TEORİK ÇERÇEVE Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda - TopicsExpress



          

TEORİK ÇERÇEVE Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda yaşayan Kürtler, 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in Doğu seferinden sonra, yoğunca Türklerle bir arada yaşamaya başlamışlardır. Hiç kuşkusuz bundan önce de iki topluluğun karşılaştığı dönemler olmuştur; ancak bu tarihten sonra, iki topluluk arasındaki siyasal ve sosyal etkileşim daha da artmıştır. Bu tarihten itibaren Sultan Selim’in yönetim anlayışı, bölgede yaşayan Kürt aşiretlerini memnun etmiş; sonraki yıllardaki Osmanlı’nın gaza anlayışından memnun olan Kürt aşiretleri, 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’ne sadakatte bir kusur etmemişlerdir. Hatta Türk-Kürt öylesine kaynaşmış iki topluluk haline gelmiştir ki, kültürleri, hayat biçimleri, gündelik hayatları büyük ölçüde benzerlikler taşımaya başlamıştır. Türk ve Kürt unsurlarını birbirine kaynaştıran, benzerliklerini arttıran temel zemin, her iki toplumun da Müslüman olmasıdır. İki toplum arasındaki bu din kardeşliği duygusu var oldukça, barış ve kardeşlik içinde yaşanmış, bu duygu kaybedilmeye başlayınca, çatışmalar baş göstermiştir. Türkler ve Kürtler arasında var olan İslâm kardeşliği duygusunu yaralayan en önemli tarihî olay hiç kuşkusuz Fransız İhtilâli olmuştur. Bu olaydan sonra, Osmanlı topraklarındaki pek çok etnik grubun ayaklanmaya başlaması zaman içinde Müslüman grupların da bundan etkilenmesine sebep oldu. 19. yüzyıldan itibaren, Arapların, Arnavutların ve Kürtlerin içinde de kıpırdanmalar görülmeye başladı. Arap ve Arnavut Müslümanlar Osmanlının çöküş yıllarında ayrılığı tercih ederken, Kürtler ezeli kardeşleri Türklerle Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşında omuz omuza mücadele ettiler. Bu sırada Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte düşmanlara karşı savaşarak, Türk ve Kürt unsurları arasındaki dayanışmanın önemli örneklerinden birini vermiştir. Birinci Dünya Savaşında talebeleriyle birlikte Rus-Ermeni ittifakına karşı savaşarak, bu uğurda bir süre Rusya’da esir hayatı yaşamak zorunda kalmıştır. Rusya’dan, Bolşevik ihtilâli hengâmesinde kaçarak İstanbul’a gelen Bediüzzaman, İstanbul işgal edilince de işgale karşı direnilmesi gerektiğini savunmuş ve millî mücadeleyi destekleyen beyanname yayınlayarak kurtuluş mücadelesi verilmesini istemiştir. Bediüzzaman, savaştan sonraki anlaşmalarda ayrılıkçı çabaları desteklemediği gibi, bilâkis birlik ve beraberliğin sürdürülmesi için önemli katkılarda bulunmuştur. Sevr Antlaşması sırasında Doğuda kurulacak bir Kürt devleti projesine karşı çıkarak Osmanlıya tabi olunması gerektiğini savunmuştur. Yeni devlet kurulmaya başlayınca da Meclise giderek, ülkenin daha güzel günlere hazırlanması için çaba sarf etmiştir. Ancak, kurucu irade ile arasındaki derin fikir ayrılıklarını fark edince Ankara’yı terk etmiş, mücadelesine Anadolu’nun ücra köşelerinde, sürgün ve hapis hayatı içinde sürdürmek zorunda kalmıştır. Bu dönemde, Cumhuriyetin kurucuları, bir ulus devlet inşa sürecine girişmişlerdi. Fransız İhtilâlinden mülhem bir milliyetçilik anlayışı ile toprağa bağlı bir milliyetçilik geliştirmişler ve Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan herkesin Türk olduğu ideolojisini, resmî ideoloji olarak empoze etmişlerdir. Bu Cumhuriyet projesi, devletin resmî aygıtları tarafından, bütün halka zorla kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu anlayışa göre halk, modernleştirilmesi gereken bir topluluktu, elitlerin hazırladığı projenin halk üzerinde uygulanması gerekiyordu. Proje hızla uygulanmaya başlandı. Artık projeye göre, Türkiye’de yaşayan herkes Türktü. Halk Evleri aracılığıyla topluma sunulan yaşama biçiminin, Köy Enstitüleri ile ideolojik temelleri atılmaya başlandı. İdeolojinin taşıyıcıları da öğretmenlerdi. Bu Cumhuriyet projesi uzun yıllar çeşitli baskı araçları vasıtasıyla uygulandı. Bu politikaları benimsemeyen Bediüzzaman, sürgüne gönderildiği Anadolu’nun ücra bir köşesi olan Barla’da, gelişen olaylara karşı fikri mücadele vermek için eserler yazmaya başladı. Halkın büyük bir ekseriyeti de devletin otoriter yüzüne karşı herhangi bir şey yapamadı. Bu süreçte hem etnik milliyetçilik beslendi, hem de herhangi bir başkaldırı hareketine karşı devletin sert yüzü gösterildi. Toplumun genelinde ulus devlet projeleri uygulanırken, çıkan isyanlar da güç kullanılarak bastırıldı. 1980’lere gelindiği zaman, artık bazı eylemciler baskılar karşısında kendilerini demokratik yollardan ifade edemeyince, illegal yollardan ifade etme çabasına girdiler. Bu sonuca halkın maruz kaldığı antidemokratik uygulamalar, ekonomik sıkıntılar, eğitim politikalarındaki yanlışlıklar ve güvenlik anlayışındaki hatalar da eklenince, bölgedeki kargaşa içinden çıkılmaz bir hale geldi. Toplumdaki huzursuzluk sona ermediğinden çatışma süreci günden güne artarak devam etti. ŞAKİR AKTAŞ..
Posted on: Thu, 05 Sep 2013 09:36:53 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015