Yaratılışın Tanrı-Allahı, «yaban otlarına», «kırların - TopicsExpress



          

Yaratılışın Tanrı-Allahı, «yaban otlarına», «kırların otlarına», sinek veya arılara neden Adem Babamıza gösterdiği düzeyde bir ilgi gösteriyor? Safa Kaçmaz *** Öteki “Semavi- Göksel” dinlerde olduğu gibi, Kuran’da da Mezopotamya ilahilerinde karşılaştığımız kalıpsal söylemler kullanılmaktaydı. Bu durum Muhammed’in kişisel özelliğine bağlı değildir; İslam halinde şekillenecek toplulukların Mezopotamyadaki ön geleneklere bağlı olmalarından ötürüdür. Muhammed’in Allah’ı, “gördüğünüz görmediğiniz, bildiğiniz bilmediğiniz herşeyi ben yarattım...” deyip işin içinden çıkma yolunu seçebilirdi. Böyle demesi halinde de, şimdiki ve o zamanki sayısız “ilahi sorunu” daha az zahmetle de çözmüş olurdu. Musa ve Muhammed, tanrılarına bunu kolaylıkla söyletebilecek kadar da akıllı insanlardı. Gelgelelim yine de onlar, Tanrı ve Allahlarına böyle kestirmeci bir sözü söylet(e)mezler. “Yaratılış”ın Eski Ahit’teki varyantlarında gördüğümüz gibi, Tanrı-Allah bu Yaratma işinde, her zaman çok özel bir takvim kullanıyordu; bir ritüel de, bir bayramda olduğu gibi... Neyi nasıl yarattığını, yaratma işinde kimlere nasıl emirler verdiğini, neleri hangi yöntemlerle Yarattığını; Ademin neresine yaşam nefesini nasıl üflediğini; Ademin hangi kemiğini nasıl alıp ondan bir Havva meydana getirdiğini vb. oldukça detaylı olarak ve gayet somut kalıpsal tanımlar yardımıyla aktarıyordu. Kendisini bu ayrıntılı anlatımlara zorlayacak hiçbir merci olmadığı halde, Allah veya Tanrı, `ayin düzenleyici` peygamberleri aracılığıyla, Yaratılışı bu denli ayrıntılı bir şekilde anlatma geleneğini sürdürmüştür. Muhammedin de bu eski kalıpsal dini söylemler çerçevesinde eğitilmiş olduğunu görüyoruz. Bu nedenle o, müminlerine “Allah’ının büyüklüğünü” anlatmak istediği zaman, örneğin “otlağı” bile Allah’ın çıkardığını vurgulamayı, (bu kalıpsal söyleme bağlı kaldığı için) çok önemsiyordu: “Rabbinin Yüce adını tesbih et ... ve O, otlağı çıkardı, sonra da onu kapkara bir sel atığı haline getirdi.” (A’L Suresi) Kuran’ın bu tür ifadeleri, elbette, «çöl Arapları»nı Yeşillik gibi en zayıf yerlerinden vurma vb. gibi hedefler gütmüş olsa bile, konumuzun aslını açıklayamaz. Çünkü bu «ot»lar öylesine önemliydi ki, Eski Ahit’in tanrısı bile, önceki «7 gün»lük yaratılış ayininde, 3. günü, « Toprak »a emrederek ; Yeryüzü; bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin! diye buyurmuş ve öyle de olmuştu. Fakat, daha sonra, her şey yaratıldı dedikten sonra, dِönüp yarattıklarına baktığında üç eksikliğin olduğunu gِörecekti. Çünkü artık burada bir başka topluluğun “yaratılış versiyonu”nu dinlemeye geçmiştik. Bu versiyona göre daha ot dahi bitmemiş; yağmur henüz yağmamış, daha önemlisi İnsan bile ortaya çıkmamıştı: “Yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RAB Tanrı henüz Yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek İnsan da yoktu.” (Eski Ahit) Buyrun burdan yakın dercesine söylenmiş tanrısal sözler! İnsan kadar önemsenen otlar! Bu otları küçümseyemeyiz! Akado-Sammaru kayıtlarında bu «yaban ot»larının, «kırların otlarının» ne kadar önemli olduğunu; «kırın adamı»nın var edilmesinin, tahıl-meyve ve sebze’leri yetiştirecek toplulukların «var edilmesi» anlamına geldiğini görmüştük. Bu tür temel izler bizi, erken Yaratılış anlatımı olan Enuma Eliş’in ilk satırlarına kadar taşır ve basit «ot» kavramı, bir dizi ara aşamadan geçerek, Hitit dilinde, Hurri toplulukların anlatımı olarak yeniden karşımıza çıkar: Bu «ot»lar, zahireler çayır ve meralar değildi. Günümüzde bile «ot gibi adam» dediğimiz topluluk-insan tanımıydı. Demek ki burada, tarımcı bazı ön Assur topluluklarıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Anlatım tarzı iyice bozulmuş bile olsa dinsel yazını Mezopotamya topluluklarının, bir çeşit tarih aktarımı olarak ele almayan yaklaşımlar, Sabii veya Yezidi topluluklarda «Marul yeme yasağını», «Fasulye veya Mercimek, Bakla, Lahana, Bal kabağı» yemenin neden günah sayıldığını anlaması olanaklı değildir. Mezopotamyada Nebati topluluğu da, muhtemelen farklı bir «ot, yeşillik» topluluğuydu; Luvi’ler ise belki de bir «Fasulye» isimli bir topluluğu ifade ediyordu ve belki bu yüzden, bir İnsan kendini «kuru fasulye gibi nimetten» sayabiliyordu. Rum veya Ermeni ortodoksları Paskalyalarında mutlaka «Marul ve Mercimek » yemeyi gerekli görüyorsa, bunun nedeni Marul ve Mercimekin kendi değeri değildir; aslında yenilen ve mutlaka yenilmesi gereken şey Marul ve Mercimek adlarını kullanan toplum birimlerinin insan kurbanlarıydı. «Mercimeğin fırına verilmesi» deyimi, bir bayram-festival ortamını anlattığı için, aynı zamanda doğrudan cinsel ilişki çağrışımı yaptırabiliyordu. İskambil destesindeki «Sinek»in, neden bir «Yonca» yaprağı görünümüyle kendini günümüze taşıyabilmiş olduğunu, ancak Yeşilin, Nebatın bu önemi açıklayabilir. İslam peygamberi Muhammed, eski gelenek kalıntılarına dayanarak, «sinek»in kutsallığından bahsedince, kaba ateistler bunu bilinen hayvan `sinek` olarak algılıyor. Aslında, Muhammed de kutsal sinek dediğinde, bu sineği hayvan sinek olarak düşünüyor olmalıydı. Aradan geçen binlerce yıl içinde, bir topluluğun adı olan Sinek, giderek hayvan sinek olarak ele alınmaya başlanmıştı... `Sinek` veya `Arı’nın Avestacılığın sembolü olabileceğini düşünmeden; Musa’nın tanrısının düşman topluluklara «bela » vermek istediği zaman, derhal Assur’daki bu «kuzey arıları»nı harekete geçirdiğini bilmeden, Avestanın kör sineklerini hesaba katmadan, salt «sinek» kavramı yoluyla hayvan sinekler üzerinden «bilim»cilik oynamak artık olanaksızdır. Çünkü dinsel metinlerde Otun, Zahirenin, Marulun , Mercimeğin, Kabakın, Fasulyenin, Sinek veya Arının Mezopotamyadaki insan topluluklarını anlatan kavramlar olduğunu artık açıklığa kavuşturmuş durumdayız.
Posted on: Sat, 02 Nov 2013 21:09:48 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015