TASAVVUFTA RABITA HAKKINDA KÜÇÜK BİR - TopicsExpress



          

TASAVVUFTA RABITA HAKKINDA KÜÇÜK BİR ARAŞTIRMA Rabıta; Arapça “rabt” kökünden türetilmiş bir kelime olup sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek, ve bağlamak anlamlarına gelir. Arap ülkelerinde (Rabıtat’ul-Udeba) = “Edebiyatçılar Birliği” ve ( Rabıtatu’l-Kurra) = “Kur’an hafızları cemiyeti” gibi adlar altında çeşitli dernekler ve kuruluşlar vardır ki, aynı mesleğe mensup kimselerin belli bir amaçla bu kuruluşların çatısı altında bir araya gelmiş olduklarını ifade etmektedir. Yani bu bileşik adlar içindeki “rabıta” kelimesi, söz konusu birliği anlatmak için kullanılır. (Rabıta, Ferit Aydın, Sh; 17) Konumuz açısından tasavvufi bir terim olarak ifade ettiği özel anlama gelince; “Müridin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını zihninde canlandırması” demektir. Rabıta, Nakşibendi tarikatının kurallarından biridir. Ancak zaman içerisinde kurumlaştırılmış olan rabıtanın, bütün tarikat öncüleri tarafından onaylanmış ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yoktur. Rabıtaya bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşamış olan Nakşibendi şeyhleridir. Bunlardan Halid Bağdadi’ye mal edilen açıklamalarda şöyle denilmektedir; “ Tarikatta rabıta: Müridin, Allah’da fâni olmuş bulunan şeyhinin şeklini sürekli canlandırmasıyla onun ruhaniyetinden yardım istemesi demektir.Bu da müridin edeplenmesi ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da feyiz alabilmesi için lüzumludur. Çünkü mürid, şeyhinin şeklini hayalinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bulunmaktan sakınır. (Halid’i-Bağdadi,Risaletun fi tahkiki’r rabıta, reşahat’ın kenarı, sh, 221) İleri sürüldüğü üzere bu sözler Halid-i Bağdadinin İstanbullu Muhammed Esad Efendiye gönderdiği bir mektupta yer almaktadır. Muhammed Emin Erbili de, “Tenviru’l Kulub” isimli eserinde rabıtayı şu şekilde tarif eder: “Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşide rabıta etmektir. Bu da müridi, kalbini şeyhin kalbine karşı bulundurması, gıyabında bile olsa onun şeklini hayalinde canlandırması; kalbine şeyhin nur okyanusundan feyizlerin aktığını tasavvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü müridin Allah’a ulaşabilmesi için vasıtası odur.” Bu kitabın bariz özelliği ise sade anlaşılır bir Arapça ile yazıldığından dolayı ne anlatmak istediğinin anlaşılmasıdır. Ömer Ziyaeddin Dağıstani ise rabıtayı şu şekilde tanımlar: “…bu da müridin, kalbini Allah’ın peygamberlerinden birine, veya O’nun velilerinden bir veliye, veya hepsinden birine, ya da silsilesi Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ulaşan kamil bir mürşide veya şeyhine, ya da hakkında güzel duygular beslediği üstünlüğünü takdir ettiği birine bütün sevgi ve samimiyetiyle bağlanmasından ibarettir.” (Dağıstani; Tasavvuf ve Tarikatlar ile ilgili Fetvalar, sh; 149,150) Rabıtanın önem kazanmasında büyük rolu olan Abdulhakim Arvasiye gelince, 1923 yılında yazmış olduğu “Rabıta-i Şerife” adlı risalesinde bu tarikat kuralını Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilmiş olarak şöyle tarif eder; “ Rabıta: İlahi zatı sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahade makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.” (Değişik yerlerinde de şu şekilde der; Tatbik edile gelen Rabıta birkaç türlüdür; Birincisi; salik tarafından kamile ve mükemmel sıfatlarına layık şeyhin suretini karşısında tasavvur edip hayal yoluyla iki kaşı arasına bakmak ve suretteki ruhaniyetine yönelmek… bu bakış ve mıhlanışla kendinden geçme, kaybolma hali başlayıncaya kadar rabıtayı sürdürmek…ikincisi; Salikin, kendisini mürşid kıyafet ve heyetinde görmesidir. Mürşidin suretiyle giyimli olmak bakımından bu rabıta şekline “telebbüs rabıtası” ismi verilir… üçüncüsü; mürşidin suret ve heyetini karşısında görüp, onu kalbinin ortasına indirmek, kalbini uzun ve geniş bir dehliz farzederek mürşidi o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor hayal eylemek… ) (Arvasi, Rabıta-i Şerife, Beyazıt kütüphanesi No: 24343 sh.18, Daha geniş bilgi için bkz. Rabıta, Ferit Aydın, ) Gerçek manada mürşid yani insan-ı Kamil kimdir. Bunu da Mehmed Zahid Kotku “Tasavvufi Ahlak” isimli eserinde şöyle diyor; “ İnsanı Kamil Mirat-ı Hak’tır. Her kim Kamil insanın ruhaniyetine basiret gözlüğüyle bakarsa onda Cenab-ı Hakk’ın tecellisini görür. Sıfatının zuhurunu idrak eder.” ( M. Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, Sh. 2/272) Demek ki rabıta; Allah’ın aynası olan ve kendine İnsanı Kamil denilen bu şekilde yarı insan, yarı tanrı ve insanüstü güçlere sahip birilerine yapılır. Dirilere yapıldığı gibi aynı zamanda ölülere de rabıta yapılır. Arvasi, “Mezarlara Rabıta Keyfiyeti” başlığı altında daha önce zikretmiş olduğumuz eserinde şöyle der; “ Mezar ziyaretçisi mürid, nefsini her türlü dış alakadan boşaltır. İçini dünya kayıtlarından uzaklaştırır. Kalbini ilimler ve nakışlardan ve hadiselere bağlı duygulardan çekip çıkarır. Ziyaret ettiği mevtanın ruhaniyetini hissi keyfiyetlerden mücerred bir nur farz eder. O kabir sahibinin feyizlerinden bir feyiz ve hallerinden bir hal zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutar….. feyiz istekçisi ziyaretçi, feyiz vericinin kabrine yaklaşıp selam verir. Mezarın ayak ucuna yakın sol tarafına durur. Ona karşı hayattaki tavrını muhafaza eder. Bir fatiha ve on ihlas-ı şerife okur.Sevabının mislini mevtaya hediye eder. Sonra çöker oturur. Feyiz almak için kabirdeki mevtanın ruhaniyetine teveccüh eder.” (Arvasi,Rabıta-ı Şerife risalesi, sadeleştiren, N.Fazıl Kısakürek,Sh.23) Oysa Allah ölüler hakkında, ölülerin duymadıkları ve konuşmadıklarını bildiren şu ayetleri indirmiştir; “ Eğer biz onlara melekleri indirseydik ölülerde kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik. Allah’ın diledikleri hariç yine de iman edecek değillerdi. Fakat bir çoğu bu hakikati bilmezler.” (En’am;6/111) , “Şüphesiz sen ölülere işittiremezsin….” (Neml;27/80) “ çünkü sen ölülere işittiremezsin..” (Rum; 30/52) Dirilerle ölüler bir olmaz. Doğrusu Allah dilediği kişiye işittirir. Ama sen kabirlerdekilere işittirecek değilsin. (Fatır;22) Aynı zamanda Onlar kendilerine rabıta yapılıp istiğase için medet umulan –gerçek salih- kimseler kendilerine ibadet edilmesine İsa (AS)’ın karşı çıktığı gibi karşı çıkacaklardır. Ayette şöyle buyuruluyor; “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara Allahı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin? dediği zaman o, (şöyle) söyledi: Seni tenzih ederim (ya Rab), hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan (her) şeyi sen bilirsin. Ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz ki gaybleri hakkıyla bilen sensin sen. “Ben onlara senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim, (dediğim hep şu idi): Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allaha kulluk edin. Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehbân [gözetleyici] yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahitsin. ( Maide116-117 ) Evet, bu ayeti kerimeler ölen bir peygamberin bile kendi ümmetinin fertlerinin yaptıkları amelleri bilemeyeceğini ifade etmiş iken, Tarikat şeyhleri ve onlara tabi olan kimseler “Veli” bildikleri ölen kimselerin ruhlarının bir “Tığ’ı üryan” yani kınından çekilmiş bir kılıç gibi olacağını iddia etmişlerdir. Bu iddia sahipleri makamlarının İsa (AS) dan daha üstün olduklarını mı söylemeye çalışıyorlar. Öldükten sonra bir peygamber bile ümmetinden haberdar olamıyor ve “Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde gözetleyici yalnız sen oldun.” diyerek ilmi Allah’a havale ederken, bunlar ise şeyhlerinin tasarrufta bulunacaklarını iddia etmişlerdir. Buna benzer sözleri ve fiilleri hemen her son dönem tarikat şeyhlerinin yazmış oldukları kitaplarda bulabiliriz. “Mezarlara rabıtayı” kanıtlamak için ise; “İşlerinizde güçlükle karşılaştığınız, kararsız olduğunuz zaman, kabir ehlinden yardım isteyiniz” haberini, uydurarak kendilerini meşru göstermeye çalışmışlardır. Oysa bu haber ne senet ve ne de metin yönünden asla sahih değil, bilakis uydurma bir haberdir. Güvenilir hadis kitaplarının hiç birinde bu haber geçmemektedir. Bunu İbni Kemal “Erbain” isimli kitabında rivayet etmiş ve kendince sahihleyebilmek için bir sürü felsefi izahlara girişmiştir. Oysa hadislerin sahih olabilmesi için bu felsefi kritiklerden daha ziyade senet ve metin açısından tenkid kritiğine tabii tutulması konusunda icma edilmiştir.Ancak sufi meşrepli kimseler gece odun toplayıcıları gibi önlerine gelen ve kendilerini destekleyen her habere araştırmaksızın tabi olmuşlar ve itikat ve amellerini de böyle mesnedsiz uydurma ve zayıf hadislere istinad ettirmişlerdir. Bunlara şunu söylüyoruz. Allah’ın Resulu (SAV) şöyle buyurdu; “Kim benim adıma yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın” ( Bu hadis 35’in üzerinde ve 80’e yakın ashabtan rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre, Abdullah İbni Amr, Ali İbni Ebi Talib, Zübeyr İbni Avvam gibi meşhur sahabeler bunlardan bir kaçıdır. Buhari, Müslim, Nesei, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace, Ahmed, Müsnedde ve diğerleri bu o kadar meşhur bir hadistir ki, alimlerimiz mütevatir hadise örnek olması bakımından her zaman bu hadisleri örnek olarak vermişlerdir.) Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye yukarıda zikretmiş olduğumuz hadis hakkında şunları söylemiştir: “ Hadis ilmine vakıf insanların icmaına göre bu hadis Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem ) ‘e iftira yoluyla uydurulmuş yalan bir hadistir. Alimlerden hiç kimse böyle bir şey rivayet etmemiştir, güvenilir hadis kitaplarında da böyle bir şey yoktur” ( Kaidetu’n Celiletu’n fi’t-tevessu’l ve’l-vesile, sh, 267. Kitabın tahkikçisi Rabî bin Hâdî el-Medhâli dedi ki; “ Ben bunu araştırdı ve sadece Aclunî’nin Keşfu’l Hâfâ isimli eseri c.1, sh, 85 te şu lafızlarla buldum: “ Ne yapacağınızı bilemez şaşkın bir duruma düştüğünüz zaman kabir ashabından (ölülerden) yardım isteyin” Acluni bunu h. 940 yılında vefat eden İbni Kemal Paşa’ya nisbet etmiştir.” Bizde şunu ekleyelim ki bu uydurma söz ondan önce de bulunuyordu. İmam İbni Teymiyye, İbni Kemal’den önce yaşamıştır. İbni Kemal de her halde bunu başka bir kitaptan almıştır. Demek ki diğer aslı olmayan bazı hadislerin bazı cahiller ve halk arasında meşhur olması gibi bu da meşhur olmuştu.) Bu konuda ve istiğase konusunda da dayanmış oldukları bir kısım hadisler vardır ki onları da kısaca beyan etmekte faide görüyorum. Bu haberlerden haberimizin olmadığı sanılmasın. Taberani “Kebir”inde senediyle birlikte şu hadisi rivayet eder; Utbe bin Ğazvan’dan Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “ Sizden biriniz, kimsenin bulunmadığı bir yerde bir şeyini kaybeder veya birinden yardım isterse şöyle dua etsin: “Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin, Ey Allah’ın kulları bana yardım edin, Ey Allah’ın kulları bana yol gösterin.” Allah’ın öyle kulları vardır ki onları göremeyiz.” Mecmauz’z-Zevaid kitabının müellifi bu hadisin senedi hakkında şöyle der: “ Seneddeki ravilerden biri zayıf olmakla birlikte, diğerleri sika ravilerdir. Ancak Yezid bin Ali Utbe’ye ulaşmamıştır. Yani hadis mürseldir. Bilindiği gibi mürsel hadis zayıf hadis çeşitlerindendir. Ve böylesi munkatı mürsel hadislerle değil itikadi bir konu, ameli konularda bile delil olmazlar. Ebu Ya’la ve Taberani “el-Kebiri’inde yine şöyle bir hadis rivayet eder. “Mecmau’z-Zevaid” sahibi hadisin senedindeki Ma’ruf bin Hasan’ın zayıf olduğunu söylemiştir. İbni Mes’ud (RA) Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu rivayet eder; “ Sizden birinizin hayvanı çölde kaybolursa Ey Allah’ın kulları yol gösterin diye nida etsin” Allah’ı yeryüzünde hazır kulları vardır. Ona yol gösterirler.” Yine; Mecmau’z-Zevaid müellifinin ravileri hakkında güvenilir dediği Taberani ve Bezzar’ın İbni Abbas (RA) dan Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e merfuan rivayet ettiği hadiste “ Hafaza meleklerinin dışında Allah’ın yeryüzünde melekleri vardır. Bunlar ağaçtan düşen yaprakları yazarlar. Sizden biriniz bir çölde yolunu kaybetse “Ey Allah’ın kulları bana yardım edin “ diye nida etsin.” Mecmau’z-Zevaid sahibi her ne kadar güvenilir demiş ise de alimler bu hadisi de tenkid etmişlerdir. Zaten bu hadisin ravilerini güvenilir görenlerde hasen konumuna çıkarmışlardır. Öyle olsa bile buradaki kulların melekler olduğu tahsis edilmiş olup asla ölülerden veya evliya denen kimselerden yardım isteneceğine dair delil olarak ileri sürülemez. Eğer diğer hadislerde hasen veya sahih olmuş olsalar idi, bu hadis onlardaki müphemliği giderilmiş ve oradaki yardım istenen kulların Allah’ın melekleri olduğu bu hadisle tahsis edilmiş olur idi.Ancak hadis zayıflıktan müstağni değildir. Görüldüğü gibi bu hadisler dayanaktan yoksun zayıf hadislerdir. Bu hadislerle alimlerimiz değil itikadi konulara delil olarak ileri sürmeleri bu hadislerle ameli konularda bile delil olmaz demişlerdir. Allah en doğrusunu bilir ve Allah doğruların yardımcısıdır. Şirkin kalplerden iyice silinip yerleşmesi açısından önceleri kabir ziyaretini yasaklayan ve artık şirk pisliklerinden kalplerinin tevhid nuru ile nurlandığını gören bir peygemberin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar şirkin kapısını açacak bu haberi söylemesi muhaldir. İnsanlar arasında ilk şirk pisliğinin nasıl çıktığı Sahihi Buhari’de geçen ve İbni Abbas (RA) dan gelen “ Kafirler dediler ki; Sakın ilahlarınızı bırakmayın, Vedd, Suva, Yeğus Yeuk ve Nesr’i bırakmayın” Nuh suresinin 23 ayeti kerimesinin tefsirinde şöyle anlatılmıştır: “ İbni Cureyc şöyle demiştir; Ata el Hurasani , ibni Abbas (ra)dan olmak üzere şöyle dedi; Nuh kavmindeki “Vesen” –putlar-ler sonradan Arab kavminde oldu. “Vedd” putuna gelince o Devmetû’l Cendel’de Kelb kabilesinin idi. “Suva” putu Huzeyl kabilesinin idi. “Yeğus” Murad kabilesinin idi, sonrada Yemen’in Sebe şehrinin yanında el-Cevf mevkiinde Gutayf oğullarının idi. “Yeuk” Yemen’li bir kabile olan Hemdan’ın idi. “Nesr” de Hımyer’in Zu’l Kelai hanedanının idi. Bu isimler esasen Nuh kavminden bazı Salih adamların isimleridir. Bu iyi kimseler vefat ettikleri zaman şeytan onların mensup oldukları kavimlerine bunların adlarına hayatlarında otura geldikleri mevkilere bir takım putlar dikin ve onlara bu adamların isimlerini verin diye vahyetmiştir. Onlarda putları dikmişler ve bunlara o iyi kimselerin adlarını vermişlerdir. Bu heykellere ilk zamanlarda ibadet edilmemişdir. Nihayet bunları dikmiş olan nesiller vefat ettikleri ve bunlarla ilgili bilgiler neshedilip unutulduğu zaman cehaletle bunlara tapınmışlardır.” ( Buhari, Kitabut Tefsir, 4920 - Türkçe terc.C 11, Sh, 4936) İşte Şeytan her zaman insanların bu zaaflarını bildiği için bu amelleri kendilerine süslü göstermiş ve insanlarda bu amellerini salih amellerden sanmışlardır. Oysa bu insanlar kendi dinlerinde aldanmışlardır. Dinde olmayan bid’atler ile Allah’a ibadet ettiklerini sanmışlardır. Oysa bir bid’at Şeytana günahtan daha sevimli gelir bu konuda Süfyan es-Sevri (RH) şöyle demiştir; « Bid’at iblis’e, günahdan daha sevimlidir, zira günahdan tevbe edilir, ama bid’at’ten tevbe edilmez » (. el-Lalekâî, 132/1, Ebu Nuaym, Hilye, 26/7, el-Begavi, Şerh’s-Sünne, 216/1.) Bu konuda da Allahu Tela şöyle buyurmuştur; «Kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse » ( Fâtır, 8). Bizim acizane insanlara tavsiyelerimiz; bu dinle alakalı haberlerde zayıf hadisleri, ameli konularda bile ilim ifade etmediğinden dolayı, kıyası tercih eden alimler yetişmişken, itikada taalluk edecek böyle büyük olaylarda ne olduğu bilinmeyen ve hiç de aslı olmayan haberlere istinad edebilirmiyiz. Oysa Allah’u Teala “…eğer doğru iseniz delilinizi getirin”(Bakara,11) demiyor mu? Ama bu konulara delil olabilecek haber nerede?. Oysa, eğer delil olmuş olsa idi böyle bariz ihtilaflar asla caiz olmaz idi. Ve onlara tabi olan ilk kişilerde muhakkak sünnet ilmine vakıf olan kimseler olurlardı. İncelemekte olduğumuz bu rabıta konusunun delillerine gelince ; ya bir uydurma hadise dayanmakta veya konu ile uzaktan, yakından alakası olmayan ayetlerden selefin ve müfessir alimlerimizin anlamadığı bir manayı zoraki çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ve bunları da rabıtanın delilleri olarak saymaktadırlar. Bu delillerden hadis diye getirdikleri bir haberde; Ebu Bekr (RA) Resulullah’ı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tuvalette bile ihtiyacını giderirken hatırından çıkaramadığını söyleyince peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem); Bunun pek önemli olmadığın heber vermiştir” (Bkz,Ruhu’l-Furkan,2/76) Oysa biraz evvel kabirler ile alakalı gelen haberler için zikrettiğimiz her söz bunun içinde geçerlidir. Bu haberin de ne senedi ve ne metni ve ne de her hangi bir hadis kaynağında geçtiği belli değildir. Ancak itimad edilen kaynaklarda geçmediği muhakkaktır. Halid-i Bağdadi, “risaletun fi tahkiki’r-rabıta” adı altında, sırf rabıta konusunda yazmış olduğu eserinde –eğer eser onun ise çünkü bu konuda da bir şüphe vardır- şöyle demektedir. “Ulularımızdan kimisi, tasavvuf terbiyesini gerek kendine, gerekse başkasına uygularken, sadece rabıta ile yetinirdi. Çünkü bu, Allah’da fani olmanın hazırlık aşaması olan şeyhde erimek için en yakın yoldur. Onlardan, rabıtayı Allah’ın şu sözlerine dayandıran da vardır. “Ey İman edenler! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun”(Tevbe,119)” Halid-i Bağdadiye bağlı olan Muhammed Emin el-kürdi rabıtayı kanıtlamaya çalışırken önce şu ifadeyi kullanmaktadır: “ Bu konuda gerek ayet ve gerekse hadis olarak mevcut bulunan deliller ise bilinemeyecek kadar gizlilikte değildirler. Nitekim Allah’u Teala şöyle buyurmaktadır: “Ey İman edenler! Allah’tan sakınınız ve O’na vesileler arayınız….” (Maide suresi,35) Bu delillerle her nasıl ikna olabiliyorlarsa bütün Nakşibendi şeyhleri ve çevreleri bu görüşü paylaşarak bunlarla rabıtayı ispat ettiklerini sanmışlardır. Kimileri bu ayeti kerimeyi “vesile” ye delil getirirken, kimileride bu şekilde rabıtaya delil olarak ileri sürmektedirler. El-Kürdi yine “kişi sevdiği ile beraberdir” hadisini rabıtaya delil olarak göstermiştir. Mustafa Fevzi, “İsbatu’l Mesalik” isimli eserinde: Buhari ve Müslim’in Enes ve Ebu Hureyre (RA) dan rivayet edilen “Beni, çocuğundan, babasından ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe hiç biriniz gerçek manada iman etmiş olmazsınız” hadisini delil olarak ileri sürmüştür. İnsan yeterki bir defa taassuba kapılmamış olsun . İşte bunun gibi bariz hatalara düşülür ve doğru olan şeylerle batıla delil aranır. Bu hadislerden veya ayetlerden Allah’ın temiz akıl sahibi dediği kişilerin rabıtaya delil çıkarması mümkün müdür. “ …Nasıl olup da büyüleniyorsunuz” ( Mü’minun;89) Bununla beraber bu ayet ve hadisleri rabıtaya hangi ilgi ile kanıt diye gösterdiklerini anlamak gerçekten mümkün değildir. Çünkü bir insanın; 1. Bulunduğu mekanı karartarak veya loş hale getirerek 2. Özel “ters teverrük” oturuşu ile hareketsiz oturarak 3. Nefesini kontrol altında tutarak 4. Şeyhinin şeklini zihninde tutarak ve canlandırarak ve “onun ruhaniyetinden yardım dileyerek” ibadet yapması gerektiğine ilişkin, bu ayet ve hadislerin hiç birinde en gizli bir anlam bile yoktur. Bu ise gerçekten çok şaşırtıcı bir meseledir. “Hatmi hacegan ayini”nin “usulu aşere” on kuralından biri olan rabıta müridin üzerinde silinmez izler bırakmakta ve böylece insanın iç dünyasını tamamen fethetmektedir. Bu tarikatta mürid, şeyhinin kulu ve kölesi olmaktan da ötede bütün irade ve benliğinden sıyrılmış, şeyhine kayıtsız ve şartsız teslim olmuş bir alet konumuna düşmüştür. O kadar ki mürid kendisini şeyhinin bir bendesi bir hizmetçisi gibi değil, onun bir köpeği gibi görmektedir.Gümüşhanevi, “Camiul Usul” de sh,140, el- Kürdi, “Tenviru’l Kulub”, sh 528, el-Hani, “el-Behcetus’seniyye” , sh,23 te şöyle diyorlar: “Müridin şeyhe karşı tutumu, ölmüş bir kimsenin, teneşir üzerinde yıkayıcının elleri arasındaki durumu gibi olmalıdır.” Delil olarak ileri sürdükleri ayetlerin tefsirlerine gelince büyük tefsir ulemaları bu ayetlerden asla bu şekilde bir mana çıkarmamışlardır. İşte Tefsircilerin babası unvanına sahip büyük müctehid alim Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi bu ayeti şöyle tefsir ediyor; “Maide suresi 35. ayetin tefsiri: “O’na yaklaşmak için vesileler arayınız” Diyor ki; O’na kendisini hoşnut kılacak amelle yakınlık arayınız. Vesile kelimesine gelince (Arapça) faîle” veznindedir. Şöyle ki; Kişi; Filan kese tevessül ettim” der; Bu ona yaklaştım demektir. Yine Antere’den almış olduğu bir şiirle açıklamaya çalışır ve bu açıklamaları hadislerle de takyid ederek “vesile” kelimesinin yakınlık kazanmak için Salih amel vs. gibi şeylerle yakınlık kazanmak manalarına geldiğini anlatır. Ebu Vail’den “O’na yaklaşmaya vesile arayın” ayeti hakkında şu söz rivayet edilmiştir. Dedi ki: Amellerde yakınlık arayın, demektir. Ata’ya göre vesile yakınlık demektir. Süddi’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “ Vesile; istemek ve yaklaşmak demektir.” Katade’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “ Yani O’na itaat ederek ve razı olduğu amellerle yaklaşın” Mücahi’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “ Vesile; Allah’a yakınlık demektir. Hasan ve Abdullah’dan da İbni Kesir’de vesilenin yakınlık anlamına geldiğini rivayet edilmiştir.” İbni Zeyd’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Vesile, muhabbettir, Allah’a sevginizi gösterin demektir. İbni Zeyd bunu dedikten sonra şu ayeti okumuştur: “ Onların yalvardıkları bu varlıklar da Rablerine vesile ararlar” (İsra,57) (Daha geniş bilgi için için bkz. Tefsiri Taberi C,4 Sh, 226) Yine İmam Taberi Tevbe suresinin 119. uncu ayetini açıklarken; “ Kelamın manası ancak şudur”: Allah’ın emir ve yasaklarına dünyada titizlikle uymak suretiyle ahirette sadıklarla beraber olunuz…. Tefsircilerden bazılarıda şöyle demişlerdir; Bunun manası Ebu Bekr ile, Ömer ile, ya da Hz. Peygamber ile (SAV) ve muhacirlerle birlikte olunuz” Allah onlara rahmet eylesin.” Kurtubi tefsiri olarak bilinen Endülüslü İslam alimlerinin göz bebeği Abdullah Muhammed b. Ahmed el Ensari (Öl:H:671) “el-Cami li Ahkamil Kur’an” da Maide suresi 35. ayeti hakkında şöyle der; “Ey iman edenler, Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uyunuz ve O’na yaklaşmak için vesileler arayınız. Vesile yakınlık kazanmak demektir….. Ve vesile, yakınlık kazanabilmek için başvurulması gereken şeydir” Tevbe 119. ayeti kerimesi hakkında da; “doğrularla beraber olunuz” Yani münafıklarla değil, peygamberle beraber çıkanlarla birlikte olunuz. Yani sadıkların anlayışı ve yolu üzere olunuz. Denilmiştir ki; onlardan amaç peygamberlerdir.” Fahruddin Razi ise “Mefatıhul Ğayb” isimli Tefsiru Kebir’inde Maide suresi 35. ayet hakkında şöyle der; “ O’na yaklaşmaya yol arayınız” Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınanlar olunuz. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için O’nun için emirlerine tevessül ediciler olunuz.” Aynı kaynakta Tevbe suresi 119. ayeti hakkında şöyle denmektedir: “ Doğrularla beraber olunuz” yani savaşlarda peygamberle ve ashabıyla birlikte olunuz; sakın münafıklarla birlikte savaşlardan geri durup evlerinizde oturmayınız.” Yine Kadı Beydavi “Envarut-Tenzil ve Esrarut-Te’vil” adlı eserinde, Ebuussud el imadi, “İrşadu’s aklıselim..” adlı eserinde vb. tefsirlerde buna benzer manalar vermişlerdir. İşte tefsirde asıl olan herhangi bir delil olmadığı müddetçe zahir üzere hamletmek vaciptir gereğince İslam ulemasının bu ayetlere vermiş oldukları manalar bundan ibarettir hatta bazıları Maide 35. ayeti kerimesini Kehf suresi 110.; “De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim. (Şu kadar ki) bana yalnız tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibadette (hiçbir kim seyi ve hiçbir şeyi) ortak tutmasın. ayeti ile tefsir etmişlerdir ki asıl olanda budur. Şimdi, bir bu büyük ulema ve müfessirlerin tefsirine bakalım birde tasavvuf meşrepli kimselerin tefsirine bakalım ve ayetlerin ne kadar çarpıtılıp ve tahrif edildiğini gözlerimizle görelim. Bu konuda Allah bizleri uyararak “ .. Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini kaskatı ettik. Kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar…” (Maide:13) Bu teviller ise kelimelerin yerlerini değiştirmekten daha ziyade tamamen tahrif etmek değildir de nedir. “ … Şu halde içinizden böyle yapanlar netice olarak dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar! Kıyamet günü de en şiddetli azaba katılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara:85) Şimdi bu ayetleri tahrif ederek tarihler boyunca selef alimlerimizin anlamadığı manaları çıkararak rabıta gibi bidat ve şirk olan bir ibadet türü ihdas eden insanlar bu ayetlerin kapsamına girmiyorlar mı? Oysa Ayetlerin bir de esbabı nuzulu vardır ki; bunu anlatmak bu ayetlerden asla bu manaların çıkamayacağının kati delilidir. Celaluddin es-Suyuti ve el- Vahidi maide suresinin 35. ayetinin esbabı nüzulunu şu olay olarak anlatmışlardır. Rivayet edildiğine göre Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir topluluk Medine’ye gelerek peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaret etmişler ve Müslüman olmuşlardı. Çölün havasından şikayette bulunan bu adamlara Allah’ın elçisi ilgi göstermiş hem İslama ısınmalarını ve hem de dinlenmeleri için onları Medine dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti. Ne var ki; bu vahşi çöl adamları konukladıkları bu mevkide bir süre kalıp rahatladıktan sonra Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve sürüsünün çobanını öldürmüşler ve develeri alıp kaçmışlardı. İşte Maide suresi 35. ayeti yakalanan bu canilere uygulanacak had cezasını bildirmek için kendisinden önceki ayetler ile bir bütünlük içinde nazil olmuştur. Bu münasebetle savaşlarda düşmana karşı nasıl davranılacağı ve Allah’ın hoşnutluğunun (başta cihad olmak üzere) çeşitli amellerle nasıl kazanılacağı hakkında 33.34.35 36.ve 37. ayeti kerimeleri bir birini tamamlayıcı bilgiler olarak inmiştir.” (İbni Kesir tefsiri 3/86-89), (Aynı zamanda bu hadis Buhari de mevcut olup Buhari bunu 9 yerde ayrı yollardan rivayet etmiştir. Bkz. Buhari, 4610, trc. C,9, sh, 4331, 4332) Keza Tevbe suresi 119. ayetine gelince bunun iniş sebebi o kadar meşhurdur ki ilimden az çok nasibi olanlar bile bunu bilebilirler; Bu ayet Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hicri 8. yılda tertip ettiği Tebuk seferine katılmaktan geri kalan Şair Ka’b b. Malik, Hilal ibni Umeyye ve Mirara bin Rabi adlarındaki üç zat hakkında inmiştir ki zaten bundan önceki ayette (Tevbe 118) adları açıklanmamış olsa bile bu seferden geri kalan üç kişinin oldukları tüm alimler tarafından icma ile kabul edilmiştir. Ve bu konuda sahihaynde ve sünenlerde hadisler vardır. Şimdi bu ayetleri başka yöne çekenlerin iman, akıl, bilgi ve ahlak bakımından hangi derekelerde bulunduklarını bir kez daha teşhis edebilmek için bu ayetin öncesi ayetleri ile okumak lazımdır (Yani Tevbe 117, 118) Görüldüğü üzere son 119. ayeti kerime tamamlayıcı bir bilgi içermekte ve ayetlerin siyak ve sibakından ne denilmek istendiği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bununla beraber eğer biz bu ayetlerde geçen “Vesile” kelimesini hadislerle tefsir etmiş olsak isabet etmiş oluruz ki, zaten tefsir usulunde Kur’an ayetlerini Kur’an ayetleri tefsir ve beyan eder. Daha sonra Kur’an ayetlerini Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem ) efendimizden rivayet edilen sahih hadisler ile tefsir ederiz. İşte bu üzerinde hiçbir ihtilafın olmadığı sağlam bir görüştür.Biz de bu usule dayanarak burada ki “ vesile” kelimesini şu hadislerle tefsir edebiliriz. “Resulullah S.A.V. şöyle buyurdu: “Cenab-ı Hak’tan benim için vesileyi isteyiniz. Çünkü vesile, Allah’ın kullarından sadece birisine layık olan ve ona ulaşacak kulun ben olduğumu ümit ettiğim Cennette bir derecedir. Kim benim için Allah’tan vesileyi isterse kıyamet günü o kimse için şefaatim vacip olur” (Müslim: 2.c.334.n) “....Ezanı duyduğunuz zaman: “Ey şu mükemmel nidanın ve daim namazın sahibi Allah’ım, Muhammed’e vesile ve yücelik ver. Onu vaat ettiğin Makamı mahmuda eriştir. Şüphesiz sen va’dinden caymazsın diyen kimseye şefaatim hak olur.” (Buhari, c.2 Sh,665 ) Zaten bazı müfessir alimlerimiz bu ayetlerde geçen “vesile” kelimesini “cennette bulunan bir makam olarak” açıklamışlardır. (Bkz. İbni Kesir Tefsiri) Bu konuda getirdikleri başka ayetlerde vardır. Bunları söz konusu etmeyi bile zaid görüyorum. Ancak Yusuf suresinin, onların ilmi bakımdan ne derekelerde bulunduklarını beyan etmesi açısından zikretmeyi uygun görüyorum. “….Eğer Rabbinin bürhanını görmemiş olsaydı (belki Yusuf da) onu kasdetmiş gitmişti….” (Yusuf;24) İşte bu ayeti kerimeyi de kendi heva ve heveslerine delil olarak getirmişler ve bu konuda da Zemahşeri’nin “Keşşaf” isimli tefsirinden alıntı yaparak onunda bunun rabıtaya delil olduğu izlenimini vermişlerdir. Oysa bunlar Keşşaf sahibinin sözünün hem önünü ve hem de sonunu kırparak ilmede ihanet etmişlerdir. Ve şöyle demişlerdir; “Bu ayetin tefsirinde ekseri müfessirler, Allah dostlarının tasarruf ve imdadını açıklamışlardır. Müfessirlerden Keşşaf, doğruluktan ayrıldığı ve mutezile mezhebinin görüşüyle vasıflandığı halde Yakup (AS)’ın ruhaniyyetinin, şaşkınlığından parmaklarını ısırmış olduğu halde Yusuf (AS)’a gözükerek “o kadından sakın” dediğini açıklamıştır” (Ruhu’l Furkan, C2 Sh,65-66) Oysa Keşşaf sahibi ; “ Ayette geçen “burhan” kelimesi şu şekillerde açıklanmıştır: Yusuf (AS) bir ses duydu, “ Aman kadına yaklaşma!” diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini bozmadı. Üçüncü kez duydu, beriye çekildi ama Hz. Yakup (AS)’ı parmaklarını ısırmış halde görünceye kadar bir şeyden etkilenmedi…” dedikten sonra bu görüşü öne sürenler için aynen şu kelimeyi kullanmıştır. “ Bu ve buna benzer şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teala’ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur….” ( Ebu’l Kasım Mahmud bin Ömer ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, c1 sh,467, Matbaatu’ş-Şarkıyye) İşte Keşşaf sahibinin bu sözlerini de kırparak ilme ne kadar değer verdiklerini ve ilmi doğruluklarını da bu şekilde tesbit etmiş oluyoruz. Eğer siz Rabıtanın, Nirvana inancıyla yakın benzerliğinden bahsetmiş olsa idiniz o zaman getirmiş olduğunuz bütün deliller sizden yana olurdu.. Hint azizi Shankara Nirvana erincini şöyle anlatıyor: Mürit Atmanın gerçeğini işittikten sonra onun üzerinde düşünmeli uzun bir müddet için onun üzerinde tefekküre dalmalıdır. Böylece Mürid süje ve obje şuurluluğunun yok olduğu ve sadece bölünmez sonsuz şuurluluğun geriye kaldığı en yüksek duruma ulaşır. Dünya üzerinde yaşıyorken Nirvananın mutluluğunu tanır. Nirvana inancına göre kalbi saflaşan insan İlahi atmanı idrak eder, böylece dünyaya, köke ve her şeye olan bağını imha eder. (İktibas, 1991, Haziran sayısı, s.15) Metinde kullanılan ifadeler ile rabıta ve fena fillah için kullanılan ifadeler arasında birebir benzerlik olduğunu görebiliriz. Ey körü körüne büyülenmiş insanlar Allah’tan korkun ve Allah’ın ayetlerini tahrif etmeyin. Vallahi bu mesuliyeti ne iyi niyetiniz ve ne de körü körüne samimiyetiniz asla sizden def edemez. Allah’ın azabından da kurtulmuş olamazsınız. Allah’ın tıpkı “ Buna karşı seninle hüccet yarıştırmaya kalkışanlara de ki; “ Ben İslam ile tertemiz olan yüzümü Allah’a tuttum. Bana tabi olanlarda “ O kitap verilenlerle verilmeyen ümmilere de deki; Siz İslamı kabul ettiniz mi. Eğer tartışmayı kesip İslama girerlerse doğru yolu tutmuşlardır. Yok yüz çevirirlerse sana da düşen ancak Tebliğ etmektir. (Ali İmran; 20) “ İşte bunlar dünyada ve ahirette amelleri boşa giden kimselerdir ve onları kurtaracakta yoktur (Ali İmran; 22) Özellikle son günlerde tekrar canlanan rabıta konusuna eğilen diğer bir cemaatte “Ruhul Furkan” isimli tefsir çalışması ile İstanbul- çarşambadaki cemaattir. Nakşi cemaatinin lideri ve grup arkadaşları tarafından yazılan bu kitapta bakara suresinin 152. ayetini kendi inançları doğrultusunda tefsir ettiklerini! zannederken rabıtayı ispatlamaya kalkışmışlar ve 23 adet Kur’an ve hadislerden delil getirmeye çalışmışlardır. (Tabi getirdikleri hadislerde zayıf ve uydurma olanlarda var.) Ancak delil olarak ileri sürdükleri bu ayet ve hadislerle nasıl rabıtaya delil getirmişler hayreti taaccubdur. Kur’an ve sünnet ilminden az çok tadan kimse bunların acayipliklerini görür. “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmekten”, “Küçüğüne acımayan, büyüğüne sevgi göstermeyen”, “Ruhların toplu ordular gibidir…” olduğuna dair rivayet edilen ve “Allah’ın Resulune salavat getirmeyi…” zikreden hadislerden alın da Kenzul Ummalda geçen uydurma ve zayıf hadislerden, bir takım ayetlere kadar tahrif ve te’vil ederek rabıta ispatlanmaya çalışılmıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. Ruhul furkan 2. cilt sh.64 ve 76 arası) Ancak bu onların ilmi derinliklerini değil bu konuda ne kadar bağnaz olduklarını ve zoraki ayet ve hadislerin manalarını tahrif ettiklerinin ibretli bir vesikası olmuştur. Allah’ın dinini tahrif ve tebdil ederek Yahudi ve Hristiyanlara benzemekten Allah’a sığınırız. Bu ne kadar büyük bir cürüm ve bu Allah’ın dininde ne büyük bir cürettir Yazmış olduğumuz bu kelamda eğer insanlar kendilerine hakaret edildiğini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Ancak ne var ki tarikat ve tasavvufu bir ahlaki erdem olarak gören insanların kullandığı kelimeler bunlardan daha hakaret doludur. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek rabıtaya karşı çıkabileceklere yağdırdığı hakaretle bunlara örnek olması açısından kayda değerdir. Şeyhinin “Rabıta-ı Şerife” isimli risalesine yazmış olduğu ön sözde ağdalı ve edebi bir dille şöyle diyor; “sonsuzluğa eriş ve sonsuzlukta oluş sırrının mukaddes rejimini nokta nokta çizen bu eseri, ulvi gayesinin yanı başında, dini esrar ve derinlik buudundan mahrum bırakmak isteyen ve guya dinden yana geçinen bazı maddeci MANKAFALARA indirilmiş bir balyoz mahiyetini taşıyor.” (Rabıtaı Şerife Risalesi,Sh:5) İşte bu sözleri ile insanları saf Kur’an ve sünnet çizgisine çağıran ve bütün şaibelerden arınmış saf İslam’ın savunucularını “MANKAFA” diyerek aşağılayan kimselerin nasıl bir haleti ruhiye içerisinde olduklarının ve nasıl bir ahlaki erdeme sahip bulunduklarının bariz bir örneğidir. Hiç kuşkusuz bu ve buna benzer kimseler; Sünneti seniyyeye bağlı, İslam’a sokuşturulmuş bid’atlara karşı mücadele veren alimlerine ve dolayısıyla, dolaylı yoldan kimlere hakaret edildiğini bile bilemeyecek kadar gözlerini taassubun kör ettiği kimseler olarak kaşımıza çıkmaktadır. Oysa İmam Şafii onlar hakkında şu kelimeleri kullanmıştır: “ Bir kimse sabahleyin tasavvufla meşgul olacak olursa, daha öğle vakti gelip çatmadan mutlak surette o adam aptallaşır.” Ayrıca yine şöyle demiştir; “ Bir kimse eğer kırk gün sufilerle düşüp kalkarsa onun ebediyen artık aklı başına gelmaz” (Bu sözleri İmam ebu’l-Ferec Abdurrahman.b. Ali Muhammed ibnu’l-Cevzi, Telbisu’l-İblis isimli eserinde zikretmiştir) Rabıtaya değil Kur’an ve sünnetten delil getirmek aslında rabıtanın nerden ve ne zaman İslam’a sokuşturulduğunu anlamak gerekmektedir. Yoksa tarihler boyunca Nakşibendiler için bir farz olan bu rabıtayı Müctehid imamların söz konusu etmeden, leyhte ve aleyhte söz etmeden bırakmaları söz konusu olamaz. Şeriatın en ufak ayrıntısına kadar bile ciltler dolusu kitaplar yazan alimlerimiz niçin böylesi önemli bir ibadeti ihmal etsinler!. Oysa rabıtanın geçmişine bakınca son dönem Nakşi şeyhleri arasında 15. ve 17. yüzyıllarında çoğu Hind kökenli şeyhler arasında görülmektedir. Nakşibendi tarikatı özellikle 1800’ lü yılların ortalarından itibaren Kuzey Iraktan Anadolu’ya doğru yayılmıştır. Ve geniş çevreler içerisinde bağımsız bir din niteliğini kazanmıştır. Öyle ise rabıtanın Kur’an ve sünnete dayandığını nasıl anlatacağız. Nitekim rabıtanın kurallarını ve ayrıntılarını ilk kez ihdas eden Halid-i Bağdadi (Öl:1825) ye mal edilen yazılardan ve onun kurduğu Halidiye koluna bağlı bazı şeyhlerin kitapçıklarından ancak öğreniyoruz. Bu ise daha dünün meselesidir. Rabıta kelimesi bundan önce kullanılmışsa da çok yalın ve kelime manası olarak kullanılmış olup Halidi Bağdadi’den önceki Nakşibendi ruhanilerine ait hiçbir metinlerin ibadet niyetiyle böyle bir tarikat kuralına ait herhangi bir açıklama da bulunmamışlardır. Öncekilerde az çok bulunsa da, bu kadar bariz ve açık olarak değil ancak kitaplarda serpiştirilmiş ve pek fazla önemi olmayan manalar yüklenerek yazılmıştır. Daima yalın halde kullanılmıştır.Eğer önceden bu şekilde terimleşse idi bunu fırsat bilir ve o sözleri kendilerine delil olarak getirirlerdi. Halbuki rabıtanın tanımı diye onların ileri sürdükleri ifadelerin tümü en çok günümüzden 150 yıl öncesine dayanmaktadır. Bunlarda 2. Mahmud döneminin Süleymaniye vatandaşı olan Halid Bağdadi’ye ve ondan esinlenen İsmet Garibullah’a, Hüseyin ed-Devseriye, Muhammed emin el-kürdiye ve Abdulhakim Arvasiye dayanmaktadır. Bu konuda araştırma yapan ve kendiside bir tasavvufçu olan Prof İrfan Gündüz ( “Tasavvufi Bir Terim Olan Rabıta” adlı basılmamış bir çalışmasında sh,10) şöyle diyor; “ Rabıta hakkında bilgi veren kaynaklar oldukça muahhar –son-devrin mahsulleridir. Rabıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanına kadar indiriyorlarsa da , buna dair yazılı kaynağa ancak 16. asrın müellifleri arasında rastlamamız mümkün olmaktadır.” Eğer biz konunun çok uzamasını istemese idik bütün delilleri burada zikrederdik. Ancak bizim amacımız, İslamiyet’e daha sonra sokuşturularak bir takım ayetleri tahrif edip bir takım uydurma hadislerle ispat edilmeye çalışılan rabıta bid’atını aklı selim olan kimseleri bu delilleri ikna edecek yeterlilikte görmemizden kaynaklanmaktadır.. Allah’ın Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor; “ ….Sonradan uydurulan her şey bid’attır, her bid’at dalalettir ve her dalalet ateştedir.” (Bu Hadis İbni Mes’ud (RA)dan Buhari, Tirmizi tarafından sahih senedle rivayet edildiği gibi aynı zamanda Cabir(RA)dan daha geniş bir şekilde da sahih bir sendele rivayet edilmiştir.) Hadisi ile bu bid’atın değil Allah’a ulaştıran bir yol olması cehenneme ve ateşe davet eden sonradan uydurulmuş bir dalalet olduğu gün gibi ortadadır. Oysa din tamamlanmış her şey gün yüzüne çıkmıştır İmam Malik’in dediği gibi; “Bu ümmetin evveli, selefi ne ile ıslah oldu ise, sonra gelenleri de öyle ıslah olur. O gün dinden olmayan şeyler, bugünde dinden değildir.” Allah ona rahmet etsin. Allah’ın Resulu’de (Sallallahu Aleyhi ve Sellem); “Ben sizi gecesi de gündüz gibi olan bir din üzere bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden sapar. Sizden kim yaşarsa fazla ihtilafa şahid olacaktır. Onun için bilip tanıdığınız sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan Hulefayi Raşidin’in sünnetlerine yapışınız. Bunları dişlerinizle sıkıca tutunuz….” ( İrbad İbnii Sariye (RA) dan, İbni Mace, Mukaddime, 43 numarada sahih olarak rivayet etmiştir.) demiştir. Biz de bu hadisle amel ettiğimiz zaman yukarıdaki imam Malik (RA) sözünü buluyoruz. Ne Sahabe döneminde ve ne de onları takip eden Tabiin ve Tebe-i Tabiin döneminde böyle bir amel bulamıyoruz. Oysa Selman (RA) “Sizin Peygamberiniz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) size her şeyi hatta abdest bozmayı bile öğretti denildi de, Selman (RA) “Evet” dedi, bizi büyük ve küçük abdest bozarken kıbleye doğru dönmekten, sağ el ile taharetlenmekten, taharetlenmeyi üç taştan az olarak yapmaktan, kemik ve tezekle taharetlenmekten de yasakladı” (İbni Mace, Tahare, 16- Ebu Davud, Tahara, 21- Tirmizi, Tahare, 16 de sahih olarak rivayet etmiştir.) diyerek en ufak konularda bile Allah’ın Resulunun(Sallallahu Aleyhi ve Selem) onlara her şeyi beyan ettiğinin bir örneğidir. Şimdi Allah için düşünün en ufak konularda bile gizli hiçbir şey bırakmayan İslam dininin de “ rabıta” gibi itikada taalluk eden bir meselede zahir bir nassın gelmemesi olacak şey midir?!. Ancak nerede. Şeytan aleyhillane insanlar için günahtan daha çok bid’atı sever diyen selef ne güzel demiştir.İşte Allah hidayeti de dalaleti beyan etmiş ve şöyle demiştir; “…Tâ ki helâk olan kişi apaçık bir delil ile helâk olsun, diri kalan kişi de yine apaçık bir delil yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitici,kemaliyle bilicidir.” (Enfal;42) Ve bize Kur’an ve sahih sünnete uymamızı emretmiş ve onlara muhalefet etmemizi ise kesinlikle yasaklamıştır. “Müminlerin -aralarında hükmetmek üzere Allahın Resulüne davet olundukları vakit- sözü ancak, Dinledik, itaat ettik demeleridir. İşte asıl muratlarına erenler bunlardır.” ( Nur ;51 ) “Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” ( Nisa;65 ) Bu konuda zikredeceğimiz daha çok haber ve ayet olmasına rağmen sıkmamaktan ve konunun dağılmamasından endişe edilerek kısa tutulmuştur. Katıksız bir tevhid ve imanın gönüllerde yeşermesi için Allah’u Teala’ya dua ediyoruz. Bu beyanlardan sonra; “Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur….” (İsra;15) Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allahın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akledenlerin ta kendisidir. (Zümer;18) Allah’ın selamı hidayete tabi olanlara olsun. Not: Bu risalenin yazılmasında Ferit Aydın’ın “Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik” adlı eserinden azami derece de faydalanılımıştır. Ebu Muhammed Yusuf
Posted on: Thu, 14 Nov 2013 07:41:05 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015