Türk-Kürt İlişkisinde İktidar ve Devlet Sorunu Abdullah - TopicsExpress



          

Türk-Kürt İlişkisinde İktidar ve Devlet Sorunu Abdullah Öcalan Kürt-Türk ilişkilerini çözümlemek belki de sosyolojinin en zor konusudur. Kürt sorununun çözümlenmesindeki güçlük bu ilişkinin mahiyetinin hiç bilinmemesi ve bilinmek istenmemesi kadar; yanlış, keyfe göre, hiçbir bilimsel temeli olmayan beylik laflarla kestirilip atılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle savunma, sosyal bilimin tüm gücünü kullanarak ilişkiyi doğru belirlemeye ve bu temelde çözüme gitmeye büyük önem vermektedir. 15 Şubat 1925 soykırım komplosundan sonra stratejik olduğu kadar aynı ümmetten olmaya dayalı 900 yıllık tarihsel-toplumsal ilişkiler bir günde yok sayıldı. Tanrının ‘ol’ emriyle bile olmayacak şeylerin Kürtlere ilişkin olarak ‘yok ol’ deyince yok olacağı sanıldı. Avrupa faşizminin ideolojik temeli olan pozitivizimden kaynaklı bu en kaba metafizik materyalizm, iktidar hakimiyeti altında haklarında “imha ve inkâr” fermanı çıkarılınca, Kürtlerin kısa sürede yok olacağı inancına dayanır. Söz konusu olan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Ermeni tasfiyesinde başarıyla uyguladığı düşünülen yöntemleri ve yaklaşımlarının Kürtler için de aynı sonucu vereceğine inanan aynı oluşumun kadro artıklarıdır. Bunlar kendi halkını ve ulusunu bu yalan ve inkâr siyasetine inandırdığı gibi dünyaya karşı da sanki Kürt diye bir olgu yokmuş gibi davranmaktan geri durmadılar. Anadolu ve Mezopotamya’nın diyalektik bütünlüğü Aynı gerçeklik tarih bilimi için de geçerlidir. Denilebilir ki çok az tarih ilişkisi, Anadolu ve Mezopotamya’da inşa edilen uygarlıklar ve devletlerin tarihindeki kadar kendi aralarında çok önemli bir diyalektiksel bütünlüğü ifade edecek güce sahiptir. İnsanlık tarihinin gelişmesinde Mezopotamya-Anadolu hattı bel kemiği niteliğindedir. Tarihin ilk uygarlıkları ve devletlerini kuran Mısır ve Sümer toplumundan günümüz toplum gerçekliğine kadar bu diyalektik bütünlük ve bel kemiği teşkil etme rolünü oynamaya devam etmektedir. Buna rağmen ulus-devlet modernizmi, bu tarih üzerine kırmızı bir inkâr çizgisi çekerek, tarihi sıfırdan yani kendisinden başlatmayı bilim sayar. Halkların kültürel gerçeğini inkâr etmeyi ulusçuluk sayan bu kültürel soykırım barbarlığını kesinkes bir tarafa bırakarak tarihi bilmeye çalışmak gerekir. Savunmam bu inkâr ve imha kültürünün iç yüzünü açığa çıkarmak için tarih çizgisini ısrarla sunmaya çalışmaktır. Gerek sınıflı, kentli ve devletli uygarlık kültürü gerekse bu üçlüye karşı varlığını koruyan toplum kültürleri bir bütündür. Bütünlük hem birbirlerine karşıtlık temelinde hem de kendi içlerinde geçerlidir. Bu gerçeğe tarih boyunca en çok Anadolu ve Mezopotamya kültürleri arasında rastlamaktayız. Uygarlığın üst tabakaları için geçerli olan iktidar ve devlet olguları bu iki coğrafya için de hep iç içe olup bir bütünlük teşkil etmiştir. Bütünlük her alanda geçerlidir. Özellikle ekonomik, siyasal, kültürel alanlarda kendini hep belli eder. Sümer, Akad, Babil, Asur, Hitit, Mittani, Urartu, Med, Pers, Helen, Roma, Bizans, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar ana nehir halinde bütünsellik arz eden bir toplumsal kültür yaşanır. İster egemenler ister boyun eğdirilmişler açısından olsun bütünlük esastır. Bütünlükle birlikte kavranması gereken diğer husus yerel farklılıktır. Bütünlüğün olabilmesi için farklılık gerekir. Farklılığa dayanmayana bütünlük denmez; zoraki veya günümüz deyişiyle faşist tek tip yaşam denir. Kürt-Türk ilişkilerinin tarihsel perspektifi Tarih boyunca Kürt-Türk ilişkilerine bu tarihsel bütünlük içinde bakmak gerekir. Bu nedenle ilgili bölümlerde 1071 Malazgirt Savaşı’ndan 1919-1922 Anadolu ve Mezopotamya’daki ulusal kurtuluş savaşlarına kadarki süreç tanımlanmaya çalışıldı. Dikkat çekmekle yetiniyorum. Bu hususa şunun için ısrarla değiniyorum. Deniliyor ki tarihte belirgin bir Kürt egemenliği ve devlet sistemi oluşmamıştır. Bu zihniyete karşı bütünsellik ve farklılık kavramını tanımlamaya çalıştım. Sümerlerden günümüze kadar Anadolu’da ve Mezopotamya’da oluşan tüm uygarlıklarda, bu uygarlıklara yol açan iktidar ve devletlerde hükümranlık ortaktır. Bütünlük arz eder. Egemenliği ve devleti, ulus-devlet gibi düşünürsek büyük hatalara düşeriz. Ulus-devlet, kapitalizmin son yüzyılını aşmayan iktidar formudur. Binlerce yıllık iktidar formunda ulus-devlet geçersizdir. Yaygın egemenlik formu kent devleti ve evrensel imparatorluktur. Bunlarda da kültürler ortaklaşa temsil edilirler. Anadolu’daki ilk Hitit devleti Mezopotamyasız düşünülemez. Kaldı ki tarih Hitit prens, prenses ve kralıklarının Hurri kökenli yani proto-Kürt olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır. Yine komşusu ve akrabası olan Mittaniler bu sefer Kuzey Mezopotamya merkezli ilk devlet olarak Hititlerle iç içedir. Birinin sınırının nerede başladığı, diğerininkinin nerede bittiği belli değildir. Asur ve Urartularda da aynı gerçeklik söz konusudur. Med-Persler zaten iyice gelişip yaygınlaşmışlardır. Helen, Roma, Bizans ve Osmanlı’da da aynı gerçeğin yaşandığını iyi bilmekteyiz. Sadece iktidar ve devlet kültüründe değil, tüm toplumsal kültür alanlarında benzer ortaklıklar yaşanır. İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik aynı kökenli dinlerdir. Kültürel ortaklığın en belirgin örneğini teşkil ederler. Batı kapitalist modernitesi Ortadoğu kültürlerinde ulus-devlet formunu bilinçli olarak egemen kıldı. Eskiden hep tek evrensel imparatorluk formuyla temsil edilen iktidar ve devlet olgusu yerine birbirlerine karşıtlaştırılarak onlarca parçaya bölünüp inşa edilen zayıf ulus-devletler temelinde Ortadoğu’nun kültürel parçalanması ve yeni sömürgeleştirilmesi sağlanmıştır. Böylelikle bölge, kapitalist sistemin hegemonyası altına alınmıştır. Bir alt hegemonik güç olarak inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti bile, dayandığı temel olan Misak-ı Milli’den en önemli parçalardan biri olan Musul-Kerkük yani Güney Kürdistan’dan kopartılarak topal ördek misali daha doğuşunda topal bir şekilde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Geleneksel Anadolu ve Mezopotamya bütünlüğü bilinçli olarak hem de birbirlerini inkâr ve karşıtlık temelinde parçalanmıştır. Bütünlük, faşist tek tip yaşama kurban edilirken, bütün farklı kültürler de inkâr ve imhaya yatırılarak yokluğa terk edilmişlerdir. *** Kürt üst tabakası yani iktidar ve devlet meselesiyle ilgilenen kesimler, Sultan Alparslan’dan M. Kemal’e kadar ortak iktidar ve devlet kültürüyle hareket etmişler bu tutumu halka da benimsetmişlerdir. Kendi kültürel farklılıkları için bir güvence ve statü geliştirmiş olmamaları sınıfsal yapılarıyla bağlantılı olsa da halkın kendisi de hem stratejik hem tarihi-toplumsal açıdan ortak bir devlet kültürünü çıkarlarına daha uygun bulmuştur. Uygun bulmuştur diye de suçlanamaz. Suçlanması gerekenler halkların bu tarihsel beraberliğini hukuki statüye bağlamak ve demokratik yönetime kavuşturmak yerine inkâra ve imhaya yeltenenlerdir. Sonradan yanlışlığını kabul edip özeleştirisel temelde aşsa da, PKK’nin doğuşunda bu imha ve inkâr kültürüne karşı reel sosyalist bir ulus-devletçi zihniyetle çıkış yapması, anlaşılır bir husustur. Sosyalist bakışla da olsa ayırıcı, bölücü ulus-devletçiliğe karşı ayrı bir ulus-devletçilikle karşılık vermek kapitalizmin oyununa düşmek olur. Dünya halkları bu temelde “böl-yönet” politikasının tuzağına düşürülmüşlerdir. Sosyalistler hiçbir koşul altında ulus-devletçiliği savunamazlar. Kapitalizme karşı olmanın en başta gelen ilkesi ister ezen ister ezilen uluslar veya halklar adına olsun ulus-devlet formunu kabul etmemektir. Genelde olduğu gibi Kürt-Türk ilişkilerinde de tarih boyunca ortak kültürel temellerde yaşanan bütünselliği her koşul altında savunmak, sosyalist olmanın ikinci başta gelen ilkesidir. Kaldı ki en son Cumhuriyetin kuruluşuna giden yolda; Misak-ı Milli ilanında, Amasya Tamimi’nde ve TBMM’ de ortak bir strateji etrafında hareket etmenin dışındaki her tavrın iki halkın da mahfına yol açacağı başta önder M. Kemal olmak üzere sürecin tüm önemli simaları tarafından dile getirilmiş ve belgelenmiştir. Ortak bir statü hem de çağdaşlık adına birlikte ve gönüllü olarak kabul edilmiştir. Sonra ki komplocu ve darbeci yaklaşımlar, Cumhuriyetin asli unsurları olarak Türkler ve Kürtlerin gönüllü ortak statü gerçeğini ortadan kaldıramaz. Cumhuriyet tarihi boyunca aynı komplocu ve inkârcı zihniyet tarafından dayatılan asimilasyonist kültürel soykırımcı yöntemler de gönüllü olduğu kadar belirleyici tarihi değeri olan ve ilk anayasada (1921) da belirlenen statüyü geçersiz kılamaz. Bu gerçeklik, Kürdistan’ın diğer bölgelerindeki Kürt toplumsal yaşamı için de geçerlidir. Kürtler hiçbir devlet tarafından fethedilmemişlerdir. Kendilerine yönelik hiçbir fetih, işgal ve ilhâk statüsü yoktur. Yani siyasal ve hukuki açıdan statüleri, içinde yaşadıkları devletlerle gönüllü ortaklık temelinde oluşmuştur. Hem tarihsel zihniyetleri hem de toplumsal kültürleri açısından bu yönlü bir geleneği -modernitenin ulus-devletçiliği tarafından kendilerine pahalıya da mal edilse de- yaşamayı esas almışlardır. Bu gelenek halen varlığını sürdürmektedir. İlgili ulus-devletlerin bu gerçeği çok doğru kavrayıp dayattıkları inkâr ve imha siyasetini terk ederek tarih ve toplumla barışarak hakikate değer vermeleri gerekir. Aksi halde çoktan anlaşıldığı gibi sadece topal yürümekle kalmayacaklar her faşist ulus-devletin başına geldiği, yaşadığı gibi kendi felaketlerini de bu imha ve inkâr siyaset ve uygulamalarında yaşayacaklardır. KCK, bu tarihsel ve toplumsal gerçeklerin bilince çıkarılması ve ulus-devletçiliğin kapitalizmin bir tuzağı olduğunun anlaşılması sonucunda, PKK tarafından halkın kendi demokratik yönetim sistemi olarak ilan edilmiştir. KCK ulus-devletçiliğe karşılık Kürt ulus-devletçiliği değildir. İlkesel olarak bunu rededer. İster bir ulus-devlet çatısı altında (eğer demokrasiye bağlılığını kabul ediyorsa) ister kendi başına bağımsız olsun Kürt halkının kabul edeceği siyasi otorite, demokratik özerk yönetimidir. KCK bu modelin Kürtlerin payına düşenidir. Türkçesi toplumun demokratik olması anlamına gelir. Sistem olarak bütün halkların ulusal şovenizme, sınır kavgalarına, bürokrasiye, milliyetçiliğe ve ulus-devletçiliğe düşmeden ortaklaşa ve gönüllü siyasi otoritelerini inşa etmeleri demektir. Ulus-devletlerin çatısı altında yaşamayı ancak demokratik özerk yönetimlerinin tanınması şartıyla kabul ederler. Bu yaşam tarzı devletlerin federal veya konfederal temelde düzenlenmesi anlamına da gelmemektedir. Devletlerle bu temelde anayasal uzlaşmaya gidilmemektedir. Toplumun demokratik özerk yönetiminin tanınması temelinde “demokratik anayasal uzlaşma”ya gidilmektedir. İkisi arasında köklü farklar vardır. KCK Türkiye, İran, Irak ve Suriye ulus-devletleri içinde ayrıca Irak Kürt Federe Devleti karşısında da demokratik özerk bir oluşum olarak en ideal ortak, eşit ve özgür yaşam projesidir. Tarihsel-toplumsal gerçekliğin de kanıtladığı gibi tüm bu devletlerle var olan sorunların ancak demokratik özerklik temelinde barış içinde ve demokratik siyasal yöntemlerle çözülebileceğine inanmaktadır. Bunun bilinci, kararlılığı ve hazırlıkları içindedir. Eğer ulus-devletler bu gerçekleri ve demokratik anayasal çözümleri kabul etmezlerse kendini demokratik özerk bir siyasi otorite olarak yaşatabilecek ve savunabilecek bir güç ve kararlılıktadır. Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü kitabından
Posted on: Mon, 05 Aug 2013 23:29:56 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015