminde yapayalnız durur, bu yüzden kişi kendisinin Allah tasavvurunda ve dünya telakkisinde yalnız olmak zorundadır. On sekizinci kavram, dostluk hakkındadır ve bir genç tarafından sorulur: Dostluk’a Dair: Dostluk bir ihtiyaçtır, sevgi ve şükranla devam eder, insana huzuru sunar. Dobraca her şeyi konuşabileceğiniz ve ret ve kabul cevaplarını çekinmeden iletebileceğiniz kişidir. Onun susması, onun kalbine kulak vermeyi sona erdirmez, çünkü dostluk sadece kelimelere dayanmaz. Dosttan ayrılmak kederden çok, onun varlığının daha belirgin hale gelmesidir, onda en çok sevdiğiniz şeyin. Dostluktaki tek niyet, ruhun derinleşmesi olmalıdır. “Zira kendi esrarının ifşâsından başka bir şey aramayan sevgi, sevgi değil; ileriye fırlatılan ağdır: ve yalnızca işe yaramaz olandır yakalanan.”[13] Dosta düşen, ihtiyacı karşılamaktır, boşluğu doldurmak değil. On dokuzuncu kavram, konuşmaya dairdir ve bir bilgin tarafından sorulur: Konuşma’ya Dair: İnsan düşünceleriyle barışık değilse konuşur veya kalbinin inzivasına daha fazla dayanamıyorsa ve konuşma başladığında düşünme kısmen sona erer. “Zira düşünce bir sema kuşudur ki kelimelerin kafesinde kanatlarını gerçekten açabilir ama uçamaz.”[14] Konuşma bazen yalnız kalma korkusundandır. Kimi insan bilmeden ve farkına varmadan konuşurken bir hakikati ifşâ eder, kimi ise içindeki hakikati kelimeler olmadan dile getirir. Konuşma, karşılaşılan birini selamlama bile olsa, ruhtan gelmelidir. Yirminci kavram, zamana dairdir ve bir astronom tarafından sorulur: Zaman’a Dair: Zaman ölçülemez ama insan, onu akışını seyredebildiği bir dere gibi görmek ister. İnsanın içindeki zamansız olan, hayatın zamansızlığından haberdardır ve dün, bugünün hatırası, yarın da bugünün rüyasıdır. Zaman, sevgi gibi parçalanamayan ve arşınlanamayandır. İnsan düşüncelerinde zamanı parçalara ayıracaksa, bunu maziyi hatırayla ve istikbali hasretle kucaklayarak yapmalıdır. Yirmi birinci kavram, iyi ve kötüye dairdir ve şehrin ihtiyarlarından biri tarafından so…
Posted on: Thu, 03 Oct 2013 22:07:39 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015