Üç dost aile olarak, 2010 Kurban Bayramı tatilini Yunanistan, - TopicsExpress



          

Üç dost aile olarak, 2010 Kurban Bayramı tatilini Yunanistan, Makedonya ve Kosova gezisi için ayırdık. Gezi programı özellikle Atatürk’ün anılarını takip eden bir çizgide tasarlanmıştı. Tabii bir de Osmanlı’nın; pek çoğu silinmiş, pek azı ayakta durabilen yadigârları… Gittik, gezdik, gördük ve döndük… Esasen yola çıkarken bu geziyi bir yazı ile anılaştırmayı hesaplamaktaidim. Tarihi eser ve kalıntıları, kültürel gözlemleri, doğa güzelliklerini ve en önemlisi Büyük Atatürk’ün anılarını simgeleyen yer ve yurtları başarabileceğim ölçekte edebî bir dille kaleme almayı arzuluyordum... ...Gel gör ki tasarladığım yazıyı yazmaya yüreğim bir türlü el vermedi.Giderken aklım ve gönlüm, Türkiye ile ilgili kaygılara öylesine takılı kalmış ki, onlardan asla kopamadım. Üstelik üç-beş yıl önce gezdiğim Bosna Hersek’deki izlenimlerimle harmanlayarak algıladığım Makedonya’daki gözlemlerim, Türkiye ile ilgili kaygılarımı daha bir alevlendirdi, derinleştirdi… Üsküp’te iken gönlümüzün sesine kulak verip, son anda Kosova ziyaretinden feraagâtle gruptan ayrıldık; bunun yerine Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin doğup büyüdüğü Kocacık Köyü’nü ziyaret etmeyi yeğledik. Ve tabii sonuçta ne iyi etmişiz dedik. Makedonya’nın zirve noktalarından birine, karlı dağların en yüksek kovuğuna yerleşmiş Kocacık ve Kocacıklılar bizi âdetâ büyüledi. Bu etkileyişte; Kocacık’ın konumundan, Ali Rıza Efendi’nin doğup yaşadığı evin taş temelinden daha çok, hâlen orada yaşayan Kocacıklıların bizi karşılayışları, evlerine misafir edişleri ve en önemlisi gerek kültür gerekse şuur anlamında, Türklüğü en yüksek perdeden yaşayışlarını görmemiz pay sahibi oldu… İşte bu güzel nedenle, aşağıda anlatacaklarımız bakımından Makedonya ve Bosna Hersek’ten hiç de farkı bulunmadığına haricen bilmekte olduğumuz Kosova’yı ne yazık ki göremedik. Şimdi gelgelelim, bir bakıma duygusal gözümüzü kapatıp, düşünsel güzümüzü teyakkuza geçirerek derlediğimiz yakıcı gerçekliğin izdüşümüne… YUGOSLAVYA TARİHİNE DAİR BİR KAÇ SÖZ… “Yug”un Türkçe karşılığı “güney” dir. Yugoslavya da “Güney Slavları Ülkesi” anlamına gelmektedir. Dünün Yugoslavya’sı, büyük çoğunluğu Slavlar’dan oluşmakla birlikte, bir çok etnik yapıyı bünyesinde barındıran bir ülke idi. Tarihi derinlik içinde bu toplumlar büyük ölçüde değişik bir çok milletin egemenliği altında yaşamışlardır. Bu egemenliklerden en uzun süreni ise (yaklaşık 500 yıl) Osmanlı’nınki olmuştur. Yugoslavya’nın ana unsurunu teşkil eden Sırbistan, 1389’da yapılan 1. Kosova Savaşı ile Osmanlı egemenliğine girmiştir. 1878’de olgunlaşan Sırp İsyanı ile 499 yıllık Osmanlı egemenliği son bulmuş; Sırbistan Bağımsız Krallığı kurulmuştur. Bilahare, oylum oylum alevlenen Balkan Savaşları’nın yarattığı yangın ortamında, Sırbistan Eski Sırbistan ve Makedonya ile 1. Dünya Savaşı sonrasında ise Hırvatistan, Dalmaçya, Bosna Hersek, Slovenya ve Karadağ ile birleşen Sırbistan Krallığı, Balkanların en büyük ülkesi haline gelmiştir. Bu ülkelerin adları değişik olmasına karşın, üzerinde yaşayanların tarihsel, kültürel, coğrafi ve hatta büyük ölçüde soy-sop benzerlikleri birleşmeyi kolaylaştırmıştır. Kısa bir süre sonra, Sırbistan Krallığı’nın adı Yugoslavya olarak değişmiştir. Yeni ülke Yugoslavya, 1941 Yılında Almanların işgaline mâruz kalmıştır. Ancak ülke halkı işgâle karşı oymak oymak “gerilla mücadelesi”ne girişmiş ve bu direniş, başarıya ulaşmıştır. 1943 yılında bu bağımsızlık hareketinin önderlerinden Josip Broz Tito kontrolü ele geçirmiştir. 1945 Yılında “Cumhuriyet” kurulmuş; 1946 yılında Tito hükümet başkanı seçilmiştir. Tito önderliğinde kurgulanan “öz yönetim” anlayışı ile Sovyet denemesinden farklı bir “sosyalizm pratiği”ni hayata geçiren Ülke, bir çok bakımdan kalkınma sağlamıştır. 1979’da “Üçüncü Dünya Ülkeleri” olarak da anılan “Bağlantısızlar Hareketi” Tito önderliğinde vücut bulmuş; bu suretle pek çok mazlum millet, Sovyetler Birliği’nin yakın yörüngesinden uzaklaştırılmıştır. Tamı tamına 34 yıl süren iktidarının ardından 1980 yılında Tito ölmüş; hemen ardından Yugoslavya, maruz kaldığı dış kaynaklı kaşıma/dürtükleme faaliyetleri sonucunda, çok değil 11 yıl sonra (1991 yılında ) ilk parçalanmayı yaşamıştır. Sonra bu parçalanma, biyolojideki benzetmeyle hem “mayoz” hem de “mitöz” anlamda devam etmiş ve daha da devam edecek gözükmektedir. PEKİ YUGOSLAVYA KAÇA BÖLÜNMÜŞ DERSİNİZ? Şu an için görünürde şimdilik rakamla 6 (yazıyla altı) bağımsız devlete bölünmüş durumdadır. Bunlar; Sırbistan Cumhuriyeti, Hırvatistan Cumhuriyet, Makedonya Cumhuriyeti, Karadağ Cumhuriyeti, Bosna-Hersek Cumhuriyeti, Slovenya Cumhuriyeti’dir. Bu bağımsız devletlerden Sırbistan Cumhuriyeti; kendi içinde resmen 3’e bölünmek suretiyle bünyesinden Kosova Özerk Cumhuriyeti ve Voyvodina Özerk Cumhuriyeti’ni çıkarmıştır. Oldu mu 8 (yazıyla sekiz) Cumhuriyet… Ulus Devlet yapılanmasıyla kurulan ve gerek kendi halkı gerekse bütün insanlık adına kısa tarihinde olağanüstü başarılara imza atan bir model ülkenin, kısa bir süreç içinde resmen 8’e dilimlenmesi dudak uçuklatıcı değil mi? YUGOSLAVYA SEKİZE BÖLÜNMÜŞLÜKLE KALACAK MI? İşte, Bosna Hersek ve Makedonya gezilerimizde gözlemlediğimiz acı gerçeklik, bu sorunun cevabına dairdir… Güzelim Yugoslavya, devran böyle sürdüğü takdirde maalesef sekize bölünmekle de kalacak gibi gözükmemektedir. Sekize bölme işleminin paylarından birisi olan Bosna Hersek’in, ayrıca kendi içinde ve üstelik tedavisi güç biçimde, fiilen üçe bölünmüşlüğünü, birkaç yıl önce yüreğimiz burkularak görmüştük. Şöyle ki; Bosna Hersek’de yaşayan Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar her ne kadar aynı pasaportu taşıyor olsalar da, gönülleri, mensubiyet duyguları, biribirlerine bakışları ve hatta duygu dünyalarını süsleyen bayrakları apayrı… Aynı ülkenin küçük coğrafyasında bir devlet ve üç milletli bir görüntü boy vermektedir. Bu üç unsur büyük ölçüde biri birlerinden fiilen ayrı semtlerde oturuyorlar… Alışverişlerini büyük ölçüde kendi grupları içinde yapıyorlar… Daha ötesi ve kötüsü biri birlerine düşmanca bakıyorlar. Böyle bir ülkenin birlik ve bütünlüğünün; kitlelere empoze edilmiş ve edilmekte olan mevcut anlayışla, –dışarıdan herhangi bir müdahale olmayacağını, derin bir safdillikle kabul mümkün olsa dahi – aslâ ama aslâ korunamayacağı muhakkaktır. Aynı iç karartıcı tablo, Makedonya’nın başkenti Üsküp sokakları gezilirken de kolaylıkla göze çarpan bir sonuç olarak belirmektedir. Kocacık’a gitmek için iki adet taksi bulmaya çalışırken, Türkçe bilen bir kişi, “şu taksi durağı Arnavutlara ait, oraya gidin; onların bir kısmı Türkçe bilirler rahat edersiniz” tavsiyesinde bulunabiliyor. Diyeceğim, şu ki, taksi durakları bile Arnavutlar ile Makedonlar arasında paylaşılmış durumda. Merkezi hükümetde daha etkin ve egemen bulunan Makedonlar, Üsküp’e hakim bir tepeye sanıyorum Dünyanın en büyük haç heykelini dikmişler. “Bu ülke Hıristiyan olan Makedonlara aitdir, biline…” mesajını haykırma adına… Bu mesajı “red” anlamına gelmek üzere, derhal Müslüman Arnavutlar, camilerinin minarelerini daha bir yükseltme ve çoğaltma kampanyası başlatmışlar; pek çok köyde dahi eski yeni camilere çifte minare yapımına koyulmuşlar. Dini duygu istismarlarının da alet edildiği böylesi bir gerginleştirici atmosferin, yakın bir gelecekte Makedonya’yı ikiye bölmeyeceğine inanabilmek pek mümkün görünmemektedir. Aynı çekişme ve sürtüşme atmosferinin, -her ne kadar gidip yakından görememişsek bile- Kosova için de geçerli olduğunu, yazılıp çizilenlerden bilmekteyiz. Şimdi bir kere daha sormak gerek: “Yugoslavya kaça bölündü; daha kaça bölünmeye gebe?.” Sekize mi, on sekize mi..? BU YIKIM PROJESİNİN MİMARI KEMLERDİR? ABD patronajındaki Batı Emperyalizminin, kapitalizm evrimleşmesinin son durağı gibi algıladığı “küreselleşme ideolojisi”nin kaçınılmaz gereği olarak, “tek kutuplu bir Dünya” tasarladığı yeterince bilinen bir olgudur. İşte bu yolda engelsiz koşabilme adına, küresel kraliyet inşasına soyunan anlayışın, karşısında kale gibi algıladığı ulus devlet yapılanmalarını türlü yöntemlerle tuzla buza çevirme isteğinin bir sonucudur; Yugoslavya’ya reva görülenler… Diğer bir anlatımla Yugoslavya’nın başına gelenler, yutması ve hazmı kolay ve hatta mümkün olmayan bir yapının, küçük lokmalara ayrıştırılmasıdır. Kendi doğruları uyarınca milli siyaset üretme ve uygulama imkân ve gücüne sahip olan “ulus devlet” yapılanmalarının, site devlet ve devletçiklerine bölünmesi arzusudur; bütün bu olanların müsebbibi. Çünkü varlığını sürdürebilme ve biribirleriyle didişme gücünü koruyabilme adına, etnisite temelli bu devletçikler, sahiplerine sadık kalmaktan başka bir çâreyi çıkar yol görememelidir. İşte konjonktürün elverdiği ölçüde “sınır tanımaz vahşileşme dürtüsü” kurgusunun mayası olan kapitalizmin, sosyalist uygulama modellerinin yozlaşarak çözülmesi sonucu köpeksiz köyde değneksiz gezen kabadayı hoyratlığıyla, insanlığı sürüklemek istediği manzaranın ilk karesidir, Yugoslavya’da sergilenenler… Sözüm ona “özgürlük” baloncukları peşine düşürülen bir ulusun, biribirlerine boğazlatılarak bağımsızlığını berhava etmesidir; Yugoslavlara seyrettirilen “insan hakları belgeseli…” BU OYUN NİÇİN ÖNCE YUGOSLAVYADA SAHNELENDİ? Çünkü Yugoslavya, tıpkı Türkiye Cumhuriyeti gibi model bir ülke idi. Antiemperyalist kuruluş felsefesi itibariyle model bir ülke idi. Normal koşullar altında bir araya gelip bir “millet” oluşturması, zor olan unsurları başarıyla bir araya getirebilen bir ulus devlet olduğu için model bir ülke idi. Kapitalizmin “insanlık ve hatta topyekûn doğa düşmanlığı” olduğu gerçeğini, kurduğu sistemin toplumsal ve siyasal genetiğine nakşettiği için model ülke idi. Batının kapitalist emperyalizmini de, kuruluşundaki gâyesine çokdan sırtını dönmüş Sovyetler Birliği görünümlü Rus Emperyalizmini de doğru tahlil edip, “Üçüncü Dünya”cı başkaldırışa önderlik ettiği için model ülke idi. Bütün bunlara ek olarak, kuşku yok ki Doğu Avrupa’nın yörüngesinde yer alan Yugoslavya’nın jeopolitik ve jeostratejik konumu da, bu “böl, parçala, yönet ve iliklerine değin sömür uygulaması” önceliğinin, önemli gerekçelerinden birisini oluşturmuştur. BU TABLODAN TÜRKİYE’NİN ÇIKARMASI GEREKEN DERS NE OLMALIDIR? Yugoslavya’nın “kapitalist batı emperyalizmi” için “olumsuz bir örnek,” kabullenilmesi zor bir “model” olduğunu belirtirken, “tıpkı” Türkiye Cumhuriyeti gibi demiştik. Evet, Türkiye cumhuriyeti de, batılı sömürgecilere karşı, en olumsuz koşullarda verilmiş ve başarılmış destansı bir mücadele sonucunda kurulduğu; antiemperyalist duruşu ve bağımsızlığı kendisine en kutsal şiar bildiği; etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıkları ölçü alma ilkelliğini elinin tersiyle iten bir anlayışı, kuruluş yapısına temel kılan bir ulus devlet olduğu ve temsil ettiği tarihsel potansiyeli ile jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle tıpkı Yugoslavya gibi model bir ülkedir. İşte bunun içindir ki, dün ve hâlen Yugoslavya’ya dayatılan “bölme, parçalama” uygulaması, bir süredir ve bugünlerde baş döndürücü bir hızla Türkiye için de sahnelenmektedir. Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerinin, bir yandan içinin boşaltılıp altının oyulması; bununla da yetinilmeyip anılan maddelerin tümden değiştirilmesi zemininin yoklanması bu girişimlerin yakıcı işaret fişekleridir. Eş zamanlı olarak, birlik bütünlüğümüzün mayası olan laikliğin rafa kaldırılması, Devlet’in, günden güne şımarıklığı pervasızlığa erdiren “açıktan açığa bölücülük yalpanlar” karşısında düşürüldüğü acıklı durum, düne kadar “kırmızı çizgimizdir” dediğimiz bir “kukla devlet müsveddesini” kendi elimizle kurmaya girişmemiz; son olarak bölünmenin ilk adımı olarak “başkanlık sistemini” kabule zorlanmamız; etnik ve mezhepsel ölçekte sözde hak-hukuk tartışmalarının bol kepçe “insan hakları ve özgürlük” sloganları eşliğinde giderek alevlendirilmesi, Türkiye’nin Yugoslavyalaştırılması projesinin bir kısım ilk ve öncü sarsıntılarıdır. Tıpkı Yugoslavya’da yaşanılanlar gibi… Kendilerini “namuslu aydın” kıvamında hissedenlerin algı ve vicdanlarına, “son çağrı” kabilinden duyurulur..!
Posted on: Mon, 05 Aug 2013 12:29:06 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015