Mustafa Kemal “devrim” mi yapmıştı ? Taner Timur, bu - TopicsExpress



          

Mustafa Kemal “devrim” mi yapmıştı ? Taner Timur, bu yılki TÜYAP Kitap Fuarı’nın “onur konuğu” seçildi. On yıllar süren bilimsel incelemeleriyle bu “ödülü” kesinlikle hak etmiş olan Taner Hoca’yı tebrik ediyoruz. T. Timur, Radikal Kitap’taki röportajında, bu ödülün “uzun yılların ürünü olan çalışmalarının, yorumlarının daha çok ilgi görmesine, daha çok tartışılmasına” vesile olmasını diliyor. Bu dileği de paylaşıyoruz. Taner Timur, tarih ve toplum bilim çalışmalarında materyalist diyalektik yöntemi kullanan bir bilim insanıdır. Ancak, Kemalizmle Marksizm arasında gidip gelmesi, onun fikri tutarlılığını zayıflatırken, Kemalizme verdiği tavizler de çalışmalarındaki bilimsel nesnelliğini kemirmektedir. Bu kısa yazının sınırları içinde, bunun güncel bir örneğini tartışacağız. Taner Timur, en son kitabı “Marks, Engels, Osmanlı Toplumu” (Yordam Yayınları, 2013) içinde Marksizmin ustalarının, özellikle Kırım Savaşı sonrası dönemde Osmanlı’ya dair tespitlerini, analizlerini ele almaktadır. Marks ve Engels, Mithat Paşa’nın reformlarını desteklemiş, Osmanlı’daki Hristiyan ve Müslüman halkları eşitleyecek bir Medeni Kanun’un Osmanlı’nın yenilenmesinin ve ayakta kalmasının yegane yolu olduğunu tartışmışlardır. Osmanlı’nın Avrupa’daki sömürgelerinin Rusya Çarlığı himayesinde bağımsız devletlere dönüştüğü bu dönemde, Avrupa gericiliğinin merkezi olan Çarlığı güçlendiren bu sürece karşı Osmanlı’nın Hristiyanları eşit yurttaşlar haline getirmesini öngörmüşlerdir. Taner Timur, kitabında bu görüşlerden alıntılar yapıyor. O dönemde Osmanlı Avrupa’sında 13 milyonluk bir nüfus vardır ve “1 milyon Türk, 12 milyon Hristiyan’a şeklen hükmetmektedir.” (Engels) Avrupa topraklarındaki “Türk hegemonyası”, artık Hristiyan sermayedarlara çalışan Müslüman halkın “hayali üstünlüğü”nden başka bir şey ifade etmiyordu. Rus Çarlığı, Balkanların Slav halklarının bağımsızlık kavgalarını destekliyor, bu yeni devletleri fiilen kendi egemenliği altına alıyordu. İngiliz ve Fransız devletleri bir yanda, Rusya diğer yanda Osmanlı sömürgelerini paylaşma savaşına girişmişlerdi. İşte bu koşullarda Marks ve Engels, Rusya karşısında gerileyen Osmanlı’nın farklı inançlardan halkları eşitleyen bir Medeni Kanun çıkartması olasılığı üzerinde durdular. Burada (bir “devrim” değilse de) ileriye doğru bir adım atılması potansiyelini gördüler. Marks’ın 15 Nisan 1854 tarihli makalesinde işaret ettiği, işte bu olasılıktır: “Eğer Şeriatın yerine seküler bir Medeni Kanun (Code Civil) koyarsanız, tüm Bizans toplumunu (Osmanlı Devleti kast ediliyor, TT) batılılaştırmış olursunuz.” (Aktaran, age, sf. 28) Tam da burada Taner Hoca bir dipnot düşüyor, aynen şöyle: “Bu devrim, ancak yetmiş iki yıl sonra, Mustafa Kemal Atatürk tarafından gerçekleştirilecektir.” (abç.) Taner Hoca, bu fikrini Radikal Kitap’a verdiği röportajda da; “Bizde asıl devrim 1926′da Medeni Kanun’un kabulü ile oldu; çağdaş vatandaş statüsü böyle yaratıldı” sözüyle sürdürüyor ve derinleştiriyor. Marks’ın ilerici bir reform olarak gördüğü şeyin Taner Timur’da “devrim”e dönüşmesini şimdilik bir kenara bırakalım. Fakat, gerçekten de M. Kemal, Marks’ın öngördüğü tarihsel rolü mü oynamıştır? Marks’ın 1854 Osmanlısı için öngördüğü Medeni Kanun biçimi altında, esasen Hristiyan ve Müslüman halkların (kuşkusuz yasa önünde) eşitliğiydi. Ancak bilindiği gibi, tarih bu yönde ilerlemedi. Osmanlı bu reformu yapmadı. Aradan geçen “yetmiş iki yıl”da başka şeyler oldu. Osmanlı Avrupa’sı tümüyle bağımsızlığını kazandığı gibi, Anadolu’daki Hristiyan halklar da (başta Rumlar ve Ermeniler) sayısız katliam ve sürgünle karşılaştı. 1915 Ermeni soykırımıyla, Anadolu’da Ermeni nüfusu 1,2 milyondan 200 bine düştü. Rumlar, hem savaş öncesi zorla göçertmeler, hem de savaş esnasındaki çete katliamlarıyla kaçırtıldı. İşte Kemalistler, Hristiyan halklara karşı böyle bir katliam ve sürgün mirasını devraldılar. Ve ne yapıtlar? İttihatçıların sürgün ettiği Anadolu Ermenilerini geri mi çağırdılar? 1915 soykırımının yaralarını mı sardılar? Rumlarla eşit, kardeşçe bir ilişki mi kurmaya çalıştılar? Hayır, tam tersine. Kurtuluş savaşı yıllarında, Topal Osman çetelerinin Karadeniz’de Rum halkına yönelik katliamlarını desteklediler. İzmir’i geri alarak büyük İzmir Yangını’nı çıkartarak Rumları şehirden göçerttiler, mallarına el koydular. Nihayetinde, mübadele ile İttihatçıların başlattıkları Anadolu’yu Türkleştirme ve İslamlaştırma programını tamamladılar. Mübadele ile sadece Batı Anadolu’da 300 bin Rum, Yunanistan’a sürgün edildi. Kemalistler, Cumhuriyet’in kuruluşu döneminde yeni Türkiye’de yaşamak için başvuran (Kırım bölgesindeki) Gagavuz Türklerini dahi -Hristiyan oldukları için- reddettiler. Yani; 1926′da Medeni Kanun ilan edildiğinde, bu, Marks ve Engels’in öngördüğü tarihsel çerçeveyi, yani Hristiyan ve Müslüman halklar arasında eşit yurttaşlığı yaratmak rolünü oynamadı. Zaten artık Hristiyan veya Yahudi nüfus, birkaç yüz bine düşürülmüştü. Bunlar da “milli ekonomi” adı altında malları talan edilerek, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarıyla baskı altına alınıp ezilerek, 1934 Trakya olaylarıyla göçertilerek, 1941′de kurulan Amele Taburları’yla kölece çalıştırılarak, 1942′de Varlık Vergisi’yle devlet eliyle soyularak, 1955 6-7 Eylül katliamıyla kaçırtılarak, mülksüzleştirildi ve sürüldü. Bütün bu vahşete rağmen Anadolu toprağına tırnaklarını geçirip kalmayı başarabilen ve sayıları ancak on binlerle ifade edilen Rum ve Ermeni toplulukları ise “soy kodu” ile fişlenerek, “Azınlıklar Tali Komisyonu” eliyle kişisel olarak izlenerek zindansı bir hayat sürmeye zorlandılar. Herhalde böyle bir hayat, “çağdaş vatandaşlık” statüsü olarak nitelenemez. Dolayısıyla, Marks’ın 1854′te Müslüman ve Hristiyan halkları eşitlemenin, böylelikle Hristiyan halkları ikinci sınıf statüsünden özgürleştirmenin, Müslüman halkları ise, kendilerini aldatmakta kullanılan “hayali üstünlükleri”nden kurtarmanın aracı gördüğü Medeni Kanun reformu ile Hristiyan halkların katledilmesi ve sürülmesiyle damgalı on yılların ardından gelen 1926 Medeni Kanunu’nun “tarihsel rol” bakımından hiçbir ilişki benzerliği yoktur. 1926′da getirilen Medeni Kanun’un, Anadolu’da kalan Müslüman halklar bakımından eşitliği ne ölçüde sağladığı ise başka bir sorundur. Zira Kemalist burjuvazi, sadece inançlar açısından değil, ulusal kimlikler açısından da tekçiydi. Bütün halklar, zorla Türkleştirilmeye çalışıldı. Kemalist Cumhuriyet, ne Kürtlere, ne Çerkeslere, ne Lazlara, ne Araplara sadece ve sadece Türklere “vatandaşlık” statüsü getirdi. Millet-i Hakime Türk-Sünni (Hanefi) kesim oldu. Yine, Alevi inancından halklar, belki Osmanlı’daki kadar değil, ama yine de inançlarını yasaklı ve gizli yaşadılar. Doğu’nun Süryani, Asuri, Ezidi inançlarından halkları büyük baskılar yaşadılar. Neticede, Taner Hoca’nın “büyük devrim” saydığı 1926′dan 87 yıl sonra, bugün, halen bütün bu kesimlerin “eşit yurttaşlık” talebi tüm yakıcılığıyla gündemdedir. 1926′da getirilen laiklik, dolayısıyla, esasen Türk-Sünni çoğunluğa yönelikti. Onları bir “devlet dininin” disiplini içinde tutmaya yönelikti. Başlıca kurumu ise Diyanet İşleri Başkanlığı’ydı. Taner Hoca, Radikal Kitap’taki röportajında laik cumhuriyetin bir “zor eylemiyle” yerleştirildiğini ve Marksizmin “tarihte zorun rolünü tanıdığı” belirtiyor. Laikliğin “zorla” yerleştirildiğine şüphe yoktur. Ancak bu zorun hedefi, feodal toprak ağaları ve feodal üretim ilişkileri değildi. Aksine, onlar, Kemalistler tarafından sıkıca korundu ve kollandılar. Dolayısıyla, nüfusun ezici çoğunluğu da köylerde, feodal üretim ilişkilerinin cenderesinde kaldı. Ağaların sömürüsüne, hiç eksik olmayan jandarma dipçiği ve vergiler eşlik ediyordu. Kemalistlerin “devrimleri” yoksul halk kitlelerinin toplumsal koşullarını dönüştürmeden, onların bilinçlerini dönüştürmeyi hedefledi. Şapka “devrimi” vb. zorbalık eylemleri tam da dindar, yoksul halk kitlelerini hedef aldı. Dolayısıyla, hep tepeden ev içi boş kaldığı gibi, yoksul kitleler de Kemalistlere karşı büyük bir nefret biriktirdi. Fransız Jakobenleri, toprak aristokrasisini giyotine göndermişti, Kemalistler ise şapka takmayan köylülerin başını vurdu! Bu yoldan, kendisini “Müslüman” olarak tanımlayan halka, Türklük bilinci ve kimliği zor yoluyla benimsetildi. Bunun da, günümüze değin uzanan “laik-İslamcı” çelişkisinin ve çatışmasının tarihsel kökü olduğu saptanabilir. Sonuç olarak; 1926 Medeni Kanunu, Marks’ın öngördüğü tarihsel rolü oynamanın dışında, eşitlikçi ve özgürlükçü de değildi. * Atılım Gazetesi’nin 8 Kasım 2013 tarihli 89. sayısında yayımlanmıştır. ALP ALTINÖRS
Posted on: Sat, 09 Nov 2013 01:59:39 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015