İSLAM DÜNYASI DAYANIŞMA PLATFORMU “BEYANNAMESİ” - TopicsExpress



          

İSLAM DÜNYASI DAYANIŞMA PLATFORMU “BEYANNAMESİ” İslam’ın son kalesi, son karargahı, son devleti, son medeniyeti olan Osmanlı yıkıldıktan sonra yeryüzü, şeytanların eğlence merkezi haline geldi. Şeytan, sadece Allah’a değil aynı zamanda insana da düşmandır, insanları Allah’ın dininden uzaklaştırdıktan sonra, insanlıktan da uzaklaştırır. Kendinden hakir gördüğü için secde etmediği insanı, kendinden hakir hale getirmek, zelil ve rezil etmek için elinden geleni yapar ve maksadını gerçekleştirdiğinde de keyifle eserini seyrederek eğlenir. Yeryüzünde Allah’ın dini hakim ve Müslümanlar kuvvetli değilse, dünyayı “insani” çizgide tutacak hiçbir ölçü ve kudret, makam ve mercii yok demektir. Osmanlı, son İslam devlet ve medeniyeti olmakla, sadece Müslümanların değil aynı zamanda insanlığın kalesiydi, yeryüzünde insanların yaşadığının işareti, delili, merkeziydi. Bir asırdan beri Osmanlı yok, Osmanlı tasfiye edildiğinden beri yeryüzü şeytanın ikametgahı, insanlar da oyuncağı ve eğlencesi oldular. Batının, sahip olduğu zannedilen değerlerini bile umursamadan Mısır, Suriye, Lübnan, Afganistan, Filistin, Irak, Libya, Arakan ve diğer İslam beldelerinde katliam yapılmasına seyirci kalmasının temel sebebi, şeytanın yeryüzündeki hakimiyet karargahlarından biri olmasındandır. Unutulmasın ki, şeytanın prensipleri yoktur, sadece alçaklık, hainlik, melunluk yapmak gibi bir vazifesi vardır. İslam’a karşı mücadele etmek için uydurulan bir takım prensipler, insanları aldatmak içindir ve ilk fırsatta onları da tepelemekten ve onlara güvenenleri bile rezil ve zelil etmekten kaçınmaz aksine zevk alır. Unutulmasın ki, her zaman olduğu gibi karşımızda yine şeytan var fakat bu defa dünya imparatorlukları kurmuş bir şeytan var, dünya imparatorluklarını yöneten “insi şeytanlar” var. Batının, herhangi bir insani ölçüye bağlı olduğunu düşünmüyoruz, herhangi bir insani ölçüyle harekete geçeceğine inanmıyoruz. Dünyada elan, nazari çerçevede “doğu” diye bir kamp olmadığına inanıyoruz, doğuyu temsil ettiği zannedilen Rusya’nın kapitalizm mensubiyeti ile Çin’in komünizm-kapitalizm karışımı bir düşünce mensubiyeti ile felsefi altyapı bakımından batının kötü bir kopyasından ibaret olduğunu düşünüyoruz. Bu cihetten, batıya yönelttiğimiz tüm tenkitler, aynı zamanda “doğu”yu temsil ettiği vehmini üreten Rusya ve Çin içinde caridir. Dünyada, bugün, “insani”, “vicdani” çizginin temsil edildiği bir ittifak olmadığını düşünüyoruz. Dünyada, “insani” kıymet ölçülerinin münhasıran İslam’da olduğunu, bu kıymet ölçülerini şahsında ve müesseselerinde billurlaştıranların da ancak ve ancak Müslümanlar olabileceğini kendi, kitabımızdan anladığımız gibi, Mısır, Suriye, Filistin, Irak, Libya, Arakan, Afganistan misallerinde tüm dünyanın itiraf ettiğini görüyoruz. Batının ve Batılılaşmış doğunun, katliamlara karşı takındığı tavrından anlıyoruz ki, dünya, muhtevasında hiçbir insani ölçünün olmadığı “şeytan imparatorlukları” tarafından işgal edilmiştir. Şeytani özellikleri o kadar bariz hale geldi ki, kendi menfaatlerini bile takip edemez oldular, menfaatlerine uygun olanları bile yapamaz oldular. Çünkü şeytan yaptıklarından hiçbir menfaat elde edemez, onun işi sadece insanları ifsat etmektir, batı ve Batılılaşmış doğu dünyası da, katliamlar karşısında sessiz kalmakla, sabıka kaydından asırlarca silinmeyecek ve gelecek zamandaki güç merkezleri tarafından kendilerine merhamet edilmeyecek bir müktesebat biriktiriyorlar. Dünyada insanlık öldü, buna mukabil Rabiatü’l Adeviye meydanında dirildi. Eğer orada dirilmeseydi, kıyamet kopacaktı, zira kıyamet alametlerinin muhtevasında görülen en önemli özellik, dünyada “insanlığın” kalmayacağıdır. Yeryüzünde Müslümanın kalmaması, dünyada insanlığın kalmayacağına delalettir, Rabiatü’l Adeviye meydanı ve o meydandaki yiğit kahramanlar, dünyayı ve insanlığı kurtardılar. *** Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de ve sair tüm İslam ülkelerinde yaşanan hadiseler, o ülkelerin iç işleri değildir. Biz Türkiye’de yaşıyoruz ama Misak-ı Milli bizim dünya görüşümüz için çok küçük kalır. Müslümanlar için vatan, Müslümanların yaşadığı her yerdir. Misak-ı Milli, bizim dünya görüşümüzün ancak has bahçesi olabilir. Bu sebepledir ki, yeryüzünün her neresinde bir Müslüman yaşıyorsa, biz oradayız. *** Müslümanların, Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti ve bazı İslam ülkelerinin işbirlikçi yöneticilerinin, katliamlar karşısında hassasiyetsiz ve tepkisiz kalmayacağını beklemeleri, Kur’an-ı Kerim’i doğru ve derinliğine anlamamalarının neticesidir. Müslümanların, “şeytanlaşmış insanlara” itimat edilmeyeceğini anlamaları için, ellerinde bulunan Kur’an-ı Kerim’i okumak ve anlamak yerine tecrübe etmeye kalkışması, derin bir şuursuzluk halidir. Hiçbir Müslüman, Allah Azze ve Celle’nin kelamını, Hz. Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin Sünnetini test ve tecrübe edemez, Allah Azze ve Celle ne buyurmuşsa “doğrudur”, Fahri Kainat Efendimiz ne yapmışsa “doğrudur”, bu bizim imanımızdır. Müslümanlar imanlarını tecrübe edemezler, iman, her hal ve şartta mevcut ve muhkem olmalıdır. *** Arap baharının tersine döndüğünü söylüyorlar. Oysa İslam baharı geliyor. Türkiye’nin yalnızlaştığını söylüyorlar, doğru söylüyorlar fakat propagandistlerin gözlerden saklamaya çalıştığı husus, Türkiye’nin Müslüman halklar nezdinde sürekli kalabalıklaştığıdır. Mısır’da askeri darbe yapılıyor, Türkiye darbeye destek vermiyor, tabii olarak katil cunta idaresi tarafından hasım haline geliyor ve Türkiye yalnızlaşıyor. Türkiye’nin Sisi tarafından terk edilmesi, bu şekilde bir yalnızlaşma yaşaması, kelimenin tam manasıyla bir şereftir. Türkiye yalnızlaşıyor, çünkü katiller, fahişeler, hırsızlar, gasıplar Türkiye’yi terk ediyor. Bu öyle bir yalnızlaşma ki, her açıdan “saflaşma”, “arınma”, “temizlenme”dir. Sapık siyasi rejimler, diktatörler, krallar, melikler, zalimler, katiller Türkiye’yi terk ediyor, elhamdülillah… Bunların her biri terk ettikçe, mazlumlar, mağdurlar, zayıflar, Müslümanlar Türkiye’nin yanında saf tutuyor, Türkiye’ye kalpten bağlanıyor. Türkiye’nin siyasi tesiri bu gün için azalıyor belki ama içtimai tesiri sürekli ve kalbi derinlikte genişliyor. Ümmü Mektum hadisesini unutanlar için bunların hiçbir manası yok. Ümmü Mektum hadisesini unutanlar, sakın Allah’ı da unutmuş olmasınlar. Mesele doğru istikamet üzere olmak, Allah’ın rızasını kazanmak değil midir? Bu maksat hasıl olursa, dünyada mağlup bile olsak galip değil miyiz? Bir zalimin siyasi, diplomatik, stratejik desteğini, bir mazlumun duasına tercih eden gafiller, kendinize gelin. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa şerefli ve ahlaklı bir dış siyaset takip ediyor, ahlak ve şerefi bu kadar mı unuttunuz, zor mu geliyor şerefli insan olmak, ahlaklı insan olmak? Müslümanların bir kısmının bile Kemalist tezgahtan geçmiş ve bu kadar derin şekilde etkilenmiş olması çok manidar değil mi? Türkiye yalnızlaşıyor, doğru… Alçaklar, pezevenkler, hainler uzaklaşıyor bizden. Bundan mı şikayet ediyorsunuz? Türkiye yalnızlaşıyor, bin yıllık tarihinde olmadığı kadar yalnızlaşıyor, doğru… Anlamıyor musunuz, o kadar yalnızlaştı ki, dünyada asaleti, şerefi, ahlakı, vicdanı yalnız başına temsil ediyor. Ne mutlu bunu yapanlara, ne mutlu bunu anlayanlara… Türkiye yalnızlaşıyor, tüm yıldızlar kendinden uzaklaşıyor ama uzaklaşan her yıldızın ışığı sönüyor, Türkiye yalnız başına “kutup yıldızı” gibi parlıyor. Üç paralık konforundan vazgeçemeyen ahmaklar, bundan mı şikayet ediyorsunuz? Yalnızlaşmak saflaşmaktır bazen, Türkiye “çile” dolduruyor. İtikaf sünnetini unutanlar, yaşadığımız sürecin ne olduğunu anlamakta zorlanıyorlar. Yalnızlaşmak temizlenmektir bazen, insan kirlerinden kurtulduğu için şikayet eder mi? Pislik içinde yaşayanlar, kaşınmadan duramayanlar, temizlikten rahatsız olacak kadar kirlenmiş olmayasınız? İhvan liderinin, şehit olan çocuğundan bahsederken, “Yasını tutmayacağım, gün o gün değil” mealindeki sözlerini anlamayan kalpler, ne zaman mühürlenmiştiniz? O nasıl bir sadakattir, o nasıl bir imandır, o nasıl bir kahramanlıktır ki, Türkiye’de bile samimiyet imtihanı, iman imtihanı haline geliyor. Şehit çocuğunun başında vakur bir eda ile dimdik duran o kahraman da size bir şey anlatamadıysa, Allah şahidimiz olsun ki, sizinle haşrolmayı istemiyoruz. Sizi Allah’ın adaletine havale ediyoruz. Binlerce şehit kanıyla temizlenemeyenler, Allah’tan uzaklaşmış olmayasanız. Stratejik hesap yapanlar, Allah’tan başka dost ediniyor olmayasınız. Dünya dostunuz olsa ne kıymeti var, mahşerde yalnız kalmayasanız. Güneşin bir mızrak boyu yakına geldiği mahşer yerinde, sancaklar açıldığında, altına girecek bir sancak bulamayanlardan olmayasınız. Türkiye yalnızlaştıkça kalabalıklaşıyor, Ebu Cehillerden uzaklaştıkça Ümmü Mektumlarla hemhal oluyor. Ne mutlu ki yalnızlaşıyor, ne mutlu ki yalnızlaşma fırsatını buldu, ne mutlu ki yalnızlaşarak temizleniyor. Zorlu geçitteyiz, sırat köprüsündeyiz. Bu geçitten yalnız geçilir, sırat köprüsünden temizlenerek geçilir. Anlamıyor musunuz, sırtımızda Esed katili varken sığmıyorduk o geçide, anlamıyor musunuz, sırtımızdaki batı küfesi sığmıyordu, anlamıyor musunuz, o geçitten günahlarla geçilmez. Zor geçitteyiz, doğru… Ama istikametimiz belli, sağa ya da sola dönemeyiz, sırat köprüsünde manevra yapılmaz. Anlamıyor musunuz bu geçidin sonunda bizi kimlerin beklediğini? Geçidi geçmiş olan tüm enbiya orada, tüm sahabe orada, tüm evliye orada, tüm ulema orada, tüm şühede orada, anlamıyor musunuz, tüm “temiz” insanlar orada. Görmüyor musunuz, ağuşunu açmış bekliyor Sevgili Peygamberimiz, o geçide canı pahasına atılan yiğitleri arkalarından niye çekiyorsunuz? Yahu sırat köprüsündeyiz, sallamayın, sarsmayın, iteklemeyin, bırakın peşimizi, atlayın aşağıya, cehennemin dibine kadar yolunuz var, yeter ki bizi de çekmeyin… *** Allah’ın nasıl yardım ettiğini biliyor musunuz? Allah’ın, “Sabredenlerle sabretmeyenler belli oluncaya kadar” beklediğini bilmiyor musunuz? Allah’ın ilk yardımının, bazı mümin kullarını “sabredenlerden” kıldığını ne zaman unuttunuz? Mısır’da “sabreden müminlere”, mücadeleyi bırakma çağrısı yapan alçaklar, o çağrının, “şeytanın çağrısı” olduğunu ne zaman anlayacaksınız? Katliamlara bakıp da, “İhvan’ın yanlış stratejisinden dolayı ölüyorlar” diyen hainler, Allah’ın bir insana ve cemiyete ihsan ettiği en büyük yardımın, onlara şehadet fırsatı ve bazılarına şehit olma imkanı sunduğunu nasıl anlamazsınız? Siz hiç mi Kur’an-ı Kerim okumuyorsunuz? Ey iman edenler, acilen iman ediniz… Bugün yeryüzünün en diri insanlarının, Mısır’ın meydanlarında “cansız” yattığını zannettiğiniz kutlu şehitler olduğunu biliniz. Biliniz ki, “onlara ölüler demeyiniz çünkü onlar diridirler”. Diridirler hem de diriliğin en üst seviyesindedirler. Gerçeğe bakıp da gözünü hakikatten çevirenler, “iman ediniz”, hakikate iman ediniz. Gerçek, iman konusu değil, iman konusu olan hakikatin ta kendisidir. “Ey iman edenler, iman ediniz…”. Ey Miraca iman edenler, iman ediniz… Ey sonsuz kudret sahibi Allah’a iman edenler, iman ediniz… Tek kudret sahibi olduğuna iman ettiğiniz Allah’a, iman ediniz. İmanınızı hangi stratejik planların ve hesapların labirentlerinde kaybettiniz? Hakikate imanınızı hangi gerçeğin katılığı perdeledi? Hayatınızda bir defa olsun aklınızı bir tarafa bırakın, sadece Allah’a ve Resulüne teslim olun… Akıllıca yaptığınız stratejik hesapların labirentlerinde kaybolacağınıza, akılsızca teslim olun, bu bile daha kuvvetli bir imandır. Asr-ı Saadeti hatırlayın, Bedir’de, Uhut’ta, Hendek’te, Huneyn’de farklı veçheleriyle görülen odur ki, sadece Allah’a ve Resulüne iman ve itimat eden, bu imanın ve itimadın tabii ve zaruri neticesi olarak sabreden yiğit sahabe kadrosu, Allah’ın görünür ve görünmez yardımlarıyla zafer kazanmıştı. Asr-ı Saadetten bu yana, hem Kur’an-ı Kerim’de sarahaten beyan buyurulduğu ve hem de on dört asırdır tecrübeyle sabit olduğu üzere, Allah, “pak bir nesil” arzu ettiğinde, önce onları “sabredenlerden oluncaya kadar” ağır imtihanlara tabi tutuyor. Bu imtihanın “merkezi mevzuu” ise, Allah’tan başka iman, itimat ve kudret sahibi bir mercii olmadığını anlamaları için, tüm ümit mercilerini ve kaynakların tüketiyor. Kaçanlar bir tarafa, sabredenlerde o kadar saf bir iman gerçekleşiyor ki, küçük bir kısmı dünyayı fethe çıkabilir hale geliyor. Saf iman, saf tevhid, saf itimat… Tek Allah, tek kudret, tek irade… İşte düstur bu… Büyük çağ değişimlerinde böyle olur. On dört asırdır dünya İslam’a göre şekilleniyor, ya Müslümanlar tarafından ya da ona düşman olanlar tarafından… İslam, merkezi mevzuu idi, ya ona nispetle iş yapılırdı ya da ona düşmanlıkla… Ümmetin ölü haline geldiği bir asırdan beridir dünya batı tarafından sevk ve idare ediliyordu, ümmet hafiften kımıldayınca yine eski günlere döndü. Anlaşılan o ki, Allah yeni İslam çağını başlatmayı murat etti. Hal böyleyse (tüm işaretler bunu gösteriyor), bunun nasıl olacağı hem Kur’an-ı Kerim’de, hem Hadis-i Şeriflerde hem de tarihin tecrübe arşivlerinde gösterilmiştir. Allah önce saf ve pak bir nesil (kadro) yaratıyor, bunu, büyük imtihanlarla hem meleklerine hem de yeryüzüne (tüm insanlığa) gösteriyor, sonra da onlara mukaddes emaneti teslim ediyor. Mukaddes emanete talip olmayanlar, cepheyi boşaltın. *** Mısır’da yaşanan hadiseler, dünyanın şuurunu patlattı. Dünyada meseleyle ilgilenen herkes, her şeyi yeniden ve baştan düşünmeye başladı. Kamuoyunun önüne çıkan sözcülerin yüzlerindeki maskelerle yaptıkları açıklamalara bakmayın, kapalı kapılar arkasındaki karar vericilerin şuurları patladı. Karar veremiyorlar, istikamet tayin edemiyorlar, tavır alamıyorlar… Yeniçağlar böyle başlar. O kadar büyük hadiseler olur ki, önceki devrin akıl bünyesi, şuur terkibi patlar. Her şeyi yeniden izah etmek gerekir çünkü eski akıl ve şuur, yeni hali ve hadiseleri anlayamaz. Anlamak istediğinde sıkışır ve patlar. İyi bakın yeryüzüne, dünyanın şuuru patladı. Eski akıl ve şuurlar meseleyi anlayamaz, eski şablonlar hadiseleri taşıyamaz, eski insanlar mantıklı izahlar yapamaz olduğunda, biliniz ki yeni bir çağ başlıyor. Dikkat edin… Mısır’ı anlamayan, Mısır destanını görmeyen budala Müslümanlarla yeni İslam çağı başlamaz, onlardan uzak durun. Dünyada söz sahibi devletler, “Müslüman” dendiğinde, arzularını bile “emir” telakki eden kralları, diktatörleri, Batılılaşmış (laik) siyasetçileri gördü bir asırdır. Bu sebeple Müslümanları ciddiye almadılar. Zaman zaman sert mücadele yürüten Müslüman yiğitler oldu, onları da “terörist” olarak dünyaya kabul ettirdiler. İşte şimdi, Mısır’da, Kahire’de, İskenderiye’de ve onlarca diğer şehirde, barışçı gösteriler için sokaklara inen, yüzlerle, binlerle şehit vermesine rağmen silahlanmayan, silahlı mücadeleye niyetlenmeyen bir teşkilat, halk, ülke gördüler. Söyleyecekleri hiçbir sözleri yok, dolayısıyla şuurları patladı. Silahsız insanların, silahın üzerine yürümesi şuurlarını patlattı. Bedenine bomba bağlayarak düşmanın üzerine gidenleri görmüştü daha önce ve dehşete düşmüştü. Şimdi bedeninde bir pantolon ve gömlekten başka hiçbir şey olmaksızın düşmanın üzerine yürüyen çıplak imanı, çıplak “cesareti” gördü. Bu hal, canlı bombaların bedenlerine bağladıkları patlayıcıların milyonlarca katıydı, bu sebeple şuurları patlattı. Müslüman kimmiş, kime denirmiş gördüler. Öyle ki bunu hem dünya gördü hem de Müslümanlar gördü. Müslümanlaşamamış Müslümanlar, konforunun elinden gideceğini farkeden Müslümanlar, “Müslümanın kim olduğunu” görünce şuurları dayanamadı, öyle bir patladı ki, hezeyan saçıyorlar. Tüm dünyanın şuuru patladı. İşte bu… Artık yeni bir akıl tertibi, yeni bir şuur terkibi, yeni bir hassasiyet kıvamı lazım. Müslümanın kim olduğunu Mısır sokaklarında gösteren yiğitlere eş seviyede bir fikir ve ilim adamı kadrosu lazım. Bazı dinozorlar gibi, “inat” ile “dirayet”i birbirinden tefrik edemeyen, bunu yapamadığı için de İhvan’ı “inat” etmekle itham edenlerin devrinin kapanması lazım. Eteklerimizden tutup bizi geriye doğru çeken, yeniçağın başlamasına mani olan “eski kafalar”dan hızla kurtulmamız lazım. *** Osmanlının işgal edildiği birinci cihan harbinden sonra, ülkenin maddi planda kurtarılması için bu milletin tüm iddialarından vazgeçmesini, İslam’ı bırakmasını, İslam’ın kendi öz yurdunda parya haline getirilmesini talep eden batılılar, karşılarında bu taleplerini yerine getirmek için kendilerinden daha iştahlı bir kadro bulmuştu. Cumhuriyet devrimleri denilen işler bu süreç sonunda yapıldı ve İslam’ın tarihten tasfiye edildiği düşünüldü. Millet, tarihi iddialarından resmi yönetim alanında vazgeçmiş, hilafet ilga edilmiş, Şeriat-ı Garra mer’iyyetten kaldırılmıştı, bunun adına da “kurtuluş” dendi. Neden kurtulmuştuk, tabii ki (haşa) İslam’dan… Kendisine karşı savaştıklarımızın tüm değerlerini aldık, bizim tüm değerlerimizi reddettik, işte bunun adına “kurtuluş” dendi. Yirminci asrın başlarında yaşayan Müslümanlar çok talihsizdi, inkıraz döneminde yaşadılar, kaderin ölüm anına şahit oldular, hiçbir tedbir ölüme mani olmadı. Bugünün Müslümanları, çok talihliler çünkü büyük doğuma şahit oluyorlar. Kaç asırda bir ele geçen bu fırsattan istifade edemeyenler, kaç asırda bir inen bu çaptaki rahmetten faydalanamayanlar, veyl olsun size, veyl olsun size, veyl olsun size… Ey iman edenler, İslam’ın ikinci çağı başlıyor, mübarek olsun size, mübarek olsun size, mübarek olsun size… Müslümanlar, Allah Azze ve Celle’ye ihanet etmeyin, O’nun Resulüne ihanet etmeyin, kardeşlerinize ihanet etmeyin. Üç günlük dünyada, üç kuruşluk makamınızdan, üç kuruşluk servetinizden, üç kuruşluk konforunuzdan dolayı, Allah’a ve Resulüne ihanet etmeyin. Bizim sadakatimiz Allah ve Resulünedir, Onlara sadık olanlaradır, unutmayın, bu günlerde iman, sadakattir, dirayettir, cesarettir, sabırdır, mukavemettir, mücadeledir, cihattır. *** Batının tüm değerlerinden kurtulmalı, tüm tefekkür şekillerinden uzaklaşmalı, akıl terkip unsurlarını reddetmeliyiz. Kendimiz olmalıyız, kendimize gelmeliyiz, kendi kaynaklarımıza dönmeliyiz. Bunun için yapılacak ilk iş akl-ı selimi inşa etmek… Batının her şeyini itmeli, atmalı, kendimizden uzaklaştırmalıyız, tam anlamıyla ona karşı ümmileşmeliyiz. Geçici süreyle batının “az sayıdaki doğrularına” bile gözlerimizi kapatmalıyız. O kadar ümmileşmeliyiz ki, yeryüzünde batı kültür ve uygarlığına dair hiçbir şeyi görmemeli, bunun için gerekirse “renk körü” haline gelmeliyiz. Onları tenkit ederken bile kendi gerekçelerini kullanmaya ihtiyaç duymamalıyız, bunun geçerli olduğu vehminden kurtulmalıyız. Bina olan arsaya bina yapılmaz, önce mevcut binayı yıkmalıyız, bunu ise ümmileşmek yoluyla gerçekleştirmeliyiz. Batıya karşı ümmileşerek zihni arsamızı boşaltmalı, batıdan alınan aslında molozdan başka bir mahiyeti olmayan malzemeyi temizlemeliyiz. Temiz ve saf bir zihinle işe başlamalı, tasavvur ve tefekkürümüzün temelini kalbimize atmalıyız. Temelleri kalpte, gövdesi zihinde olan, merkezinde ruhun bulunduğu bir akıl binası inşa etmeliyiz. Bu akıl (akl-ı selim), ruhun sevk ve idaresinde, iman yoluyla İslam’a ve Allah’a bağlanmış, dünyayı ve içindeki her şeyi O’na göre anlayan, hisseden, gören bir bünyeye sahip olmalıdır. *** Müslüman, “doğru” olanı, önce imanının gereği olarak yapar. Yaptığı işin neticesini almak ehemmiyetsiz değildir tabii ki, her faaliyetini netice almaya ayarlı şekilde yapar. Fakat “doğru”, neticesine göre yapılacak veya yapılmayacak bir iş değildir, neticesi ne olursa olsun, Müslüman, doğruyu, iman ettiği için yapmak mecburiyetindedir. Müslüman, netice almak için, ak sütün içindeki ak kılı görecek kadar keskin bir feraset sahibidir ve bu ferasetin gerektirdiği tüm tedbirleri ikame eder. Bununla beraber bilir ki, netice kadere bağlıdır, nasiptir, ihsandır. Allah Azze ve Celle’nin dilemediği, takdir etmediği, olmasını emretmediği hiçbir şey gerçekleşmez. Neticenin gerçekleşmemesi, hatta gerçekleşmeyeceğinin akıl ile görülebilir yakınlıkta olması bile “doğru” olanı yapmaya mani değildir. Kadere (ve geleceğe) vakıf olmamak, neticenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmemektir. Gerçekleşmesi için gerekli tedbirleri almak mesuliyeti ihmal edilmemelidir mutlaka ama son tahlilde neticenin gerçekleşeceğini veya gerçekleşmeyeceğini bilme iddiası, kadere vakıf olmak iddiasına muadil değil midir? Böyle bir kanaat sahibi olmak ve tefekkür tarzına yönelmek, İslami tefekkür çerçevesinde görülebilir mi? Mesuliyet, netice ile ilgili değil, gayret, faaliyet ve tedbir ile alakalıdır. Kudretince gayret eden, ferasetince tedbir alan Müslüman, mesuliyetini yerine getirmiş olmaz mı? Kaderin bazı tecelli şekilleri o kadar calib-i dikkattir ki, menfi zannedilen netice, alınan tedbirden dolayı meydana gelebilmektedir. Bu ihtimalde bile Müslüman, gayret ve tedbir ile mesul değil midir? Netice tabii ki mühimdir. Müslümanın tüm faaliyeti netice almaya müteveccihtir. Müslümanın faaliyeti böyledir ama imanı da, Allah’ın takdir etmediği bir neticenin gerçekleşmeyeceği şeklindedir. Ahmaklık, neticeyi gerçekleştirememiş olmak değil, gayret ve tedbirde ihmalkarlıktır. Toprağa gömülen hiçbir tohumun yeşermesi garanti değildir ama tohum saçmadığımızda mahsul alamayacağımızı biliriz. Öyleyse tohumu toprağa ekmeliyiz, yani gayret, faaliyet ve tedbir mesuliyetimizi yerine getirmeliyiz. Müslümanlar ifrat ile tefrit arasındaki berzahta kıvranıyor, iki direk arasına kurduğu salıncakta sallanıyor. Bazıları, Allah’a iman ettiği için tedbiri unutuyor, bazıları neticeye kilitlenip gerçekleşmesi zor görünen ama doğru ve ahlaklı olan işleri yapmaktan imtina ediyor. Aman… Bu hal, iyi hal değil. *** Mısır halkının ve İhvan’ın mukavemeti, yaşadığımız devirdeki herhangi bir hadiseyle mukayese edilebilir gibi değil. Halkın sokaklardaki mukavemeti, yanında vurulup yere düşen arkadaşına, akrabasına rağmen devam etme cesaret ve dirayeti, ordu, polis ve baltacı eşkiyaların insanları öldürmeye başlamasına rağmen sokakları bırakmaması, önünde hürmetle eğilecek bir insanlık destanıdır. İhvan liderlerinin çocuklarının keskin nişancılar tarafından özellikle hedef alınması ve şehit edilmesi, buna rağmen liderlerin çocuklarını sokaklardan çekmemeleri, şehit çocuklarının naaşı önünde dirayetini kaybetmemesi, mücadeleye devam etmesi, vakarlarını dimdik ayakta tutması müthiş hadiselerdir. İhvan liderleri ve arkalarındaki halk, hem Müslümanlara hem de yeryüzüne ve tüm insanlığa şeref kattı. Bu günün tüm insanlığına yetecek kadar şeref getirdiler dünyaya… Şeref nedir, asalet nedir gösterdiler tüm insanlığa… Bu devir için tarih, şerefin bir-iki ülkede kaldığını, onların da çok yüksek bir şeref payesine ulaştıklarını, bu sayede hala dünyada insanların ve insanlığın yaşadığını söyleyecek ve şunu ekleyecek; “Eğer o devirde onlar olmasaydı, insanlık alet kullanan hayvanlar topluluğu olarak yaşamaya devam edecek ve bir daha asla insanlaşamayacaktı”. On dört asırdır dünyayı “insanlık” için yaşanılabilir kılan Müslümanlardı. Bir asır (yirminci asır) köşelerine çekildiler, o asırdaki katliamlar (sayısal olarak) insanlık tarihindeki tüm katliamlara denk seviyeye yükseldi. Sadece ikinci cihan harbinde yetmiş seksen milyon civarında insan katledildi, bilanço tarihin arşivinde… Vahşet o kadar ileri gitti ki, İslam’ın öz topraklarında, hilafet merkezinde, Anadolu’da, şapka giymedikleri gerekçesiyle, yani bu kadar ucuz bir sebeple binlerce insan katledildi. İslam olmadığında, Müslümanlar kudretini kaybettiğinde, “insan” denilen varlık çeşidinin nasıl katliam yaptığı, ne kadar vahşi olduğu bir asır boyunca her gün görüldü. İslamsızlık, insansızlıktır. İnsanlık, bir asır boyunca bunu gördü, yaşadı ama tecrübe edinemedi. İhvan lideri, şehit çocuğunun naaşının başında çocuğuna ağlamıyor, İslamsızlaştırılan ve tabii olarak insansızlaştırılan dünyanın ve ülkesinin ne kadar vahşi, ne kadar hayvani, ne kadar zelil bir yer olduğuna ağlıyor. O kahraman insan biliyor ki, İslamlaştırılan bir ülke ve Müslümanlaştırılan bir halk asla öyle olmaz. O kahramanların iktidar için mücadele ettiğini, bu mücadele için binlerce insanın öldürüldüğünü, bu sebeplerle iktidar talebinden vazgeçmeleri gerektiğini söyleyen bazı gafil Müslümanlar, çağın şerefsizlik hastalığına yakalanan ahmaklardır. Bu gün yeryüzünün şeref ve asaletini temsil eden İhvan, tüm insanlığa yetecek kadar şeref sahibi olmakta, kendisini destekleyenler de aslında, Allah’ın onlara indirdiği şeref ve asaletten pay alabilmekte, buna rağmen bazı Müslümanlar o şerefi paylaşmamak için ısrarla direnmektedir. Şerefsizliğin de bulaşıcı olduğunu bilenlerdeniz, şerefsizler topluluğu içinde yaşamayı kanıksayanlar veya her işlerini şerefsizlerle yapmaya alışanlar, şeref ve asaletlerini hızlı şekilde kaybediyorlar. Buna mukabil, şeref de, asalet de bulaşıcıdır, şerefli insanlarla yaşayanlar, onlarla iş yapanlar, onların yanında yer alanlar, onlara yardım edenler hızlı şekilde asilleşiyorlar. Biz, günümüz İhvan kadroları ve mensuplarıyla aynı zaman diliminde yaşamaktan, o insanları görmekten, onların safında yer almaktan dolayı şeref duyan insanlarız. Bu gün, şeref ve asaletin, dünyaya İhvan tarafından dağıtıldığını, başka yerde şeref arayanların bulamayacaklarını düşünüyoruz. Allah’ın rahmetinin bazı durumlarda yeryüzünün belli bir bölgesine indiğini, oradan dağıldığını, oraya yönelmeyen, oradaki Müslümanlara yardım etmeyenlerin o rahmetten faydalanamayacağını zannediyoruz. Nasıl ki bir zaman Çanakkale’ye iniyordu, en azından kalbiyle orada olmayanlar faydalanamıyordu, bu günde İhvan’ın üzerine iniyor ve dünyaya oradan dağılıyor olmalı. Tabii ki Allah’ın neyi nasıl yapacağı bilinmez, rahmetin ne zaman, nereye, nasıl ineceği belli olmaz. Fakat rahmet, şerefsizlerin üzerine inmez, soysuzların üzerine inmez, vicdansızların üzerine inmez, hayvanlara bile iner ama hayvanlaşan insanların üzerine inmez. Zor durumdaki Müslümanın yanında olmayan Müslümanın üzerine iner mi? Yardıma ihtiyacı olan Müslümana yardım etmeyen Müslümanın üzerine iner mi? Muhal farz bir Müslüman yanlış yapsa ve zor duruma düşse, buna rağmen ona yardım etmeyen Müslümanın üzerine rahmet iner mi? Müslümanın yanlışını savunmamak ayrı bir şeydir, Müslümanı savunmamak ayrı bir şey… Müslümanlar yanlış yaptıklarında onları terk eden alçaklar, bu tavrınızla, hiç yanlış yapmadığınız iddiasına savrulmuyor musunuz? Bir kimse, bir gurup, bir cemaat, bir hareket, yanlış yapmadım, yapmıyorum düşünce ve kanaatini taşıdığı andan itibaren, “gizli peygamberlik” iddiasında bulunmuş olmuyor mu? Size, birileri, Müslümanların yanlış yapmayacağını mı söyledi? Her yanlışta bir Müslümanı terk ederseniz, bir müddet sonra dini terk etmiş olmayasınız? *** Burada, Mısır’daki yiğitlere yardım etmek için toplanmadık, Mısır’daki yiğitlerin üzerine sağanak halinde inen rahmetten nasiplenmek için toplandık. Umulur ki Allah Azze ve Celle, samimi niyetlerle burada toplandığımız için Mısır’daki yiğitlere inen rahmetten bize de pay ayırır. Şu anda duaları kabul edilecek olanlar, zulüm altındaki Müslüman kardeşlerimizdir, kendileri için dua edenlere dua ederler ümidiyle burada toplandık. Allah Azze ve Celle onları muzaffer etsin, düşmanlarını zelil, rezil ve mağlup etsin. Amin… İSLAM DÜNYASI DAYANIŞMA PLATFORMU PLATFORMA KATILAN KURULUŞLAR 1-Duyarlı Toplum Derneği 2-Anadolu Gençlik Derneği K.Maraş şubesi 3-Rıdvan Hoca Vakfı 4-Türkiye Yazarlar Birliği K.Maraş şubesi 5-İyi-Der 6- İnsani Yardım Derneği 7-Saçaklızade Vakfı 8-Ülfet Vakfı 9-Memur-Sen 10-Diyanet-Sen 11-Mazlum-Der 12-K.Maraş platformu 13-Kent konseyi 14-Merdan derneği 15-Hayrat vakfı 16-Gülhan-der 17-Hayır ve İhsan Vakfı 18-Beşir derneği 19-İlim Yayma derneği 20-Genç ufuk derneği 21-Kamim-der 22-Tümsiad 23-Şuurlu öğretmenler der 24-İhya Vakfı 25-As-der 26-MTTB K.Maraş şubesi 27-Verenel derneği 28-Hayır ve hasenat derneği 29-Ekin Der 30-Alperen ocağı 31-Lider gençlik izci klübu 32-Bertiz Eğitim Kültür ve dayanışma vakfı 33-Özgür Suriye Avukatları birliği
Posted on: Mon, 26 Aug 2013 10:48:35 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015