Tasavvufun Özü · Kur‘an-ı Kerim‘in beyanatina göre - TopicsExpress



          

Tasavvufun Özü · Kur‘an-ı Kerim‘in beyanatina göre Cenab-ı Hak, insanı yeryüzünde kendi halifesi olarak yaratmak dilemiş; fakat melekler yeryüzünde kötülük ve fesatlık rüzgarını estirecek olan insanların halife olarak seçilmesini hayretle karşılamışlardır. Ancak yüce Allah: “Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz.“ buyurarak subuti sıfatlarının ihata kuşağının enginliğini göstermiştir. Kulluğunu idrak eden her insan, ibadet ve taat yönüyle Allah ı bir mabut, fikir ve zikir yönüyle Onu bir maşuk olarak bilecektir. Ona ulaşan yolda bazen takılacak, bazen yuvarlanacak; düşe kalka, ezile yorula, bir mum etrafında dönen pervaneler gibi Ona kavuşmaya çabalayacaktır. Bu engebeli yolun düz satıhlar haline gelebilmesi için öğreticilere, yol göstericilere, aydınlatıcılara ihtiyaç vardır. Bu öğreticiler, yol göstericiler, aydınlatıcılar; başta peygamberler olmak üzere onların arkadaşları, veliler ve mürşitlerdir. En son ve en mütekamil din olan İslam dinini Cenab-ı Hak, bizler için seçmiş; onu her zaman ve zeminin beşer ihtiyaçlarına cevap verecek bir kaliteye getirerek yoğurmuş ve insanların dünya ve ahiretteki mutlulukları için bir hayat tarzı haline getirmiştir. Ancak İslam anlayışta sadece emir ve nehiyler yoktur. Müslüman, işlediği sevapların karşılığını Cennet le mükafatlandırılarak alacağı gibi, yerine getirmediği hükümlerin ve yaptığı günahların cezasını da Cehennem’de bulacaktır. Bunun için müslümanlar, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye, iyiliklere ulaşmaya çalışıken, yasaklarından ve kötülüklerden kaçınmak için de çaba sarf ederler. Bu aynı zamanda toplu halde yaşamanın bir gereğidir. Fakat bu düşünce sisteminin ilerisinde, Cennet ümidinden ve cehennem kaygısından uzak, Allah’ı Allah olarak bilip, Allah’ın sevgiye layık olduğunu idrak edip, azametli ve kudretli bir sevgilinin sevda ateşinde yanmayı, yani aşık olmayı kabul eden bir düşüncenin yeşerdiği, ülküleştiği, ifa ortamı bulduğu mekteplerdir. Sosyoloji biliminin gayesi iyi vatandaşlar yetiştirmektir. Tasavvufi düşüncenin esası da iyi müslümanlar, yani iyi insanlar yetiştirmektir. Dergahlar; çalmayan, çırpmayan, içki içmeyen, zina yapmayan, başkalarının kötülüğüne çalışmayan, kibir ve gurur taşımayan, küçüklerine sevgi, büyüklerine saygı duyan, ülkesini, bayrağını ve milletini seven, yardımlaşma duygusuna sahip, kendisi için istediğini başkaları için de isteyen, cömert, namuslu, dürüst ve fedakar insanlar yetiştiren, haksizlık karşısında boyun eğmeyen, fakat asla zulmetmeyen, hem dünya hem de ahiret için çalışan insanların meclisleridir. Toplumlar, bu meclislerden mahrum kalırsa o toplumun eğitim kalitesinde bozulma, birbirleriyle ilişkilerinde sevgisizlik, çıkarcılık, kötü niyet ve suistimal başgösterir ve atalarımızın dediği gibi: “Rüzgar eken, fırtına biçer.“ Bir toplumun mensupları ya Allah‘tan, ya da devletten korkmalıdır. Eğer çürümeye ve yok olmaya mahkumdur. Onun için Allah korkusuyla sevgisini aynı anda veren, Ona ulaşmanın yollarını öğreten, o yolu aydınlatan çağdaş ve bilimsel tarikatlere sahip çıkılmalı ve desteklenmelidir. Dikkat edilirse Güneydoğu da vuku bulan terorist hareketlere karşı, bu yörelerde yerleşik insanlara, uçaklardan dini bildiriler içeren kağıtlar atılmaktadır. Bu da göstermektedir ki insanları eğitmenin yollarından biri de onlara dini terbiye ve Allah korkusunun verilmesidir. Ancak dine uymayan ve bu tür kurumları kendi çıkarları için kullanan kişilerin meydana getirdiği veya müslümanların dini duygularını istismar eden bidat ehli tarikatler takip edilmeli; iyiyle kötü, doğru ile yanlış ayırt edilerek müslümanların sömürülmesine imkan verilmemelidir. İslamı iyi bilen hiç bir tarikat mensubu çağdaşlığa ve bilimselliğe karşı çıkamaz ve hiç bir müslüman terorist olamaz. Tarikatlerin başındaki mübarek insanların toplum terbiyesindeki rolü, azımsanamayacak kadar çoktur. Fakat İslam’da, diğer dinlerde olduğu gibi ruhban sınıfı da yoktur. Hiç kimse ortaçağ Hıristiyanlığındaki gibi, insanlara Cennet‘ten mekanlar dağıtamaz. Sadece Cennet‘ten bir yer edinmenin yolları öğretilebilir. Bu öğreticilere muhtacız; onları sevmek, onlara bağlı olmak, onların eteklerine sarılmak, acizliğimizin bir gereğidir. Eserin hazırlanmasında değerli zamanlarını ayırarak suallerimizi cevaplayan, güler yüzü ve misafirperverliğiyle Muhammedüni’l – Erzincani’ye şükranlarımızı arz ederiz. Ayrıca değerli yardımlarıyla bu çalışmaya katkıda bulunan Yılmaz Özker e de teşekkür ederiz Tevfik ve hidayet Allah tandır. Hazirlayan : Abdurrahman TARİKTAROĞLU Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim Elhamulillahi rabbi’l alemin elhamdulillahi hakka hamidihi ve senaihi ve’s-salatü ve’s-selamu ala hayra halkıhi muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmain. Tarikat nedir, tarikatlere ihtiyaç var mıdır? Tarikat = Tasavvuf. Tasavvuf nedir, diyene şu cevabı veririz: Tasavvuf yolculuğunda gaye ibadet ve amelde ihlas elde etmek için muhabbetullah ( Allah sevgisi ) ın tahsilidir. İhlas ise bütün söz, iş ve vazifelerimizi dünya ve ahiret menfaatinden uzak ve bir makama yükselmeyi hiç düşünmeden Allah sevgisi ve Allah rızası için yapmaktır. Bid‘at ve fitne gibi lekelerden uzak olarak her hal ve davranışımızda kalpteki bağlılığa ayrılık düşüren her gafleti terk etmektir; azim ve disiplinden ayrılmamaktır.. Öyle ki fitne ve ayrılık rüzgarını körükleyip, kalbin Allah‘a olan bağlılığını sarsmasın; bilakis kuvvetlendirsin. Bu sağlamlığa erişmek için de bütün haram ve mekruhlardan kaçınmak talip üzerine vaciptir. Ayrıca dinin bütün farz, vacip ve Allah‘tan af dilemek, gafletin giderilmesi için lazımdır. Cüneydi Bağdadi nin tasavvuf tarifi ise şöyledir: “ Kendi iradesini alıp, yerine Allah‘ın iradesini yerleştirip, Onun yönetiminde iradesini kullanmaktır.“ Tarikatlere ihtiyaç var mıdır? Elbette ihtiyaç vardır. Çünkü insanın, vücudundaki hastalıkları için bir doktora ihtiyacı olduğu gibi, batını yani manevi hastalıkları için de bir tabibe ihtiyacı vardır. Peygamber (S.A.V) zamanınıda tasavvuf = tarikat var mıydı, diyene biz de şu soruyu soruyoruz: O Zamanda mezhep var mıydı? Tabii ki yoktu. Mezhepler olmadığı gibi, o zamanda tarikat veya tasavvufun adı yoktu. Fakat Allah Resulü ve Onun ashabı, mezheplerin ve tarikatin en mükemmelini yaşıyordu. Ne zaman ki Allah‘ın Resulü ahireti teşrif ettiler, İslamın muamelatla ilgili konularında, herkes ayrı ayrı fetva vermeye başladı. O zaman müslümanlar arasında bir çelişki ortaya çıktı. Bunun üzerine müçtehit alimler, fakihler bir araya gelerek, görüşlerini ortaya koydular. Böylece o günden bu güne ve kıyamete kadar dört mezhebin doğruluğuna karar verdiler. Bunlar: Hanefi, Şafii, Maliki Hambeli dir. Zaman geçtikçe ashap da ahireti teşrif ettiler. Gün geçtikçe ashabın yaşadığı gibi İslamı yaşayanlar, çok az kaldı. Onların yaşantısına dönmek için müslümanlar, Hasan-i Basrı gibi bu zatlara sofi, sonra şeyh ve mürşit dediler ve bunların getirmiş olduğu İslamı sisteme de mezhep, tarikat ve tasavvuf ismi verildi. Aslında bunların hepsi ibadet ve taatlarını Allah’ın razı olduğu şekilde, Onun emir ve nehiylerini gereği gibi yapıp, tek olan Allah’a Vasıl olmak için çalıştılar. Cenab-ı Hak, bizlere yol gösteren alim ve mürşitlerimizden ebediyyen razı olsun, makamlarını nuruyla doldursun. Amin, bi-hürmeti seyyidil- mürselin. Kuran-ı Kerim de mürşit, tarikat, tasavvuf var mı, diyene şöyle cevap veririz: Cenab-ıRabbül-alemin buyuruyor ki: “Muhakkak sizin için Allah’ın Resulü’nde güzel örnekler vardır.“ Öylese Allah’ın Resulü’nde bunların hepsi mevcut olduğuna göre demek ki varmış. Çünkü Allah’ın Resulü’nü canlı örnek almamız bizlere tavsiye ediliyor. Bir ayet-i kerimede de Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Hidayetini murat ettiklerim, hidayettedir. Dalaletini murat ettiklerime ise bir veli, bir mürşit karşı getirmem.“ Öylese tarikatler vardır ve tarikatsiz, mürşitsiz kalınmamalıdır. Hani bir devlet dairesinde tanıdık, dost veya sizi seven bir amirin bulunması size dünyada bir güven verir. Bunun gibi Allah’ın sevdiği kişilerle dost olmak, onlarla bir arada bulunmak, onları sevmek ve onler tarafından sevilmek de ahiret hayatı için bir güvencedir inşaallah. İslamı kendi başımıza yaşayabilir miyiz? İslamı kendi başımıza yaşamak asla mümkün olamaz. İslamı kendi başımıza yaşamak mümkün olsaydı peygambere, alimler, fetvacılara, yani müftülere, vaizlere, tasavvuf alimlerine ihtiyaç olamazdı. İslamı (şeriati) bir binaya benzetirsek, bunun her malzemesini, her sanat öğesini tek bir kimsenin yapması mümkün olamadığı gibi, İslamı da tek başına yaşamk mümkün değildir. Öncekikle dünya düzeni içinde alem şümul bir görev üstlenen İslam, bir cemaat dinidir. Bu cemaat içerisinde sevgi, yardımlaşma ve dayanışma mevcuttur. Sevgi, tek başına olmaz. yardımlaşma ve dayanışma tek başına olmaz. Bunlar beraberliğe dayanır; karşılıklı olur. Öğrenim ve öğretim, tek taraflı olamaz. Öğretiviler ve öğreniciler vardır. Toplum içerisindeki münasebetler, alıcı ve vericiyi gerektirir. Ben, ihtiyacım olan her ürünü kendi başıma yetiştirir ve kullanırım, diyemezsiniz. Bilidiği gibi “Komşu, komşnun külüne muhtaçtır.“ Mademki tek başımıza yaşayamayız. O halde insanların dünya ve ahirette mutlu olmasını sağlamak üzere Cenab-ı Hak tarafından peygamberleri vasıtasıyla gönderilen ilahi emirler manzumesi olan dini de gerektiği şekilde fert fert veya toplu olarak yaşamak zorundayız. Şurası da bilinmelidir ki İslam sadece namaz, oruç, hac, zekat ve kelime-i şahadet getirmekten ibaret değildir. Onun ahlakı realitesinde demokrasiya bağlı düzenlemeler vardır. Ailenize yardım etmek mecburiyetindesiniz; komşunuza yardım etmek mecburiyetindesiniz; vatandaşlarınıza yardım etmek mecburiyetindesiniz ve “Bütün müminler kardeştir.” Talimatı gereğince müminlere yardım etmek mecburiyetindesiniz. Bu yardımlaşma ve dayanışma sadece dünya için düşünülemez. Müslümanlar bu sevgi gereğini ahirette de ‘şefaat’ sistemiyle yerine getireceklerdir. Bu da müslümanların başı boş olmadıklarını, birbirleriyle sürekli hemhal olduklarını göstermektedir. Müslümanlar bir tarikate intisap etmek mecburiyetinde midir? Bir insan şeriatin (dinin) emrettiği vazifeleri yapmakla, yani yalnız şeriatle cennete girebilir. Ancak bunları kendi başına yapmak çok zor olduğundan, insana bu yolda muhakkak bir yardımcı lazımdır. Hz. Muhammed (S.A.V), bütün aleme rahmet için gönderilen bir peygamber iken, Mirac’a hurucunda Kudüs‘e kadar bir ‘Burak‘la gelmiştir. Kudüs’ten Sidretü’l-münteha’ya kadar Cebrail Aleyhisselam’ın öncülüğünde gitmiştir. Sidretü’l-münteha’dan Cenab-ı Hakk’ın katına ‘Reflet‘ isminde Allah’ın bir mahlukuyla gitmiştir. Bundan anlaşılıyor ki bir insanın maksadına ulaşması için, bir yol gösterene mutlak surette ihtiyacı vardır. Bir talebenin – nasıl ki okumayı yazmayı çok iyi bilse bile – yüksek makamlara ulaşabilmesi için öğretmenlere, kariyer sahibi doçent ve profesörlere ihtiyacı olacaktır. İsmail Hakkı Hazretleri buyuruyor ki: “o ki Cenab-ı Allah bizatlihi emirlerini yaymıyor, bir naib-i Muhammedi lazımdır.“ Yani Peygamber Efendimize (S.A.V) vekaleten bir yol gösterici lazımdır. Bu yol göstericiye de tasavvufta sofu, şeyh ve mürşit denir. Cenab-ı Hak, Musa Aleyhisselam’ ı irşat için Hızır Aleyhisselam‘ ı gönderdi. Demek oluyor ki Allah’a kolaylıkla vasıl olmak isteyen bir kimsenin, gerçek bir mürşide bağlanması gerekir. Bir tarikate intisap edilirken nelere dikkat etmek gerekir? Evvela intisap edilecek zatın yaşantı ve harekatı şeriate, sünnet-i seniyyeye uygun olmalıdır. O zatın, muhakkak bir mürşid-i kamilin emriyle o vazifeyi üstlenmesi, alim olması gerekir. Salik olanın, bunları dikkate alması lazımdır. Çünkü Allah’ın Resulü zamanında yalancı peygamber çıktığı gibi, bu zamanda da çok miktarda bid’at ehli türedi. Bundan dolayı çok ihtiyatlı davranarak, iyice öğrenip ondan sonra tarikate intisap etmek gerekir. Şöyle ki, insan bir defa intisap ettikten sonra, o kimse ehliyetsiz bile olsa, ayrılması çok zor olur. Zamanımızda da bu durumlarla karşılaşmaktayız. Ancak bu demek değildir ki herhangi bir mürşide dahil olmayın. Aslında bu zaman bir mürşide en fazla ihtiyaç duyulan zamandır. Allah Resulü‘nün buyruğu şudur: “Ümmetimin fesat zamanında sünnetime sarılan bir kimseye yüz şehit derecesi var.” Öylese eline demir asa alarak, ayaklarına demir ayakkabılar giyerek, bunlar yıpranıncaya kadar dolaşıp arayarak gerçek bir mürşide intisap edilmelidir. Mürşit olmayıcak yola girilmez Delilsiz menzil-i rah‘ a erilmez Herkese biatın sırrı verilmez Pir‘ e kul ol, biat almak dilersen İsmail Hakkı Bursevi Tarikati beğenmemek, tarikate buğzetmek mümkün müdür? Asla ve kat’a mümkün olamaz. Allah Resulü’ nün sözü şeriat fiili (yaşantısı) tarikat, hali hakikattir. Marifet ise hepsini içine alır. İkinci olarak, evliyaullahı inkar çok yanlıştır. Bu yanlışlar ta Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanına dayanır ki bu hallerden Allah‘a sığınırız. Peygaberimizden mürşidimiz Muhammed Maşuk’a kadar olan tarikat sultanları zincirine silsile-i zehep (altın zincir) denir. Bunları ve bunların yaşantılarını beğenmemek, buğzetmek insanın helakine sebep olur. Hiç bir şey yapmayan insan, en azından bunları sevmekle yetinmeli ve bu zatlara karşı olmamalıdır. Fatih Sultan Mehmet, Akşemsettin Hazretlerinin manevi tasavvuf halini görünce dayanamamış ve, “Bu ilimden ben de isterim.” diye onu zorlamıştır. Sonra az da olsa içine girip tadınca şöyle buyurdu Koca Fatih: Padişah-ı alem olmak Bir kuru kavga imiş; Bir veliye bende olmak Her şeyden evla imiş. Zamanımız, fikir ve zikir zamanıdır. Her insan Allah’ın varlığını ve birliğini aklıyla bulmak ve bilmek zorundadır. Arayarak, inceleyerek, tefekkür ederek Allah’ın varlığına tereddütsüz iman getirmelidir. Ama bu şeksiz imandan sonra da halini ona arz ederek zikre düşmelidir Fikirsiz zikir eksik kalacağı gibi, zikirsiz fikir de nakıstır. İslamı kurumlar da birbirini eleştirmek yerine, birbirine destek vermeli ve fitneye ve ayrılığa sbep olmamalıdır. Hz. Ebubekir’ den başlayarak Hz. Bediüzzaman’ a kadar bütün çilekeş, büyük insanlar bir an olsun zikirden, tesbihten uzak kalmamışlardır. Biz İslamı onlardan daha iyi mi biliyoruz? Onlar birlikten, sevgiden, tevazudan yana çaba gösterirken, müslümanları bölmek, kendi dışındakileri beğenmemek hakkını bize kim verdi? Bu açıdan herhangi bir tarikati beğenmemek veya ona buğzetmek hiçkimsenin tasarrufunda değildir. Edep nedir? Edep bir tac imiş nur-ı Hüda’dan Giy ol tacı, emin ol her beladan Edep ehli keremden hali olmaz; Edepsiz okuyanlar, alim olmaz Cenab-ı Peygamber (S.A.V) buyuruyor ki: “Beni Rabbim edeplendirdi ve çok güzel edeplendirdi.” Edep, davranıştır; iyi ahlaktır; güzel huydur; yumuşak başlılıktır; gülen gözlerdir; sevgidir; saygıdır. Ona sahip olmak, her müslümanın vazifesidir. Allah’a ancak edeple ulaşılır. Tasavvufta edebin merhalesi ayrı ayrıdır: Şeyhe karşı edep, Peygamber (S.A.V) e karşı edep, Allah’a karşı edep. Bu zatların şahıslarına göre, insan, tavrını, harekatını kontrol edip, edebini, hayasını onlara karşı muhafaza etmelidir. Ancak bu edebi, Allah’a göre, Peygambere göre, mürşide göre farklı biçimlerde ve gerektiği halde yapmalıdır. Kur’ an- Kerim’ de bile Cenab-ı Hak edebi emrediyor. Şöyle ki : “Seslerinizi Nebi’ nin sesinden yüksek çıkarmayın. Başkalarıyla konuştuğunuz gibi O’ nunla konuşmayın; yaptığınız amelleriniz iptal olur.” Şeyhin huzuruna edeple varmak, o işaret etmeden oturmamak, ondan önce bir şey yememek, içmemek, onun karşısında dikkat çekici davranışlarda bulunmamak, sesini yükseltmemek, onunla münakaşaya girişmemek, yüzünü buruşturmamak, her an emrine amade bulunmak, yüzüne bakarken onu sevdiğini belli etmek gerekir. Dünyanın geçici menfaatleri uğruna bir muhtarın karşısında bile elpençe divan durulurken, en temiz kıyafetlerle devlet adamlarının karşısına çıkılırken, saygıda kusur edilmezken, edebi ahiret hayatının kazanılmasında yol gösterici olan, belki de dua ve şefaatiyle kuruluşa sebep olan şeyhin karşısında edepli bulunmak insan ve İslam oluşan bir gereğidir. (Hazırlayan) Edeple şeyh huzuruna varanlar Bunlardır feyz-i hak ile dolanlar Mürşidin her sözünü yapmak lazım mıdır? Bu zamanda böyle bir sorunun cevabı, çok düşündürücü bir açıklamayı gerektiriyor. Aslında mürşid-i kamile itiraz olamaz. Ama öyle bir zamandayız ki mürşid-i kamili iyi aramak ve bulmak gerekir. Mürşid-i kamile neden itiraz yoktur? Musa Aleyhisselam azim bir Peygamber iken, Hızır Aleyhisselam’ a neden – niçin dedi, üçüncü neden – niçinde ayrıldılar. Ayrılmalarına bu itirazları sebep oldu. Sabretseydi daha çok hikmetli ilimler öğrenecekti. Bundan da anlaşılıyor ki bir kimse ne kadar alim olsa da muhakkak bir mürşide ihtiyacı vardır ve tasavvuf da ayrı bir ilimdir. Yalnız şu keşmekeş zamanda, karışıklıkta, bid’ atçılar arasında yaşarken böyle bir soruya, kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Mürşidin şeriate, sünnet-i seniyyelere uygun olan emirlerine riayet intisap etmek için çok dikkat edilmesi gerektiğini ifade etmiştim. Mürşide nasıl bağlı olunur? Tarikatte şirk nasıl olur? Mürşide bağlanmayı bizler ve mürşitlerimiz, Peygamber Efendimizin (S.A.V) ashapla biatlerinden öğreniyoruz. Biat, erkeklerde müsafaha şeklinde; kadınlarda Allah Resulü’nün sesini işitecek bir yakınlıktan konuşma ile yapılırdı. Kadınların bu biati sırasında Peygamber Efendimiz (S.A.V) ellerini önlerine çekerek o suya sokar veya havlu gibi bir şeyin ucundan tutarak biat ederlerdi. Bizim mürşitlerimiz de aynen böyle yapıyoruz. Bundan sonra gereken talimat verilmektedir. Şirke gelince, Allah’a karşı yapılan bir ibadet veya O’ ndan istenen bir dilek. Peygamber (S.A.V)’ e yapılamayacağı veya Peygamber (S.A.V)’ den istenemeyeceği gibi, bir mürşide karşı da yapılamaz veya mürşitten isteyemez. Cenab-ı Hak’tan her şey isteyebilirsin. Cenab-ı Hakk’a secde edebilirsin. Bir Peygamberden ve mürşitten, Allah’tan istediğin, Allah’a secde ettiğin gibi bir istekte bulunulamaz ve secde edilemez. Bu, küfür olur. Misal: Yarabbi, bana ilim ver! Yarabbi, bana sıhhat ver! Yarabbi bana şifa ver! Yarabi, bana evlat ver! Bunun gibi. Yani ayakkabının bağına kadar Allah’tan isteyebilirsin. Bunlar ve bunlara benzer istekleri ne bir peygamberden ne de bir meşayihten isteyemezsin; küfürdür. Bir gün Üstad-ı Azam Muhammed Maşuk (K.S) Hazretlerinin huzurunda oturuyorken mübarek ellerini öptüm ve ayaklarına da yüzümü sürmek istedim. “Haramdır” buyurdu. Ondan sonra böyle bir hareketi kendim yapmadığım gibi, herhangi bir kimsenin yapmasına da asla razı olmadım. Tarikatte mertebe var mıdır Buna şöyle cevap verebiliriz: Nefs-i emmare, nefs-i mülhime, nefs-i mütmainne, nefs-i raziyye, nefs-i merziyye, nefs-i safiyye gibi mertebeler tarikatte vardır. Yalnız, bir müride lazım olan, bu gibi mertebelere kafasını takmamak gerekir. Bunları düşünmek, bir müridi olduğu gibi, herhangi bir müslümanı bile sülukünden, yolundan geri kor. Artık onun işi Allah rızası için değil de makam, mevki için olur ki böyle şeyleri düşünmek, bizim gibi aciz kimselerin hakkı değildir. Kendimizi dünya, nefis, kötü arkadaş, dedikodu, senlik-benlik bataklıklarından kurtarabilirsek, ne mutlu bize. Bu hususta Cenab-ı Hak, cümlemizin yardımcısı olsun. Zaten aslında bir mürşide bağlanmak benlikten, enaniyetten kurtulmak içindir. Hal böyleyken, bir makam, mertebee, rütbe davasına düşersek, o zaman tarikatten değil, belki şeriatten de düşeriz. Cenab-ı Hak biliyor; siz kardeşlerimiz de buna şahit olun ki ne Üstad-ı Azam’ ın hayatında , ne de bu zamana kadar böyle bir dava, böyle bir istek bu aciz fakirde vuku bulmamıştır. Bununla söylemek istediğim, böyle bir arzu peşinde olsaydım mutlaka bir defa olsun istihare yoluyla bu işe başvururdum. Bir defa böyle bir istihare vuku bulmuştur. Üstad-ı Azam Muhammed Maşuk (K.S)’ un emriyle, icazet emri buyuracağı akşam vaki olmuştur. Rabıta nedir? Tarikatin rükünlerinden biri de rabıtadır. Bu konuda eski Edirne Müftüsü Hacı Muhammed Fevzi Efendi, “Reşahat-ı Ayn-ı Hayat” isimli eserinin “Ayn-il-hakikatı fi’r rabıtati’t-Tarikat” bölümünde Cenab-ı Kibriya’nın “ve’ bteğu ileyhi’l- vesilete” kavl-i şerifini örnek göstererek, “Müridi şeyh-i kamilin rabıtasından menetmek bu ayet-i kerimeye muhaliftir.” der. Rabıta, tarikatin bir rüknüdür. Ancak bu konu üzerinde fazla durmayacağım. Daha geniş bilgi isteyenler adı geçen esere müracaat edebilirler. Rabıta-i şerif, şeyh-i kamil sebebiyle fenafillah’a ulaşmaktır. Bu mertebenin sırası: fenafişşeyh, fenafirresul ve fenafillah şeklindedir. Yani evvela şeyhte, sonra Resulullah’ ta ve daha sonra Cenab-ı Hak’ ta yok olmaktır. Rabıtanın çok şekli bulunmaktadır. Onun özü bence, huzurunda olsun veya olmasın şeyh-i kamil aracılığıyla Cenab-ı Hakk’ ın feyzini müridin kendi kalbine çeşme gibi, güneş gibi akıtmasıdır. Mürit, gönlünü şeyhinin maneviyatına bağlayip, hayalen, füyuzat-ı ilahiyenin, şeyhine güneş gibi vurduğunu, ondan da kendine aksettiğini düşünecektir. Bu düşünceyi ne kadar nurani, ne kadar şaşaalı hayal ederse, o kadar feyizyap olur. Bazı misaller vereceğim: Mesela: Bir aynayı güneşe tutar da karşıdakinin gözlerine aksettirirseniz, o güneş karşınızdakinin gözlerini, açılmayacak derecede kamaştırır. Halbuki asıl güneş semadadır ve ona bakılabilmektedir. Ama aynı güneş, ayna aracılığıyla yüzü ve gözleri yakacak hale gelir. Bunun gibi Allah’a vasıl olmak isteyen, mürşid-i kamil aracılığıyla, Allah’ın nurunuve feyzini kendi kalbine aksettirir. Erzincan’da hocanın biri rabıta hususunda Pir-i Sami Hazretlerine karşıymış. Karşılaştıkları bir gün Hoca de ki: “Şeyh Efendi, sen diyormuşsun ki, ‘Şeyhinizi rabıta yapın.’ Bu nasıl olur? Hele namaz içerisinde, ibadet sırasında böyle şey olur mu?” Hazret şöyle cevap verir: “Sen namaz kılarken, diğer ibadetlerini yaparken aklına iş yerin gelmiyor mu? Ehl ü iyalini, ahırdaki hayvanlarını, atlarını, eşeklerini düşünmüyor musun? Tabii ki düşünüyorsun. Ben bunlardan daha mı kötüyüm? Halbuki ben aklına gelirsem, Allah’ın huzurunda olduğun aklına gelir.” Bu hususta bazı kimseler çok aşırı tenkitte bulunarak, rabıtayı putperestliğe benzetiyorlar. Halbuki Beytullah’a karşı secde ediyoruz ; onu tavaf ediyoruz. Onu tavaf ediyoruz. Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret ediyoruz. Bunlardan hiçbiri haşa ki Allah değil; Allah ile kul arasında bir vesiledir. Başka bir açıdan konuya şöyle bakabiliriz. Şöyle ki: İmamı öne geçiriyorsunuz ve ona tabi oluyorsunuz. Hem de Fatiha‘ yı okurken “İyyakenabudü ve iyyake nestain” diyorsunuz. Bu ayet-i kerimenin anlamı, “Ancak Sana ibadet ederim, ancak Senden yardım isterim.” dir. Halbuki imama uyarak, onun aracılığıyla Allah’ tan istiyorsun. Hatta bu namaz, kendi başına kıldığın namazdan 27 derece fazla faziletli oluyor. Tasavvuf alimlerinin buyurdukları gibi, Allah’ la kul arasındaki vesilenin en mükemmeli insan-ı kamildir. Çünkü mahlukatın en şereflisi insandır. Resulullah Hadis-i kutsi de: “Ben yere, göğe sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım.” Buyuruyor. Müslümanların dünyevi işlerde geri kalmasının İslamı açıklaması nedir? İslamı yaşamadığımızdan. Tek kelime ile müslümanların, İslamı yaşamamasındandır. Yoksa Cenab-ı Hakk’ın “Dünyayı da imar edin.” emirleri vardır. Bir müslüman Kur’an’a, hadise göre yaşamazsa, dünya işlerini din işlerinden öne alırsa, dünyayı ahirete tercih ederse, Cenab-ı Hak, onların dünya işlerini de işte böylesine geri bırakır. Hadis-i şerifte Allah’ın Resulü (S.A.V) buyuruyor ki, “İslamın resmi, imanın ismi, Kur’ an-ı Kerim’ in harfleri kalırsa; düşünceleri mideleri olursa, Kadınlar kıbleleri olursa, aza kanaat, çoğa şükretmezlerse, alimlerden koyunun canavardan kaçtığı gibi kaçarsalar, Cenab-ı Hak onlara üç bela verir: Zalim idareci, rızıklarından bereketin kalkması, üçüncüsü dünyadan imansız çıkmaları.” Biz, bunlardan Allah’a sığınırız. Hal böyleyken görülüyor ki insanın ne dünyası ne de ahireti kalıyor. Denebilir ki müslüman olmayan Batılılar neden müreffeh oluyor? Bunu birazcık aklı, izanı olan kimse anlayabilir. Şöyle ki Firavun’u, Nemrut’u, Karun’u, Şeddat’ı gözönüne getirmeye müslümanları davet ediyoruz. Bu hususta Batılılar beraber bir kefeye giremeyiz. Cenab-ı Hak, onlara tuzak kuruyor; neticede kimisini yere batırdı, kimisini denize gark etti. Hasıl-ı kelam hepsini helak etti. Ve sellalahu ala seyyidina Muhammedin ve sahbihi vesellem. Tarikate intisap nasıl olur? Mürit şeyhin önünde, şeyhin elini tutup, onunla birlikte tövbe ettikten sonra tarikate kabul edilir. Daha sonra aşağıdaki işlemleri sırayla ve birer defaya mahsus olmak üzere yapar: 1. Tövbe guslü 2. İki rekat tövbe namazı 3. Selamdan sonra tövbekar olmak 4. 25 estağfurullah 5. 7 Fatiha (Her okunduğunda Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.V)’ nın ve cümle şeyhlerimin ruhlarına hediye edilmelidir. 6. Hayal-i mevt (Bu, ölümü, kabri ve ahiret hayatını düşünmektir.) Günlük yapılacak ders: 1. 25 defa estağfurullah 2. 7 Fatiha-i şerif ( Birinci Fatiha, Peygamber Efendimiz (S.A.V) in ruhuna ve Şah-ı Nakşibendi Eşşeyh Muhammed Bahaüddin ve Şeyh Abdülkadir-i Geylani (K.S) ruhlarına; ikinci Fatiha, Peygamber Efendimiz Gucduvanı ve İmam-ı Rabbani (K.S) nin ruhlarına; üçüncü Fatiha, Peygamber Efendimiz (S.A.V) in ruhuna ve Mevlana Halid ve seyyid Abdullah (K.S) ın ruhlarına; dördüncü Fatiha, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve seyyid Daha ve Seyyid Sıbğatullah (K.S) ruhlarına; beşinci Fatiha, Peygamber Efendimiz (S.A.V) in ruhuna ve Pir-i Tahi Eşşeyh Abdurrahman ve Şeyh Fethullah (K.S) ın ruhlarına, altıncı Fatiha, Peygamber Efendimiz (S.A.V) in ruhuna ve Hazreti Eşşeyh Muhammed Zıyaüddin ve Şeyh Ahmed-i Haznevi (K.S) nin ruhlarına; yedinci Fatiha, Peygamber Efendimiz (S.A.V) in ruhuna ve Şeyh Muhammed Maşuk ve Şeyhina Eşşeyh Muhammedüni#l-Erzincani (K.S) nin ruhlarına hediye edilir.) 3. Beş bin defa kalben Allah denir. (Her yüz başında “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi” denmelidir.) 4. Yüz defa Salavat-ı Şerif 5. Yüz defa İhlas suresi 6. Yüz defa Sübhanallahi ve’l-hamdulillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber vela havle vela kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim okunur. Cenab-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed’in yar ve yardımcısı olsun. Amin. Ve selamun ale’l-mürselin ve’l-hamdu lillahi rabbi’l-alemin. “Keşke Başörtülünün Ayağının Tozu Olsam” Mürşitlerden bir zat müritlerine sürekli olarak: “Keşke o başörtülünün ayağının tozu olsam,” dermiş. Bir gün müritleri bunun sebebini sordular. Mürşit onlara şu hadiseyi anlattı: “Bende şöyle bir hal vardı. Kendi kendime derdim ki: “Acaba Allah’ı bizim gibi zikreden, manevi sahada çalışan var mı?” Tabii bu iyi bir hal değildi: çünkü bu, nefsin sesiydi. Mürşidim beni bu halden kurtamak istiyordu. Aniden bende bir hal zuhur etti. İçinde bulunduğum dünya değişti, kendimi hiç tanımadığım bir mekanda buldum. Oranın insanlarına: “Bağdat buraya ne kadar mesafede?” diye sordum. Onlara: “Biz Bağdat’ın ismini duyduk, oraya gitmek kabil değil. ”Bu karşılıklı konuşma olurken yakınımızda muhteşem bir saray gürdüm. Sordum: Bu saray kime ait?” Dediler ki: “ Bu saray, hükümdarın kızına aittir.” Hükümdarın kızı evlenmek istiyormuş; ancak şartları yerine getiremedikleri için canlarından olmuşlar. Bu hikayeyi dinleyince kendi kendime dedim ki: “Benim memleketime dönüşüm artık muhaldir. Kaybedecek bir şeyim de yok. Şayet muvaffak olursam evlenir, burada kalırım.” Aracılar gidip hükümdarın kızına niyetimi ulaştırınca, görevliler gelip beni ona götürdüler. İçeri girince selam verdim. Hükümdar kızı ismimi söyleyerek selamımı aldı. Benden öncekilere yüzünü göstermediği halde, beni kabul ettiğinde yüzü açıktı. Yer gösterdi, oturdum. Sonra evlenme şartlarını söyledi: “Benim bir rahatsızlığım var. O da gönül rahatsızlığı, kalp rahatsızlığı, kalp huzursuzluğu. “Ben:” Rahatsızlığınız bu ise tedavisi çok basit, dedim. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur’an-ı kerim’de buyuruyor ki: “Allah’ın zikri ile kalpler rahat olur, huzur bulur, tedavi olur. “Bu manada olan ayet-i kerimeyi okuyunca, o kız baygınlık geçirdi. Kendine gelince ayeti bir daha okumamı istedi. Ayeti tekrar okudum, ikinci defa baygınlık hali geçirdi. Neticede onunla anlaştık. Bana bir isteğimin olup olmadığını sordu. Ona,: Beytullah’tan, Ravvza-i Mutahhara’dan çok uzak kaldım. Acaba oraları bir daha görebilir miyim, diye sordum. Beni pencerenin yanına götürdü, perdeyi kaldırdı. Bir de ne göreyim, Beytullah da, Ravza-i Mutahhara da karşımda. İşte o zaman aklım başıma geldi. Ben kendi kendime diyordum ki: “Acaba yeryüzünde bizim gibi çalışan, zikirle meşgul olan var mı?” Şeyhim beni bu enaniyet halimden vazgeçirmek için şu anda bir himmet göstermişti. Tabii bundan sonra bende sıkıntı başladı. O kız bana dedi ki: “Memleketine dönmek ister misin?” İstediğimi söyledim: fakat burası memleketime çok uzaktı. Kız dedi ki. “Üzülme, çok basit. Nasıl geldinse öyle gidersin. Haydi Allah hayırlı selamet versin.” Bir anda kendimi dergahın kapısında buldum ve şeyhim bana dedi ki: “Nasıl, bizim gibisi var mıymış, yok muymuş?” İşte her zaman: “Keşke o başörtülünün ayağının tozu olsam.” dediğim budur. Yani bizden çok daha faziletli kadınlar varmış. Bundan şu netice çıkıyor: Allah’ın zikri; kalplerin huzuru, şifası, gönüllerin nurudur. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadis-i Şerifte buyuruyor ki: “Zikrullah şifau’-l kulub.” (Kalplerin şifası, Allah’ı zikirle olur.) Allah’ın Resulü (S.A.V) bir gün ashabın huzurunda buyuruyor ki: “Sebekal muferridun” (Fertler ön safa geçti, fertler ön safları aldı.) Ashap dediler ki: “Ya Resulallah, kim bu fertler?” Peygamber (S.A.V) şu ayet-i kerimeyi okumaya başladı: “Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah‘ı çok zikreden kadınlar ön safları aldılar. Allah onlara mağfiret ve ecr-i azim hazırladı.” “Her kimin kalbinde Allah var ise, dünya ve ahirette onun .” Bir ayet-i kerimede Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Kıyamet günü ne mal ne de evlat fayda vermez. Ancak kalb-i selim ile Allah’a gelmek fayda verir.” Reşahat-ı Ayn-ı Hayat isimli eserde şöyle bir hadise anlatılır: Bir zatın babası sekerat halinde iken bir ara kendinden geçiyor. Gözlerini açtığında, oğlu soruyor: “Baba, ne haldesin?” Babası diyor ki: “Oğlum, benden kalb-i selim istiyorlar; o da bende yok.” Böyle birkaç defa tekrar ediyor. O zat babasına diyor ki: “Baba, mürşidime vekaleten elimden tut.” Elinden tutuyor ve biat ettikten sonra vefat ediyor. Cenab-ı Hak cümlemize hidayet etsin. Amin.
Posted on: Mon, 21 Oct 2013 14:57:20 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015