12 Eylül döneminde insan hakları ihlalleri sadece işkenceyle - TopicsExpress



          

12 Eylül döneminde insan hakları ihlalleri sadece işkenceyle sınırlı kalmadı. Yaşam hakkı tamamen pamuk ipliğine bağlı olarak sürdü. Cuntanın emirlerini yerine getiren polis, asker, yargıç ve bürokratlar, insan hakları ihlali yaptı. Binlerce insan işten çıkartıldı. Dersim kökenlilere iş verilmemesi için fabrikalara özel talimatlar gönderildi. İnsanlara pasaport verilmedi, öğrenim elemanlarının görevlerine son verildi. Zorunlu din dersiyle inanç özgürlüğü rafa kaldırıldı. Kadınlar üzerinde korkunç bir baskı uygulandı. 12 Eylül toplumu suskun ve boyun eğen bir düzeye getirdi. 12 Eylül döneminde insan hayatı cuntacıların iki dudağı arasında sıkışıp kaldı. Cunta şefleri önlerine gelen idamları tereddütsüzce imzaladılar. Erdal Eren 17 yaşında olmasına rağmen yaşı mahkeme kararıyla büyütülerek idam edildi. Bir çok devrimcinin idamı jet hızıyla onaylandı. Mahkemelerde kesilen hiçbir idam cezası yargıtaydan dönmedi. 12 Eylül Faşist Cuntasının Kürt Ulusu Üzerindeki Irkçı Uygulamaları Kürt ulusu üzerindeki baskılar on yıllardır sürmektedir. Faşist diktatörlüğün hunharca katliamlarına maruz kalan Kürt ulusunun dili, kültürü yasaklanmış, varlığını anmak bir suç haline getirilmiş, önderleri yargılanmış, idam edilmiş, sürgüne gönderilmiştir. Kürt ulusu üzerindeki baskılar 12 Eylül’le birlikte daha da katmerleşti. ‘’Bölücü avı’’, ‘’askeri operasyon’’ vb. adlarla yapılan baskı ve zulüm Kürt ulusunungünlük yaşamının bir parçası haline getirildi. 12 Eylül’le birlikte tüm Kürt coğrafyası adeta bir açık hapishaneye dönüştürüldü. Köyler askeri birliklerin birer üssü haline getirilerek, Kürt köylü ve emekçileri işkenceden geçirildi. 12 Eylül’le birlikte Türk ordusunun 750 bin kişilik sayısının üçte biri, Türkiye Kürdistan’ına yerleştirildi. Sırf Dersim’e 55 bin asker yerleştirildi.1983 yılında ise 2. Ordu komutanlığı Malatya’ya alınmış ve 1980 ile 1987 yılları arasında 10’un üzerinde askeri manevra düzenlenmiştir. 1982 yılında ‘’Cumhuriyet fazilettir’’ manevrasında sahte düşman olarak, askerlere Kürt elbiseleri giydirilerek tatbikat yapılmıştır. Özel tim ve ordu birliklerinin düzenledikleri operasyonlar günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Doğal yapı tahrip edildi. Binlerce dönüm orman ‘’eşkıyadan temizlenme’’ adına yakıldı. 12 Eylül faşist cuntası iş başına geldiktensonra tüm Kürtler ‘’devlet dostu’’ ve ‘’devlet düşmanı’’ diye fişlendi. Fişlenen bu listeler karakollara asıldı. Ve böylece karakollardaki görev değişimi olduğunda yeni gelen askerler bu listelere bakarak uygulamalar yaptı. Ayrıca tüm aşiretler siyasal görüşleri ile kayda geçmiş, bazı aşiretler silahlandırılmış, silahlandırılan bu aşiretlerin bazıları ise sonradan koruyucu olmuşlardır. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının bir kısmını anayasaya da koymak kaydıyla Kürt Ulusu üzerinde uyguladığı baskı ve yasaklamaların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz. Kürt dili resmi devlet politikası olarak yasaklanmıştır. Kürtlerin kendi dillerinde konuşmaları, toplantı düzenlemeleri, Kürtçe yayın, kaset çıkartmaları, ses ve görüntülü yayın yapmaları yasaklanmış ve bu yasak Anayasanın 26. ve 28. maddeleriyle ‘’yasaklanmış dil’’ olarak Türkiye Anayasasına konmuştur. Kürtçe eğitim yapılması, kursların açılması yasaklanmıştır. Bu yasak Anayasanın 42. maddesinde şöyle izah edilmiştir. ‘’Türkçe’den başka bir dil, eğitim veren kurumlarda, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez’’ denilerek ırkçılık anayasayla güvence altına alınmıştır. Faşist cunta bununla da yetinmemiş, bir kimsenin kendisini Kürt olarak belirtmesi suç olarak görülmüştür. Keza; Kürtlerin bir araya gelerek, dernek ve parti kurmaları yasaklanmış, bu konuda teşebbüste bulunan kişiler ‘’bölücülük’’ yaptıkları gerekçesiyle yargılanmış ve hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Bu uygulama 12 Eylül anayasasında temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını düzenleyen 13. Madde, derneklerle ilgili 33. madde, sendikalarla ilgili 52. madde siyasi partilerin kuruluşu, tüzük ve programıyla ilgili 68. ve 69. maddeleri Kürtlerin örgütlenmesi önündeki engelleyici maddeler olarak yasallaştırılmıştır. 12 Eylül’le birlikte yeni doğan çocuklara Kürtçe isim verilmesi, bir kişinin kendi ismi yada soyadını Kürtçe olacak şekilde değiştirmesi yasaklanmış, aynı uygulama ticari ilişkilerde geçerli olacak şekilde işyerlerine Kürtçe isim verilmesi, ticaretin Kürtçe diliyle yapılması, ulusal günlerin Kürtçe isimle anılması, bayram ve kutlama günlerinin Kürtçe olarak kutlanması yasaklanmış, teşebbüste bulunanlar yargılanmış ve hapisle cezalandırılmışlardır. 12 Eylül Askeri faşist cuntasıyla birlikte, Kürt dilinde bilimsel araştırmalar yapılması, bunların basın yoluyla yayınlanması yasaklamış ve böylece Kürtçe olan tüm bilimsel, edebi ve tarihsel konulardaki gelişimler bilinçli ve programlı olarak yasaklanmıştır. 12 Eylül Askeri faşist cuntasıyla birlikte bir kez daha Kemalist ideoloji toplumun tüm hücrelerine empoze edilmeye çalışılmıştır. 12 Eylül’le birlikte, eğitim, kültürel yapı, sosyal ve siyasal tüm düzenlemeler Kemalist ideolojiye göre yeniden şekillendirilmiştir. Kemalizm 12 Eylül’le birlikte Kürt varlığının inkarı temelinde, Türk Irkçılığının ideolojik ve politik şekillenişi olarak yeniden dizayn edilmiş ve kabul edilmiştir. 12 Eylül sonrası Kürt ulusal direnişi büyük fedakarlıklar göstererek 1984 yılında yeni ve büyük bir mücadele başlattı. Binlerce Kürt genci, yaşlısı, kadın ve erkeğiyle başlatılan bir direnişle Kürt ulusu muazzam ilerlemeler kaydetti. İnkar edilen bir ulustan varlığı kabul edilen bir ulus düzeyine gelmesinde Kürt ulusal direnişi belirleyicidir. 12 Eylül’le birlikte, uygulamada olan katı bazı kanunların değişmesi, anayasada değişikliğe uğraması, Türk devletinin Kürtlere bağış etmesiyle olmamıştır. Kürt ulusunun kan ve can pahasına kazandığı bazı mevzileri, Türk hakim sınıfları hiçbir zaman içlerine sindirememiştir. Bugün sözde yasak olmayan bir çok uygulama keyfi bir hal almış durumdadır, Kürtçe basın yayın, Kültürel aktiviteler yine soruşturma konusu olmakta, Kürtçe propaganda yaptıkları için yüzlerce insanın mahkemeleri devam etmekte, yeni doğan çocuklara Kürtçe isim vermek soruşturma konusu olmakta, Kürt partileri, DEP, HADEP, ve son olarak DTP’nin kaplatılmasıyla Kürtlerin örgütlenmeleri önündeki engeller devam etmektedir. 12 Askeri Faşist Cuntasının Sendikalar ve Demokratik Kuruluşlar Üzerindeki Baskı ve yasaklamaları 12 Eylül askeri faşist cuntası iş başına geldiktenhemen sonra tüm demokratik kurum vekuruşlara saldırarak, bu kurumları patronlarınistemleri doğrultusunda yeniden düzenledi.Sendikalar ve diğer demokratik kitle kuruluşları da bu saldırıdan nasiplerini aldılar. 12 Eylül’de darbeyi destekleyen, Türk-İş dışındaki tüm sendika ve demokratik kuruluşlar kapatılarak, mal varlıklarına el koydu, yöneticileri askeri mahkemelerde yargılanarak yüzlerce yıl cezalara çarpıtıldı. AFC, 7 nolu bildiriyle ‘’kamu düzeni ve genel asayişi’’ gerekçe göstererek DİSK, MİSK ve bunlara bağlı tüm sendikaları kapattı. Bu Konfederasyon ve bağlı sendikaların tüm yöneticileri ‘’Türk Silahlı Kuvvetlerinin Güvencesine’’ alınarak tutuklandı. Cunta 14 Eylül 1980 tarihinde yayınladığı bildiriyle tüm toplu sözleşme ve grevlerin sona erdiğini açıkladı. Özal’ın ve bazı sermaye çevrelerinin araya girmesiyle 1981 tarihinde HAK-İş’in mal varlıkları serbest bırakıldı. Keza MİSK yöneticileri de serbest bırakıldı. İçerde olan 200 DİSK yönetici ise yargılanmak için bekliyorlardı. Cunta 27 Aralık 1980 tarihinde 2364 Sayılı kanunla tüm sendika üyelerini kapsayan Yüksek Hakem Kurulu uygulamasına geçti. Sermeyenin cuntadan istediği uygulamalar zaman geçirilmeden yerine getirildi. Hafta tatilleri, ikramiye ve kıdem tazminatı ile ilgili yasalar çıkartıldı. 19 Nisan 1981 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan ‘’4.7.1956 tarihli 6772 Sayılı Kanuna bir ek madde eklenmesi ve İşçilere Toplu Sözleşmelerle Verilecek İkramiyeler Hakkında Kanun‘’ 19 Nisan 1981 tarihli 2448 sayılı yasa ile en fazla dört ikramiye sınırlamasını getirdi. Çalışma süreleri kısıtlandı. 2429 sayılı ‘’Ulusal Bayram Ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’’ ile toplam tatil günlerinden 5.5 günlük bir kısıtlama getirildi. 1 Mayısın işçi bayramı olarak kutlanması yasaklandı. 12 Eylül askeri faşist cuntası DİSK davasına özel bir önem verdi. DİSK davası 12 Eylül Cuntasının sonraki uygulamalarında bir deney niteliğini de taşıyordu. DİSK davası en az diğer davalar kadar ilgi odağı oldu. Cuntacılar, DİSK ve bağlı sendikalarda yönetici ve üye olarak 2000 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanların önemli bir bölümü 100 gün sorguda kaldı. 26.06.1981 tarihinde 54 DİSK yöneticisi hakkında idam talebiyle dava açıldı. Savaş hali uygulamasına tabi tutulan DİSK yöneticilerine iddianameleri ise beş ay sonra verildi. Daha sonra sendika yöneticisi ve üyelerinin eklenmesiyle yargılananların sayısı 1477’e çıktı.DİSK davası 1986 yılına kadar sürdü. Dava sonunda 261 sendikacı ve 3 uzman kişi çeşitli cezalara çarpıtıldı. 16 kişinin davasının düşmesine karar verilirken, DİSK ve DİSK’e bağlı 28 sendika hakkında ise kapatma kararı verildi. 12 Eylül’de Yargılanan Sendikalar, Sendikacı Sayısı ve Verilen Cezalar DİSK Cezalandırılanların sayısı 54 Aldıkları Toplam Ceza 433yıl 5 ay 10 gün GENEL-İŞ Cezalandırılanların sayısı 21 Aldıkları Ceza 123 yıl 5 ay TEK GES-İŞ Cezalandırılanların Sayısı 12 Aldıkları Ceza 100 yıl DERİMCİ TOPRAK İŞ Cezalandırılanların sayısı 12 aldıkları ceza 95 yıl 8 ay DEV MADEN-SEN Cezalandırılanların sayısı 12 Aldıkları ceza 93 yıl SİNE-SEN Cezalandırılanların sayısı 9 Aldıkları ceza 80 yıl BANK-SEN Cezalandırılanların sayısı 12 Aldıkları ceza 80 yıl 12 Askeri Faşist Cuntasının Sendikalar ve Demokratik Kuruluşlar Üzerindeki Baskı ve yasaklamaları 19 DEVRİMCİ SAĞLIK İŞ Cezalandırılanların sayısı 8 Aldıkları ceza 93 yıl 4 ay LİMTER-İŞ Cezalandırılanların sayısı 8 Aldıkları ceza 71 yıl 1 ay 10 gün MADEN-İŞ Cezalandırılanların sayısı 12 Aldıkları ceza 71 yıl 1 ay 10 gün KERAMİK-İŞ Cezalandırılanların sayısı 10 Aldıkları ceza 70 yıl ATER-İŞ Cezalandırılanların sayısı 7 Aldıkları ceza 69 yıl 9 ay 20 gün PETKİ-İŞ Cezalandırılanların sayısı 7 Aldıkları ceza 62 yıl 2 ay 20 gün BAYSEN Cezalandırılanların sayısı 7 Aldıkları ceza 58 yıl 10 ay 20 gün TEKSTİL Cezalandırılanların sayısı 8 Aldıkları ceza 58 yıl 10 ay 20 gün OLEYİS Cezalandırılanların sayısı 9 Aldıkları ceza 57 yıl 9 ay 10 gün HÜR CAM-İŞ Cezalandırılanların sayısı 6 Aldıkları ceza 56 yıl 8 ay GIDA-İŞ Cezalandırılanların sayısı 6 Aldıkları ceza 53 yıl 4 ay YENİ HABER-İŞ Cezalandırılanların sayısı 6 Aldıkları ceza 50 yıl SOSYAL-İŞ Cezalandırılanların sayısı 5 Aldıkları ceza 45 yıl 11 ay 10 gün TİS Cezalandırılanların sayısı 4 Aldıkları ceza 41 yıl 1 ay 10 gün FINDIK-İŞ Cezalandırılanların sayısı 4 Aldıkları ceza 35 yıl 6 ay 20 gün TÜMKA –İŞ Cezalandırılanların sayısı 4 Aldıkları ceza 35 yıl 6 ay 20 gün BASIN-İŞ Cezalandırılanların sayısı 4 Aldıkları ceza …yıl 9 ay NAKLİYAT-İŞ Cezalandırılanların sayısı 3 Aldıkları ceza….yıl 9 ay İLERİCİ DERİ-İŞ Cezalandırılanların sayısı 3 Aldıkları ceza….yıl 9 ay LASTİK-İŞ Cezalandırılanların sayısı 4 Aldıkları ceza….6 ay 20 gün YERALTI MADEN-İŞ Cezalandırılanların sayısı 2 Aldıkları ceza 16 yıl 2 ay 20 gün GENEL TOPLAM 264 Kişi Aldıkları ceza 2053 yıl 5 ay 20 gün Kaynak 12 Eylül Yargılanıyor Belge Kitap syf182-183 12 Eylül Askeri faşist Cuntasının hedef aldığı bir diğer demokratik kurumda TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme Ve Dayanışma Derneği) oldu. Faşist Cuntanın eğitim alanında ilerici ve devrimci öğretmenlerin bir araya gelerek kurdukları TÖB-DER’in, 12 Eylül faşist Cuntasıyla birlikte faaliyetleri yasaklandı. TÖB-DER, 1971’de yapılan askeri darbe sonrasında kapatılan TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası)nın kapatılmasının ardından kurulan demokratik bir kuruluş idi. TÖB-DER, kuruluşundan itibaren öğretmenlerin çoğunluğunun üye olduğu bir kuruluş haline geldi. TÖB-DER, 200 bin üyesi, 670 şubesiyle, eğitimin gericileştirilmesine karşı önemli bir mücadele mevzisi yarattı. Kürt ulusunun kendi anadilinde eğitim görmesi için yoğun bir çaba içine girdi. 12 Eylül 1980 tarihinde bir çok demokratik kuruluş gibi TÖB-DER’inde faaliyetleri yasaklandı. TÖB-DER yöneticisi ve üyesi çok sayıda kişi gözaltına alındı, işkenceden geçirildi. Cuntacılar 20 bin öğretmenin işine son verdiler. 22 Mayıs 1981 tarihinde açılan TÖB-DER davasında savcı TÖB-DER’i şöyle suçladı. ‘’Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde hakimiyetini kurmak, mevcut iktisadi ve sosyal temel düzenleri devirmeye yönelik olarak cemiyet kurmak ve bu cemiyeti yönetmek, bu amaç doğrultusunda komünizm ve bölücülük propagandası yapmak ve dernekler kanununa muhalefet etmek’’ devamında ise ‘’ Keza sanıklar, yurdumuzun doğusunda ve güneydoğusunda yaşayanların ayrı bir ulus olduklarını,ayrı bir dil ve kültüre sahip olan bir halka ırkçışoven ve asimilasyoncu bir eğitim sisteminin uygulandığını, öz dilleri ile eğitim yapma hakkının verilmediğini savunarak yıkıcı ve bölücü propaganda faaliyeti içerisine girmişler ve ideolojilerinin gereği olarak önce basılı eser ve yayın yoluyla zihinlerinde bu görüşlerin yerleşmesini sağlayacak yasal olmayan faaliyetlerdebulunup, amaçlarına ulaşabilmek için, yönetici oldukları derneği kullanmak gerçek amaçlarını gizleyip illegal çalışmalar içerisine girmeye başlamışlardır’’ diyerek yapılan yargılamada TÖB-DER yöneticileri ve üyelerine onlarca yıl cezalar verildi. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının Alevilere karşı geliştirdiği politika; Red, Baskı Ve Asimilasyon Olmuştur Türkiye’de Alevi inancına mensup milyonlarca insan bulunmaktadır. Aleviler Türk devletinin sürekli hedefleri arasında oldu.Türk devleti Alevileri Sünnileştirmek için özel politikalar yürüttü. Uzun bir mücadele sonucu ancak 1995’lerin ortalarından sonra Aleviler kendi inançlarına göre yaşama hakkını elde edebilmiş, ondan öncesinde ise Türkiye’de Alevilik devlet eliyle yasaklanmış, Aleviler ibadetlerini illegal yapmak zorunda kalmışlardır. Devlet görevlendirdiği İmamlar vasıtasıyla, Alevilerin kestikleri kurbanların haram olduğu, Alevilerle el sıkışmanın günah olduğu, bir Alevi’yi öldürenin cennete gideceği propagandası hiç gündemden düşmedi. Maraş, Çorum, Sivas katliamları geliştirilen bu propaganda sonucu bizzat devletin desteklediği sivil faşistler eliyle gerçekleştirdiği katliamlar olmuştur. 12 Eylül AFC, tüm toplum üzerinde estirdiği terör politikasını Alevilere karşıda gerçekleşdirdi. Cunta Alevileri Sünnileştirmek için özel bir çaba sarf etti. Alevi köylerine yüzlerce cami yaptırıldı. Alevi Pir’leri zorla camilere götürülüp Sünnileştirmek için baskılar yapıldı. 12 Eylül AFC’si, iş başına geldikten sonra bir çok ile emekli generalleri atadı. Dersim’e atanan emekli general Kenan Güven, Dersim Alevilerine karşı korkunç bir baskı uyguladı. Kenan Güven 1981 yılında Dersim’e atandıktan sonra ilk işi şehrin ileri gelenlerini toplamak oldu. Kenen Güven toplantıda açık olarak tehditler savurdu. Ve’’Bu ilde dinin her zaman zayıf kaldığını, buranın daha çok isyan ve başkaldırıyla anıldığını,benim görevim din’den çıkmışları Müslümanlaştırmak’’ olduğunu belirterek, bunun tüm Dersim’e duyurulmasını istedi. Kenan Güven bu toplantının ardından il merkezinde bulunan caminin yetersiz olduğunu belirterek, üç yeni cami daha yaptırdı. Benzer şekilde cunta Malatya, Çorum, Tokat, Erzincan vb. alevilerin yoğun olarak yaşadığı illerin bir çok köyüne camiler yaptırdı. Camiye gitmeyen Alevilere işkenceler yapıldı. Yurdun dört bir yanından yüzlerce Alevi çocuğu zorla İmam hatip okullarına gönderilerek Sünnileştirildi. Kaçıp gelen çocukların ailelerine baskılar yapıldı. Bu nedenle yurtdışına kaçırılan yüzlerce çocuk vardır. Cunta, tüm okullara zorunlu din dersi uygulaması getirerek Türkiye’de yaşayan diğer inançlardan insanları hiçe sayarak, herkesin Sünni olmasını dayattı. 12 Eylül Faşist Cuntası Döneminde Eğitim 12 Eylül faşist cuntası eğitim alanında köklü değişimler yaptı. 12 Eylül öncesi faşist eğitim sistemi 12 Eylül sonrasında Türk İslam sentezi temelinde yeniden düzenledi. Faşist eğitim sistemine karşı aktif bir mücadele veren TÖB-DER gibi tüm demokratik kurumlar kapatıldı. Milli Eğitim ve Spor Bakanlığı başta olmak üzere, ona bağlı tüm kurumların başına emekli generaller atandı. 12 eylül askeri faşist cuntası eğitim alanında Kürt ulusuna karşı katı ve acımasız bir asimilasyon politikası uygulayarak, Türkleştirmeye hız vermiş, tarih, coğrafya, kültür ve edebiyat, sanat tarihinin tümü Türk şoven tezleri üzerine inşa edilmiştir. 12 Eylül cuntası bu dönemde din eğitimine özel bir ağırlık verdi. Cunta dinin etkisini bildiğinden bu dönemde din okullarının açılmasına hız verdi.’’1951-1952 öğretim yılında sayısı 7 olan İmam Hatip Okulları bugün 717’ye yükselmiştir. Ayrıca bu okullardan (TC Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı istatistikleri) 3704’u resmi, 20 bin kadarı gayriresmi durumda Kuran Kursu faaliyet gösteriyor. Resmi Kuran Kurslarına 130 bin 874 kişi, gayriresmi Kuran Kurslarına ise yüzbinlerce kişi devam etmektedir. Yine Türkye’de toplam 58 bin 455 okula karşılık, 60 bin 161 cami bulunmaktadır’’(Milliyet Gazetesi 4 Haziran 1987) Faşist cunta hazırladığı 1982 Anayasası’nın 24. maddesinde okullarda din eğitimini tercihli ders olmaktan çıkararak ‘’din eğitimini zorunlu, devletin denetimi ve gözetimi altında, ilk ve ortaöğretimde yapılır’’ hale getirmiştir. Bununla Türkiye’de yaşayan diğer dinlere mensup azınlıkların ve ulusların çocukları zorunlu olarak Sünni islam dinini öğrenmekle karşı karşıya bırakılmıştır. Türkiye hala 12 Eylül Anayasasıyla yönetilmektedir. İş başına gelen hiçbir hükümet 12 Eylül Anayasasını tümden değiştirme cesareti gösteremedi. Nitekim hükümetler sermeye gruplarının temsilcileri olarak, 12 Eylül Anayasasıyla barış içinde yaşamakta, 12 Eylül anayasasının bir çok maddesi onların da işine gelmektedir. 15 seferde 80’i aşkın maddesi değişikliğe uğrayan anayasanın her yeni değişikliği sistemi daha da güçlendirmek için yapılmaktadır. Nitekim,12 Eylül cuntasının halkın boğazına doladığı bu anayasasının çok zorlandığı ve sıkıştığı noktada gevşetilmesi sorunun özünü değiştirmiyor. Son olarak AKP hükümetinin 12 Eylül Anayasasının bazı maddelerindeki değişiklikleri bir paket olarak gündeme getirmesi de, bu ihtiyacın bir tezahürüdür. AKP’nin yeni anayasa değişikliğinin özü, yargıda, köşe taşlarını kimin tutacağıyla ilgilidir. 12 Eylül Anayasasının hala yürürlükte olan bazı temel maddelerini içeren insan hakları, ulus ve azınlıklar üzerindeki yasaklar, anayasada Türkçülüğü esas alan anlayış, partiler ve dernek kurma, örgütlenme üzerindeki yasaklara hiç dokunulmamaktadır. 12 Eylül’de iş başına gelen Askeri Faşist Cuntasının beş generali, Cuntanın başından itibaren uyguladıkları baskı ve yok ettikleri özgürlükleri, kapattıkları sendika ve derneklere karşı uygulamalarını 1982 yılında Anayasa haline getirerek perçinlediler. Cuntacıların Anayasa Komisyonunun başına getirdiği Orhan Aldıkaçtı, MGK’nın istemleri doğrultusunda Anayasanın hazırlanması ve kabul ettirilmesinde kilit rol oynadı. Her şey bir tiyatro oyunu gibi önceden hazırlanan senaryoya göre yerine getirildi. 12 Eylül Anayasasının ruhu, evrensel değerlerin reddi üzerine kurulmuştur. 12 Eylül Anayasası politika ve yaşam hakkını tamamen rafa kaldırdı. Bunun tek kanıtını, 12 Eylül Anayasasının hazırlanışı, içerdiği maddelerde görmekteyiz. Cuntacılar, bizzat kendilerinin atadığı bir danışma meclisi oluşturdu ve bunu yasal güvenceye almak için 29.06.1981 tarihinde bir yasa çıkartarak, Anayasa taslağının kabulü noktasında son kararın kendilerinde olduğunu açıkladılar. Anayasasın hazırlanması için 160 kişilik bir danışma meclisi oluşturuldu. Sözde Anayasa demokratik ve her kesimin istemleri gözetilerek hazırlanmış olacaktı. Bu tamamen bir tiyatro oyunu idi. 160 kişiden oluşan Danışma Meclisinin 40 üyesi doğrudan Cuntacılar tarafından atandı.120 üyesi ise, her ilin valilerince gösterilen adaylardan seçilecekti. Ancak valilerin gösterdiği adaylar da Cuntacılar tarafından onaylandıktan sonra Danışma Meclisi üyesi olabildi. Böylece Danışma Meclisi bir nevi atama yöntemi ile seçilmiş oldu. Danışma Meclisinin görevi yazım işlemini yerine getirmekten öteye gitmedi. Gerek danışma Meclisinin, gerekse de Anayasa Komisyonun görev ve yetkileri en ayrıntılarına kadar Cuntacılar tarafından belirlendi. Belirlenen kuralların dışına çıkılması yasaklandı. O dönemi Yalçın Doğan şöyle anlatıyor ‘’Danışma Meclisi’nin anayasa hazırlıkları içinde olduğu bir donemde kendi aralarında toplanarak ülkenin siyasi durumu ve anayasa oylamasından sonra siyasi partilerin alacağı tavırlar üzerine konuşan Danışma Meclisi üyeleri, Cunta emriyle sorguya çekildiler. O tarihte Türkiye’de anayasa gibi siyasetin en yoğunlaşmış kurallarının oluşturulduğu bir metni hazırlamakla görevli Danışma Meclisi’nin ‘siyaset yapma’ hak ve özgürlüğü yoktu.’’ Anayasanın ret edilmesi alternatifi yoktu. Cuntacılar ne olursa olsun halkın bu anayasaya evet demesi için, özel bir politika geliştirdi. Tehdit ve şantaj bu politik argümanın temel felsefesini oluşturdu. Hasan Cemal bunu Tank Sesiyle Uyanmak Kitabında şöyle anlatıyor. Cunta şefi Kenan Evren basın mensuplarına eğer ‘’Anayasa kabul edilmezse,halk demokrasiyi değil, bizi istiyor deriz ve kalırız’’ diyordu. Cuntacılar, referandum öncesinde Anayasa konusunda anti propaganda yapılmasını yasakladı. Buna karşı gelen bir çok kişi cezalandırıldı. Beyaz oy ‘’evet’’, mavioy ‘’ret’’anlamına geldiğinden, tüm basına gazetelerde mavi renk kullanılması yasaklandı. Anayasa oylamasıyla birlikte cuntanın başı Kenan Evren’inde Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi kabul edilmiş oldu. Cuntacılar kendilerini garantiye almak için, Anayasaya geçici 15. madde koyarak, ömür boyu yargılanmalarını yasaklamış oldular. Tüm bu baskı ve yıldırma politikası sonucu, referandumda alınan %92 oyla Anayasa kabul edildi. Bu, halkın mevcut Anayasayı içine sindirdiğinden değil, başka bir alternatif bırakılmadığı, Cuntacıların bir an önce gitmesi ve sivil bir yönetime geçme istemlerinin etkisinin de olduğunu görmek gerekir. Zira tüm bu baskılara rağmen 4 milyon ret oyuna bir anlam vermeliyiz. 12 Eylül AFC’si, Anayasasının oylamasından sonra, yapılacak ilk genel seçimlerde, belirtikleri şekilde demokratik bir seçim ortamı yaratmadılar. Cuntacılar yeni kurulan partilerin kurucu adaylarını MGK’nin onayı koşuluna bağladı. MGK’den onay alamamış hiç kimse herhangi yeni bir partinin kurucusu olamadı. Burjuvazinin temsilcisi eski Adalet Partisi’nin devamı olan Büyük Türkiye Partisi, sonrasının devamı Doğru Yol partisi, Erdal İnönü’nün kurduğu Sosyal Demokrasi Partisi ve MSP’nin devamı Refah Partisinin adayları defalarca veto edildi. Cunta kendisinin kurduğu partinin seçimleri kazanarak başa geleceğini tahmin ettiği için, yanında ANAP’ında seçimlere katılmasına izin verdi. 12 Eylül Ve Kadınlar 12 Eylül AFC kadınlar üzerinde korkunç bir terör estirdi. Cuntacılar, hiçbir gelenek ve toplumsal aile yapısını, değer yargılarını dinlemeden kadınlara saldırdı. 12 Eylül döneminde kadınlar yaşadıkları bu faşist terör sonucu, kalıcı travmalar yaşadılar. 12 Eylül AFC, devrimci örgütleri çözmek, kadro ve taraftarlarını ele geçirmek için, aranan devrimcilerin annelerine, eşlerine işkenceler yaptı, gözaltına aldı. Türkiye Kürdistanı’nda Kürt kadınlarına yapılan işkence ve zulüm, bilinçlerden silinemeyecek şekilde toplumun hafızalarına kazındı. 12 Eylül’de eşinin aranmasından sonra faşist Cuntanın baskılarına maruz kalan Arife Kaynar başına gelenleri şöyle anlatıyor ‘’ 12 Eylül Darbesi’nden sonra 14 senelik mesleğim olan öğretmenlikten ayrılmak zorunda kaldım, çünkü eşim siyasi suçlu olarak aranıyordu. 7 aylık bebeğim ve 10 yaşındaki oğlumla ortada kaldım, açlıkla karşı karşıya geldim. Bebeğimi bir süre sonra aileme bırakmak zorunda kaldım. Bakım masraflarını karşılayabilecek gücümüz yoktu ve yaşayabilmek için hemen her gün başka bir evde kalıyorduk. Ailem parçalanmıştı. Ailemin bütün bireyleri tek tek karakola götürüldü ve evlerine sık sık baskınlar düzenlendi. 70 yaşındaki kendi anneme ve 60 yaşındaki kayınpederime yaşlı olmalarına bakılmaksızın olmadık hakaretler yapıldı. Bebeği bize karşı rehin almakla tehdit ettiler. Bebeği emzirmeye geldiğim düşüncesiyle evlerinin önlerinde sivil polisler bekletildi’’(12 eylül yargılanıyor sf 143) Bu baskı ve işkenceyi yaşayan binlerce kadın oldu. Onlarca kadın hiçbir örgütle bağlantısı olmadığı halde eşlerinin çözülmesini sağlamak için işkenceye alındılar. İşkenceye uğradılar, tecavüz edildiler. 12 Eylül AFC döneminde devrimci kadınlar ağır bedeller ödediler, Devrimci olmalarının yanında birde kadın oldukları için cuntacıların özel baskılarına maruz kalan devrimci kadınlar, işkence tezgahlarında, cezaevlerinde yıllarca baskılara maruz kaldılar. Operasyonlarda gözaltına alınan kadınlar askeri kışlalarda, karakollarda günlerce işkenceye uğradılar. 90 gün süren sorgu sırasında kadınlara cinselliğine yönelik fiili saldırılar yapıldı. Çırılçıplak soyulması, cinsel organlarının taciz edilmesi, elektrik verilmesi, tecavüze uğraması, eşlerinin karşısına çıplak olarakgetirilip sarkıntılık edilerek onurları kırıldı. Hamile olarak yakalanıp getirilen kadınlara cellatlar acıma hissi duymadan işkence yaptı.Bir çok kadın yapılan bu işkenceler sonucu çocuklarını düşürdü, geri kalan bir çok hamile kadın çocuğunu cezaevlerinin o zor koşullarında dünyaya getirmek zorunda kaldı. Yeni doğan çocuklara hiçbir bakım olanağı sağlamayan faşizm, çocukların normal doktor kontrolünden geçmelerini engelleyerek, sağlıksız büyümelerine neden oldu. Yeni doğan çocuklarını, daha annelerine alışamadan dışarıdaki yakınlarının yanına vermek zorunda kalan kadınlar yıllarca çocuklarını göremediler. Cezaevlerinde yaptırımlara karşı direndikleri ve onurlarını korudukları için yıllarca her türlü yaptırıma maruz kaldılar. Savunma hakları ellerinden alındı. Kitap, dergi ve gazete yıllarca verilmedi. Havalandırma yasakları yıllarca sürdü, Haberleşme ve ziyaret hakları engellendi. Koğuşları sürekli erkek askerlere aratırıldı. Mahrem olan her şeyleri askerlerce taciz edildi. 12 Eylül öncesi ve sonrasında burjuva basın sürekli kadınlara saldırdı. Hakaretler yaptı. Operasyonlarda yakalanan kadınları ‘’dişi militan’’ sür manşetiyle veren burjuva basın devrimci kadınları sürekli teşhir etti. 12 Eylül sonrası Kürt kadınları da korkunç saldırılara maruz kaldılar. Kürt olmalarından kaynaklı olarak cuntacılar, daha özel uygulamalar yaptılar. Diğer hemcinsleri gibi karakollarda işkenceye, tecavüze uğrayan uygulamalar yaptılar. Diğer hemcinsleri gibi,karakollarda işkenceye, tecavüze uğrayan,yıllarca cezaevlerinde tutulan Kürt yurtsever kadınlarına karşı, cunta birde Türkleştirme programı uyguladı. Zorla verilen Türkçe eğitim ve Kemalist ideoloji bir işkenceye dönüştürülerek Kürt kadınları asimle edildiler. Kürt köyleri 12 Eylül’le birlikte açık cezaevine dönüştürüldü. Gerillaya yardım ettikleri için kadınlara karşı korkunç işkenceler yapıldı. Köy meydanlarına toplanan köylüler, kadın erkek demeden dövüldüler. Kadınlar erkeklerin yanında soyundurulmakla tehdit edildiler, tacize uğradılar. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasıyla Hesaplaşmak 12 Eylül AFC’sı 30 yıl önce gerçekleştirildi. 30 yıl önce beş generalin, emperyalist ağababalarınında desteğini alarak iktidara gelişlerinin üzerinden 30 yıl geçse de, 12 Eylül mağdurları,insan hakları savunucuları, işkencegörenler, cezaevi yatanlar,12 Eylül darbesini yapanlardan hesap sorulmasını istemekte, yaşayan generallerin yargılanarak cezalandırılmasını talep etmektedir. Cuntacıların yargılanmadığı ülke olarak Türkiye gösterilmekte, Yunanistan, Şili vb. ülkelerde cuntacıların yargılandıkları ve çeşitli cezalara çarpıtıldıkları örnek olarak verilmektedir.Peki, Türkiye’de bu neden olmuyor? Neden yaşayan generaller ellerini kollarını sallayarak geziyorlar? Neden yargılanmıyorlar, neden televizyonlara çıkartılan Evren ‘’idamları imzalarken elim titremedi’’ açıklaması yaptığında toplumda bir tepki oluşmuyor? Bu soruların cevabı toplumsal duyarlılık ve toplumsal bilinçle ilintilidir. Türkiye gibi ülkelerde toplumsal hafıza zayıftır. Din etkisinde kalan kitleler için yaşananlar zaten bir kaderdir ve bunu değiştirmeye güçleri yetmemektedir. Türkiye gibi ülkelerde din toplumun üzerini bir karabulut gibi örtmüştür. Herkes öbür tarafta yaptıklarının hesabını vereceğine göre, bu dünyada kula fazla dokunmaya da gerek yoktur. Buda toplumsal duyarlılığı zayıflatmaktadır. Türkiye’de demokratik mücadele yürüten kurumlarınsayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır. İHD ve birkaç kurumu işin dışında tuttuğumuzda güçlü bir sivil toplum hareketinden söz edemeyiz. 12 Eylül Cuntası gibi baskı dönemlerinin yargılanması talebi, bu hareketlerin birazda güçlü olmasından geçer. Güçlü bir toplumsal baskı oluşturmadıkça bu tür taleplerin sonuç getirmesi çok zordur. Yunanistan, Şili vb. ülkelerde eğer cuntacılar yargılandıysa, kitle hareketinin güçlü olmasının sonucudur. Türkiye’de ne yazık ki, böyle bir kitlesel hareketten söz edemeyiz. Çok sınırlı ve dar bir çerçeveye sıkışmış 12 Eylül’cüler yargılansın talebi, şimdiye kadar bir sonuç vermemiştir. Buna hükümette olan partilerin yargılama ve hesap sorma ihtiyacı duymaması da eklendiğinde 12 Eylül cuntasını yapan generallerden hesap sorulması daha da zorlaşmaktadır. Türkiye’de sorun sadece 12 Eylül’de değildi. 12 Eylül sonrası yaşananlar da 12 Eylül’den farklı değildir. Tansu Çiller hükümeti, DSP, ANAP ve MHP hükümeti döneminde yapılanların hesabının sorulması en az 12 Eylül kadar önemlidir. 2000 yılına kadar, Türkiye Kürdistan’ında 5 milyon Kürt yerlerinden edilerek sürgün edilmiş, kaybedilen yüzlerce insanın cenazeleri bile ailelerine verilmiş değildir. Asit kuyularında kaç kişinin yakıldığı bilinmemektedir. Bunlarınhesabının sorulması en az 12 Eylül kadar önemlidir. Bugün hesap sormak yine ilerici ve devrimcilere kalmaktadır. 12 Eylül’le birlikte önemli bir güç kaybına uğrayan devrimci hareket, uzun bir süre toparlanamadı. Örgütlü kadro ve taraftarlarının önemli bir ağırlığını kaybeden devrimci hareket, 12 Eylül’le yeterince bir hesaplaşma içine giremedi. Buna 12 Eylül darbesiyle birlikte, sağa savrulan,hesap sorma bilincini kaybetmiş yapılar da eklendiğinde beklenen hesaplaşma gerçekleşmemiştir. Hesap sorma düşüncesi sadece 12 Eylül’den 12 Eylül’le olmakta, her yıl dönümü sona erdiğinde ise normal hayat devam etmektedir. 12 Eylül darbecilerinden hesap sorulmalıdır. Yargılanacak olanların şahsında 12 Eylül’ün mahkum edilmesi elbette önemlidir. En azından yapılanların unutulmadığı anlamında önemlidir. Fakat bu yeterli olmayacaktır. Keza 12 Eylül’ü yapanların sadece beş generalle sınırlandırılması da sorunu darlaştırmış olacaktır. Elbetteki, beş generalin yaptıklarının hesabının sorulması, yargılanmaları ve mahkum edilmeleri önemlidir. Fakat sorun sadece cuntayı yapan beş general değildir. Baş suçlu bu beş general olsa da, en az onlar kadar suçlu olan, hesap sorulması gerekenlerde vardır. Cuntaya destek veren iş adamları, gazeteciler, diğer alt rütbeli subaylar, mahkemelerde tüm hukuk kurallarını hiçe yasayan savcılar, yargıçlar, 17 yaşında Erdal Eren’i idama mahkum eden ve bu infazı gerçekleştirenler, işkence yapan polisler, onlarca insanı yargısız infazlarda katledenler, Türkiye Kürdistan’ını kana bulayanlar,ormanları ve ekinleri yakanlar, köyleri boşaltanlar, cuntayı destekleyen köşe yazarları,cuntanın ilk kurduğu hükümette gönüllü olarak yer alanlar, cuntanın akıl hocası ve bakanı Turgut Özal (ölmüş olsa da), başbakanlar, anayasayı hazırlayanlar, mecliste idam cezalarını onaylayanlar da en az bu beş general kadar suçludurlar. Yargılanacaksa 12 Eylül’ü yapan ve destekleyen herkes bu yargılama listesine dahil edilmelidir. Fakat bunun Türkiye’de şu anda olmasını istemek çok iyimser bir beklenti olacaktır. Bunu hiçbir hükümet yapmaz, yapamaz. Başa gelen her hükümetin 12 Eylül’ü gündemine alıp tartışmasını beklemek sadece bir hayaldir. Özal hükümetinden bu yana sayısız hükümet gelip geçti. Bunların hiç biri 12 Eylül’e dokunmadılar. 12 Eylül’ün hesabını devrimciler soracaklardır. Bu geçikmiş bir hesap sorma olsa da, devrimciler er yada geç 12 Eylül’ün hesabını soracaktır. 12 Eylül’le hesaplaşmak devletle hesaplaşmak demektir. Devletle hesaplaşmak, iktidarı alma mücadelesidir. İktidarın alındığı gün 12 Eylül’ünde hesabı sorulmuş olacaktır. ÖLÜMÜNÜN26. YILINDA BÜYÜK DEVRİMCİ SANATÇI YILMAZ GÜNEY’İ SAYGIYLA ANIYORUYUZ. 12 Eylül AFC, kültür alında ilerici olan her şeye saldırdı. Devrimci içerikli filmler toplatıldı. Yönetmenleri ve oyuncuları hakkında davalar açıldı. Faşist cunta tam 937 filmi sakıncalı bulduğu için yasakladı. Bu filmler içinde Yılmaz Güney’in oynadığı veya yönetmenliğini yaptığı toplam 105 filme el konuldu ve yasaklandı. Cunta, darbe sonrası tüm ilerici kültür sanat dergilerini, ilerici gazeteleri yasaklayarak yöneticileri hakkında yüzlerce yıl cezalar verdi. Cunta 133 bin kitabı toplatarak yaktı, Marksist kitapların okunmasını, bulundurulmasını yasakladı. 12 Eylül cuntasının hedef aldığı kültür emekçilerinden biri de Yılmaz Güney’di. 1974 yılında faşist Yumurtalık savcısını öldürmekten 18 yıl hapis cezasına çarpıtılan Yılmaz Güney, cuntanın kendisine karşı kurduğu komployu biliyordu. Hasta olduğu halde her seferinde sağlam raporu verilen bu büyük devrimci sanatçı, tedavisinin engellenmesi ve cuntanın kendisine karşı yeni komploların peşinde olduğunu bildiğinden, 1981 yılında Isparta cezaevinden izinli çıktıktan sonra bir daha cezaevine dönmeyerek yurtdışına çıkmak zorunda kaldı Ve 9 Eylül 1984 yılında kanser hastalığına yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Ölümünün 26 . yılında büyük devrimci sanatçı Yılmaz Güney ve tüm devrimci ve ilerici sanatçıları bir kez daha anıyoruz. Yılmaz Güney, Nazım Hikmet ve Ahmet Kaya sürgünde hayata gözlerini yumdular. 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde tedavisi faşist cuntacılar tarafından engellenen Ruhi Su gibi değerli sanatçılarımız ise ölüme terk edildi. Enver Gökçe, Hasan Hüseyin. Ahmet Arif, Kemal Tahir’ler ömürlerinin çoğunu zindanlarda geçtirdiler. Türkiye’de sanatçı olmak, her türlü baskıya maruz kalmak, Sivas’ta olduğu gibi yakılmak demektir. Ülkemizde ikinci bir baskıya maruz kalan Kürt sanatçı ve araştırmacılarına ise hiç bir hayat hakkı tanınmamaktadır. Değerli Kürt araştırmacı Musa Anter ise bizzat faşizm tarafından katledilirken, Turan Dursun gibi araştırmacılara hayat hakkının tanınmadığı Türkiye’de, sırf Ermeni olduğu için öldürülen gazeteci Hrant Dink’ler varken, Türkiye’de sanat ve bilimsel araştırmacılıktan söz edilmesi mümkün değildir. Faşizmin istediği sanatçı ve araştırmacı tipi devletin yanında olan ve halkı uyutan kişiler olmasıdır. İşte Yılmaz Güney tüm bu yaklaşımları ret ederek safını ezilenlerden yana koymuş büyük bir devrimci sanatçıydı.O sürgündeyken bile hiçbir zaman umutlarını yitirmemiş devrimci bir sanatçı olarak faşizmemeydan okurken şöyle diyordu ‘’Baylar, korkunuzu, telaşınızı, anlıyoruz. Bugün otlandığınıztoprakları, fabrikaları madenleri korumak içinher türlü vahşete hazırsınız. Ama bilmelisinizki, korkunun ecele faydası yoktur ve hiç hiçbir vahşet bizi haklı davamızdan caydıramayacaktır.Sizi, kendi yarattığınız sosyal – siyasal çelişmeler içinde, döktüğünüz ve dökeceğiniz kanlar içinde boğacağız. Bizim ülkemize dönme hem de zaferle dönme umudumuz ve güvenimiz vardır. Ama sizler bir gün kaçacak ve bir daha dönemeyeceksiniz. Beyaz Ruslara bakın, Kral Faruk’a Şah’a, Somoza’ya bakın ve halkın geleceğini görün ‘’ diyordu. İşte faşizmi korkutan da buydu. Evet o fiziki olarak ülkeye geri dönemedi. Ancak onun fikirleri ve sanata bakışı, eserleri halkın elinde bir meşale gibi yanmaya devam ediyor. Yılmaz Güney’in en büyük özelliği sanatı siyasetle birleştiren yönüydü. O bir çok burjuva sanatçının yada populistin yaptığı gibi sanatı sınıflar üstü görmemiş, aksine sanatın sınıfsal yönünü sürekli olarak öne çıkarmış devrimci bir sanat ve siyaset adamıydı. Tüm yazılarında sanata sınıfsal bir bakış açısı getiren Yılmaz Güney, sanatın halkın hizmetinde, sınıf mücadelesinde bir silah olarak kullanılmasını savunan devrimci bir kişiydi. Ve o, bu bakış açısını Duvar filminde yaptığı konuşmada şu sözlerle dile getirmiştir ‘’Devrim, tek başına silahların çözeceği bir sorun değildir. Belirleyici olmasına karşın, hayatın her alanında sürdürmemiz gereken kültürel, sanatsal ve bir dizi diğer çalışmalarla birleşmesi gerekir. İşte filmimiz ve yaratacağı siyasal sonuçlar, bu anlamda mücadelenin bir parçası olacaktır.’’ derken bir başka konuşmasında ise ‘’Benim halkım, sadece silahlarla değil, şiirlerle ve şarkılarla da dövüşür. Nazım Hikmet’in şiirleri, en kalın, en acımasız taş duvarları delmeyi başardı. Yüreklere ve bilinçlere ulaştı. Osmanlı despotizmine karşı mücadele eden Pir Sultan, hala türkülerimizde ve mücadelemizde yaşıyor. Büyük Kürt şairi Cigerxun bu kavganın bir parçasıdır. Eğer ben, bu mücadele geleneğine yeni bir halka eklersem, ne mutlu bana’’ diyerek sanatın sınıf mücadelesiyle olan sıkı bağlarını ortaya koyuyor ve son nefesinde bile tarihe adlarını yazdıran Paris Komünarlarının yanına gömülmek istediğini belirterek sınıfa ve halka bağlılığını tarihe altın harflerle yazdırıyordu. Yılmaz Güney’in tüm filmleri halkın acılarını ve özlemlerini dile getirmiştir. O, en sıradan filmlerinde bile düzene çatmış ve sosyal dengesizliklerin yaratılmasında sorumlu olanın devlet olduğunu belirtmekten çekinmemişti. Arkadaş, Sürü, Duvar gibi filmlerindeki mesajlarıyla feodalizmi ve Komprador Kapitalizmi açıktan hedef almıştır. O, bu özelliğiyle Türkiye’de başta bir sanatçı olarak halka film yoluyla gerçekleri gösteren halktan bir sanatçı olmuştur.Faşizm, varolan bu özellikleri nedeniyle Yılmaz Güney’i sürekli kendi hedefleri arasındatutmuştur. Her fırsatta zindana atılan Yılmaz Güney içerde de devrimci bir sanatçıya yakışan bir tutum ve yaşamla örnek olmuş ve zindan yıllarında da hep üretici olmayı başarmıştır. Faşizmin Yılmaz Güney’i neden bu kadar hedef aldığını bu gerçekler ışığında ele aldığımızda anlayabiliriz ancak. Bugün de Türkiye’de devlet, halkın yanında olan, sanat ve bilim insanlarına düşmandır. Bir çok sanatçı, bilim insanı, gazeteci ve şair sadece düşüncelerini açıkladığı için zindanlarda çürüyor. Ülkemizde faşizm kendisine muhalif olan herkese düşmandır. Emperyalizme uşaklıkta yeminli Türk hakim sınıfları, ülkeyi emperyalizmin politikalarına denk gelen bir iktidarla yönetiyorlar. İMF ve Dünya Bankası ekonomiye yön veren kurumlar olarak ülkemizi her yönüyle ellerinde tutuyorlar. Halkı yoksulluğa sürükleyen, aç ve işsiz bırakan, tarımı ortadan kaldıran, özelleştirmelerle büyük tekellere peşkeş çekilen sanayiyle ülkemiz ezilenleri uçuruma sürüklenmektedirler. Ezilen Kürt ulusu her türlü zulüm ve yasaklamalarla baskı altında tutulmaya devam ediliyor. Yılmaz Güney şahsında ülkemizin tüm devrimci, ilerici aydın ve sanatçılarıyla birlikte, Enternasyonal bilinç ve ruhla Gorki’ler, Brecth´ler, Çarli’ler ve Neruda’lar gibi devrimci sanatçıları da saygıyla anıyoruz. KAYNAK:kaypakkaya-partizan.org/30-yilinda-nedenleri-ve-sonuclariyla-12-eylul-askeri-fasist-cuntasi-2/ KİŞİLER: O Türküyü Söyle! – Selim Çürükkaya 1- Adem NEZAN: Senaryonun baş kahramanlarından biridir. 45 yaşlarında, orta boylu hafif şişmandır. Maddi durumu iyi, Diyarbakır`in yerlilerindendir. Aslında gerçekten böyle bir kişi yoktur. Fakat Adem Nezan`ın yaşadığı olayları binlerce Kürt Diyarbakır cezaevinde yaşamıştır. Yani Adem Nezan o cezaevinde işkence gören binlerce Kürd’ün sembolüdür. 2- Ermeni Kız: On iki yaşlarında, siyah saçlı, üzerinde çiçekli köylü fistanı bulunmaktadır. 3- Kirve: Kırk beş yaşlarında, orta boylu, siyah bir fes takmış yakasız bir gömlek giymiş, Ermeni, demirci. 4- Mevlut Çavuş: 1981- 82 yıllarında Diyarbakır zindanının 35. koğuşunda işkence ekibinin başıydı. 28 veya yirmi dokuz yaşındaydı. Antep Eğitim Enstitüsü mezunuydu. Orta boylu, faşist zihniyetli sinsi bir adamdı. Aynı zamanda cezaevinin tüm koğuşlarında etki ve yetki sahibiydi. İşkenceci başı Esat Oktay’ın en önemli elemanlarından biriydi. 5- Kara Bela: Uzun boylu, 25 veya 26 yaşlarında, gözleri yeşil, cahil, acımasız, uzun at suratlı bir komandoydu. Mevlüt Çavuş’un ekibindendi. Uzun süre hücreler bölümünde işkenceci olarak çalıştı. Tahminen “İç Anadolu” doğumluydu. Türktü, ama okula gitmediğinden olacak ki, garip bir Türkçe kullanıyordu. 6- AKIN: Sarışın şişman, kırmızı suratlı, yemek yemeği çok seven, kafası midesi kadar çalışmayan, pantolonu daima kıçından aşağı düştüğü için bir eliyle sürekli pantolonunu yukarı çeken, 23 yaşlarında, acımasız işkenceler yapmaktan zevk alan, tahminen Samsun doğumlu biriydi. Akın da hem Mevlüt Çavuş’un, hem de genel işkence ekibindendi. Ama özel olarak hücrelerde görev yapardı. 7- Kambur: Hücreler bölümünde görev yapardı. Küçükken geçirdiği bir hastalıktan dolayı beli kamburdu. Zeki ve kurnaz bir komandoydu. Tahsilliydi. Büyük bir ihtimalle Kayseri doğumluydu ve Alevi kökenliydi. Belki de sol görüşlüydü. Yalınız başına olduğu zaman işkence yapmaz, dayak attığında yavaşça numaradan vururdu, fakat başka komandoların yanındayken en acımasız işkenceleri o yapardı. Orta boylu kara kuru bir tipti. 8- Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran: 1.75 boyunda, zayıf kumral, 40 yaşlarında ama yüz kırışıkları fazla, gözlerinin altındaki halkalar morarmış, daima komando elbiseleriyle ve Co isimli köpeği ile dolaşır. Diyarbakır zindanındaki işkencelerin mimarıdır. Katillerin başı, soğukkanlı, acımasız, güzel vaatler verip, çirkin uygulamalar yapan, burnu havada, kendini Nemrud sanan biriydi. 1974 Kıbrıs işgalinde görev yaptığı için, oradaki zindanlarda yapılan işkencelerle deneyim sahibi olmuş, 7. Kolordu Komutanı Kontrgerilla Şefi Kemal Yamak’ın verdiği yetkiyle donanmış tam olarak bir işkence ve cinayet makinesiydi. 24 Şubat 1981 tarihinden Eylül 1982 sonuna kadar Diyarbakır zindanında işkenceci başı olarak görev yaptı. Eylül ayında sonuçlanan, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir ve arkadaşlarının yaşamlarını yitirdikleri ölüm orucundan sonra İstanbul`a tayini çıktı. Burada rütbesi yükseltilerek binbaşı oldu. 22 Ekim 1988 tarihinde İstanbul Kısıklı’da bir otobüsün içinde bir Kürt militan tarafından silahla başına sıkılan üç kurşunla öldürüldü. 9- Adem`in Eşi: Kısa saçlı, 45 yaşlarında ama oldukça genç görünen, aydınlık ve güler yüzlü, orta boylu zayıf Diyarbakır’lı bir kadın. 10- Zozan: Adem Nezan`ın büyük kızı; 25 yaşında, yuvarlak yüzlü, uzun boylu ve kumral. Saçları uzun, ailesini çok sever, bir eczanede çalışır. 11- Berfin: Adem Nezan`ın küçük kızı, kilolu, ama hareketli, spor giyinen bir üniversite öğrencisi. 12- Azad: Adem Nezan`nın oğlu. 17 yaşlarında uzun boylu, uzun saçlı, yumuşak huylu lise öğrencisi bir genç. 13- Soruşturmacı Polis Şefi: 45 yaşlarında, orta boylu, çatık kaşlı, göbekli kalın enseli, sivil, kahverengi takım elbiseli. 14- 3. Koğuşun şişman komandosu: Şişman, giydiği elbisenin içine zorla sıkışmış, nefes almakta zorlanan, tembel, hantal, işkence yaparken bile yorulduğu için tutuklulara kızan uykuya ve yemeye düşkün biri. 15- Kitap Okuyan: uzun ince boylu, avurtları çökmüş, 30 yaşlarında, okumuş, gür sesli biri. 16- Jilet: 22 yaşlarında uzun boylu ve ince bir komandodur. Burnu cetvel gibi uzun ve ince olduğundan bu adı almıştır. 17- Deli Salih: Urfa doğumlu, 20 yaşlarında, okula gitmemiş, idam cezasından yargılanmış, gördüğü işkencelerden dolayı akıl melekelerini yitirmiş. Daima güler yüzlü, şakacı bir gençtir. 18- Dev: 20. Koğuşun gardiyanı, kısa boylu, bücür, daha sakalı çıkmamış bir çocuk veya cüce. Çelimsiz ve cüce olduğundan dolayı patronu Esat Oktay Yıldıran kendisine “Dev” adını takmıştır. Dev, azgın bir işkenceci, hem de uzun boylu tutukluların bir numaralı düşmanıdır. 19- Doktor: Diyarbakır cezaevi doktoru, 35 yaşlarında, şişman, kırmızı suratlı, doktordan ziyade kasaba benzeyen biri. 20- Mehmet Salih Besen: Cizre doğumlu.Yaşlı, yakalanmadan önce bir devlet dairesinde memurdu. Gördüğü işkencelerden dolayı aklını yitirdi. Kendini cehennemde sanıyordu, gardiyanlara da zebani diyordu. Ölmediğine bir türlü ikna olamadı, yaşadığını anlayınca kalp krizinden öldü. 19- Selim Dindar: 20 yaşlarında, Cizre doğumlu, orta boylu yakışıklı bir genç. 20 Tutuklu: Geceleri idam edilmek amacıyla koğuşundan çıkarılan ve şakacıktan idam edilen yüzlerce tutuklu vardı. Buradaki tutuklu da Adem Nezan gibi bir simgedir. 21- Mahmut Döner: 27 Yaşlarında ince boylu ve zayıf, Urfa doğumlu. Aynı işkence yöntemine yüzlerce tutuklu maruz kaldığı için bu da bir semboldür. 22-İbrahim Yıldız: Bu kişi gerçekten yaşamış, tutuklanmış Diyarbakır cezaevine konulmuştur. Bir ara 35. koğuş olarak bilinen hücre bölümüne getirilmiş, burada da diğer tutukluların gözü önünde Mehmet Şen ile cinsel ilişkiye zorlanmıştır. 23- Mehmet Şen: Bu da gerçektir, işkencelere dayanamamış kendisini cellatların insafına terk etmişti, onlar da aşağılıklarının ölçüsü olarak İbrahim Yıldız’la cinsel ilişkiye zorlamışlardı. 24- Ali Osman Aydın: Diyarbakır zindanında 1981 ve 1982 yıllarında Esat Oktay Yıldıran`ın yardımcısıydı. Malatya doğumlu olduğu söylenirdi. 1.75 boyunda, 35 yaşlarında, sinsi, kurnaz, işkence yapmaktan zevk alan, aslında silik bir kişiydi. 25- Minik Asteğmen: Uzun boylu, şişman, dev gibi bir yaratıktı, yüzü kırmızıydı. Büyük olduğu için patronu Esat Oktay kendisine “Minik” adını takmıştı. Diğer subaylar ve askerler ona apartman Sami diyorlardı. Takma isimli olduğundan gerçek adı ve nereli olduğu öğrenilemedi. Bu da işkence yapmaktan zevk alan bir yaradılışa sahipti. 26-Kambur asteğmen: Huyu, kalleşliği, korkaklığı ve sinsiliği ile tam bir çakaldı. Daima uzun bir askeri parka ve uzunca botlar giyer, elleri cebinde dolaşırdı. İşkence yapmadığı gün kudururdu. Onun da kamburu vardı. 27-Co: Yüzbaşı Esat Oktay’ın kurt köpeği. Bu köpek özel eğitim görmüş ve cezaevinde teslim olan tutukluların kendisine tekmil verip “komutanım” dediği bir köpektir. Aynı zamanda çok saldırgan ve çok sayıda tutukluyu ısırarak yaralamıştır. Kürtçe konuşan tutuklulara karşı daha bir saldırgan davranmıştır. 28-Mazlum Doğan: 1956 Karakoçan doğumludur. Üniversiteyi terk ederek Kürdistan’da halkı örgütlemeye başlamıştır. Dersim, Diyarbakır, Batman gibi bölgelerde halkı örgütleme çalışması yürütmüş, 29 Kasım 1979 da Urfa’dan Mardin’e giderken bir araçta trafik polisleri tarafından göz altına alınmış, daha sonra Diyarbakır’da tutuklanmıştır. Cezaevinde çöp bidonu içine gizlenip dışarıya, Dicle kıyısındaki çöplüğe kadar giden, orada tekrar yakalanarak cezaevine getirilen Mazlum, cezaevindeki bütün direnişlere öncülük yapmıştır. Bütün direnişler yenilgiyle sonuçlanınca ve kullanılan bütün silahlar etkisiz olunca, yaşamına son vererek yeni bir direniş silahı yaratmıştır. 29-Şoför Hacı: Suruç doğumlu, uzun boylu, güler yüzlü 27 yaşlarında bir genç. 30-Yıldırım: 28 yaşlarında zayıf, kel kafalı, kısa boylu birisi. 31-Aysel Öztürk: 20 yaşlarında, uzun boylu, ince belli kara kaşlı güzel genç bir bayan, 32 – Yaşlı kadın, 45 yaslarında 33 -Ferhat Kurtay: Mardin Kızıltepe Xurs köyü nüfusuna kayıtlı. Elektrik mühendisi olarak çalışıyordu. Mehmet Hayri Durmuş ile birlikte tutuklandı. Soruşturmada hiç bir suçlamayı kabul etmedi. İşkencelerin son bulması, tutukluların insanca yaşaması için kendini yakarak Diyarbakır’da tutuklulara uygulanan barbarlığı dünya kamuoyuna duyurdu. 34- Necmi Öner: Çermik doğumluydu, uzun boylu güler yüzlü bir gençti. O da Ferhat Kurtay ile aynı koğuşta yaşıyordu. Zulmün son bulması için kendini yaktı 35- Mahmut Zengin: Orta boylu, cana yakın, çevresinde sevilen bir gençti. Zulme boyun eğerek ruhen ölmektense, ona karşı koyarak başı dik gitmeyi daha uygun görmüştü. 36 -Eşref Anyık: Viranşehir nüfusuna kayıtlıydı. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. 37 – Mehmet Hayri Durmuş: Bingöl doğumludur. Hacetepe Üniversitesi Tıp Fakültesi dördüncü sınıftan terktir. Bu yüzden arkadaşları onu doktor olarak çağırırlardı. Uzun boylu, olgun, ağır başlı, her sözünü tartışarak konuşan, eleştirilere tahammül eden, herkesin derdini dinleme tahammülünde olan, insanların kalbini kırmamaya özen gösteren çelebi bir insandı. Ankara`da okurken okulu terk edip Kürdistan`a döndü. Mardin Kızıltepe’de Ferhat Kurtay ile birlikte tutuklandı. Tutuklandığı tarihten, ölüm orucunda yaşamını yitirdiği güne kadar, zindanlarda ve askeri mahkemelerde tutuklulara önderlik yaptı. Son olarak işkencelerin son bulması ve savunma hakkının tanınması için ölüm orucuna girdi ve yaşamını yitirdi. 38- Kemal Pir: Giresun Torul kazası nüfusuna kayıtlı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinden terk. 1.78 boyunda, siyah saçlı esmer, korkusuz, ele avuca sığmaz, kafasına koyduğunu yapan özelliklere sahipti. Diyarbakır cezaevine konulmadan önce iki kez tutuklanmış her ikisinde de cezaevinden firar etmişti. 1979′da Lübnan’a gitti Filistin örgütlerinin yanında gerilla eğitimi gördü. Oradan döndükten sonra arkadaşlarıyla Batman’a giderken yolda yakalandı. Polis soruşturmasında Kemal Pir olduğunu kabul etmedi. Kemal Pir olduğu açığa çıkınca da “Evet ben Kemal Pir`im ama size ifade vermiyorum” dedi ve polise ifade vermedi. Diyarbakır cezaevine getirildiğinde yara bere içindeydi. İşkence altında olan tutuklulara daima moral kaynağıydı. Bildiği doğruları dobra dobra söylerdi. Kürt olmamasına rağmen, 14 temmuz 1982… de başlayan ölüm orucunun son gününe kadar Kürt davasını savundu. Bir deri bir kemik olarak cesedi Diyarbakır hastahanesinde babasına teslim edildiğinde, oğlunun tabuttaki cesedine bakan baba: “oğlum sen dünyaya sığmazdın, seni nasıl sığdırdılar bu iki tahta arasına?” demişti. 39 Akif Yılmaz: Kars doğumlu, Eğitim Enstitüsü mezunuydu. 1979 yılında Diyarbakır bölgesinde halkı bilinçlendirme ve örgütleme işleriyle uğraşırdı. Sessiz, ağırbaşlı, efendi bir gençti. Yüzünde çok sayıda kırışık olduğundan arkadaşları ona “Piro” diyorlardı. 28 Nisan 1980 günü Diyarbakır şehrinde polisin yaptığı bir operasyon sonucu tutuklandı. 14 Temmuz’da başlayan ölüm orucuna katılarak yaşamını yitirdi. 40 – Ali Çiçek: Urfa doğumlu, sempatik orta boylu bir genç. 41- Bayan Sekreter: 26 veya 27 yaşlarında. Mini etek giyinmiş dudakları boyalı, kumral uzun saçlı bir bayan. 42- As. Savcı Bülent Cahit Aydoğan: Sarışın, orta boylu, kırk yaşlarında üzerinde askeri elbiseler, omuzlarında yüzbaşı apoletleri ile PKK ana davasının savcısıydı. Tarafsız gibi görünmeye çalışırdı. Ama üstten kendisini idare edenlerin emirlerine harfiyen uyar, işkence konusunda yapılan şikayetleri duymazlıktan gelirdi. 43- Binbaşı Kemal Kavi: Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesinde görülen PKK ana davasının mahkeme başkanı. Altmışın üzerinde, gür kaşlı, sert bakışlı, çok nadir konuşan, delici bakışlarıyla tutuklulara bakan, elindeki kalemle önündeki kağıtlara sürekli bir şeyler çiziktiren, üzerindeki havacı üniformasıyla heyetin diğer üyelerinden bir farklılık sergiliyordu. 44 – Emrullah Kaya. Duruşma hakimi, yaşı ellinin üzerindeydi. Hakime benzer hiçbir tarafı yoktu. Tam bir cellat görünümündeydi. Yargıladığı herkesi açıkça düşman olarak görüyordu. Daima asker elbiseleriyle duruşmaya katılır, çok konuşur, tutukluları ise az konuştururdu. 45 -Niyazi Erdoğan: Heyetin tek sivil hakimiydi. Orta boylu, orta yaşlı, kırmızı yüzlü, çekingen bir adamdı. Bu heyete bir de sivil kişi olsun diye yamanmıştı, zaten bir etkisi de yoktu. 46 – Ali Kılıç: Siverek doğumlu, 1.75 boyunda, ince zayıf bir genç. 47 – Fuat Çavgun: Hilvan doğumlu. 12 eylül askeri darbesi olmadan önce tutuklandı, uzun süre Malatya cezaevinde kaldı. Sonra Diyarbakır Zindanına gönderildi. 14 Temmuz 1982 yılında ölüm orucuna girdi. Komadayken ölüm orucu bitti. Uzun süre tedaviden sonra yaşama döndü. Beyinciği küçüldüğünden tam olarak iyileşemedi. Şu anda Almanya’nın Münih kentinde yaşıyor. 48- Bedrettin Kavak: Batman doğumlu, orta boylu, sarışın, 12 Eylül darbesinden önce Siverek mıntıkasında tutuklandı. 14 Temmuz günü mahkeme salonunda ölüm orucuna katıldı. Şu anda Diyarbakır’da yaşıyor. - Üç bin tutuklu: Yaşları on dört ile yetmiş arasında değişen 3000 tutuklu 1982 yılında Diyarbakır zindanında barını yordu ve buradaki tutukluların tümü her gün, her an sistemli işkenceye maruz kalıyorlardı. -1- Seyrantepe mevkisinde Diyarbakır Yedinci Kolordu Sıkıyönetim Komutanlığına bağlı askeri mahkeme salonu. Yüz metre eninde 300 metre uzunluğunda tek katlı, briket ve betondan ibaret bir bina. Salon, dıştan görüntülendiğinde etrafı tanklar ve panzerler tarafından sarılmış, yüzlerce eli silahlı askerin kuşatmasında, kelimenin gerçek anlamıyla bir savaş durumunu yansıtıyordu. Salonun iç bölümü görüntülendiğinde ön duvarının ortasında büyük siyah harflerle “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” vecizesi hemen göze çarpar, vecizenin altında M. Kemal`in altın renkli, alçıdan veya tunçtan bir başı asılıdır. Bu duvarın hemen dibinde uzunca tahta bir masa, masanın arkasında beş adet sandalyede soldan sağa As. Savcı Bülent Cahit Aydoğan, sivil giysili Hakim Niyazi Erdoğan, Askeri giysili duruşma hakimi Emrullah Kaya ve Mahkeme Başkanı Binbaşı Kemal Kavi oturmaktadır. Mahkeme heyetindeki savcı ve hakimlerin üzerinde yakaları kırmızı, siyah birer cübbe bulunmaktadır. Bu heyetin en genci, kırk yaşlarında As. savcı Bülent Cahit Aydoğan`dır. Sivil hakim Niyazi Erdoğan kırk beş yaşlarında, orta boylu kırmızı yüzlü bir adamdır. Duruşma hakimi Emrullah Kaya elli yaşlarında, iri yarı, esmer somurtkan yüzlü, gür seslidir. Mahkeme başkanı Kemal Kavi hiç konuşmaz. Saçları hayli kırlaşmış altmış yaşlarındadır. Mahkeme heyetinin iki basamak altındaki masada bayan bir sekreter oturmaktadır. Önündeki masada bir daktilo makinesi ve iki dosya bulunmaktadır. Sekreter masasının sağında, biraz uzağında üzerinde siyah cübbeler bulunan dört avukat oturmaktadır. İkisi kalın bıyıklı ve genç, biri uzun kır saçlı ve orta yaşlı. Diğeri ise hayli yaşlıdır. Dördü de tutukluları meraklı gözlerle izlemekte, tedirginlikleri adeta yüzlerinden okunmaktadır.
Posted on: Wed, 23 Oct 2013 15:39:41 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015