AAAHHH KUFE Hz Hüseyin ve Kerbela Gerçeği.. Necip - TopicsExpress



          

AAAHHH KUFE Hz Hüseyin ve Kerbela Gerçeği.. Necip Fazıl Kısakürekin Hz. Hüseyin ve Kerbela gerçeğini anlattığı yazısını Muharrem ayına girdiğimiz bu günlerde bir kez daha sizlerin ilgisine sunuyoruz..Kerbela şehidlerini bu vesile ile rahmet ile anıyoruz.. Hazret-i Hüseyn Kûfeye gitmek için sefer hazırlığını tamamlamakla meşgul... Tam yola çıkacağı sırada, evvelâ Ömer Bin Abdürrahman, sonra ibn-i Abbas, karşısına çıktılar ve yalvardılar: - Kûfeye gitme! Oranın halkı dönektir. Sen Arabın efendisi bulunuyorsun! Hicaz halkı senin peşindedir. Mekkede kal ve biyat imkânını burada hazırla! Eğer Iraklılar vaadlerinde sadıksa, ne diye seni çağırıyorlar; yığınlar halinde buraya gelsinler!.. Eğer mutlaka Hicazdan ayrılman gerekse Küfe gibi netameli bir yere gideceğine, hiç olmazsa Yemenin kaleleri kuvvetli, arazisi dağlık ve her türlü korunmaya müsait, halkı da senin baba dostların... Gitme, yâ Hüseyn, Kûfeye gitme! Hazret-i Hüseyn mukabelede bulundu: - Öğütleriniz babaca, ilginiz de kardeşçe... Ama benim buradan çıkmam ve Küfe yolunu tutmam, artık bir oldu-bitti hükmündedir. Bana selâmet dilemekten başka size vazife kalmamıştır. Tekrar yalvardılar: - Hiç olmazsa ev halkını ve yakınlarını beraber götürme! Hazret-i Hüseyn bu tavsiyeyi de dinlemedi. Kader o türlü hükmünü yerine getirdi ki,Peygamber torununa hiç bir mantık tesir edemedi. Çoluğunu çocuğunu, bütün yakınlarını topladı ve Irak istikametinde Mekkeden yola çıktı. Biraz ileride şair Ferzedaka rastladı ve sordu: - Halk ne düşünüyor, halleri nasıl? Büyük şair ve hikmet adamı, şu cevabı verdi: - Halkın kalbi seninle ama kılıçları senin düşmanlarınla... Kaza ve kader gökten iner ve Allah dilediğini işler. O sırada Abdullah Bin Caferin oğullan yetişti. Babalarının bir mektubunu Hazret-i İmama verdiler. Mektup, kendisi yetişinceye kadar ileriye gitmemelerini rica ediyordu. Hazret-i Hüseyn yoluna devam etti. Kûfedeki hâdiselerden habersiz olduğu için, yola çıktığını ve yakında Kûfeye ulaşacağını bildiren bir mektup yazıp yakınlarından biriyle oraya gönderdi. Mektubu götüren Kadisiyede yakalandı. Küfe Valisi Ubeydul-laha gönderildi ve onun emriyle öldürüldü. Hazret-i Hüseyn hep yoluna devamda... Yolda bazı kimseler kendisine katıldı. Yol almaya devam ettiler. Salebiye mevkiinde Müslim Bin Akîlin öldürüldüğü haberini aldılar. Bütün kafile gözyaşları içinde kaldı. Bazı dostları tekrar rica ettiler: - Dön, geriye dön, yâ İmam! Müslimin kardeşleri atıldılar: - Ya kardeşimizin intikamını alırız, yahut biz de onun gibi şehitlik şerbetini içeriz! Başka türlüsü olamaz! Hazret-i Hüseyn bu dileği doğru buldu ve yine yola devam emrini verdi. Birkaç konak sonra, Müslimin arkasından gönderdiği süt kardeşi Abdullahın da Ubeydullah tarafından şehit edildiği haberi geldi. Kafilede teessür ve ıstırap büsbütün arttı. Yine yola devam... Şeraf Nehri geçildikten sonra, karşıdan görünen bir alay süvari... Bunu görünce sağ tarafta bir dağa saptılar. Atlılar da onları takip etti ve karşılarına kondu. Atlıların başında Hür Bin Yezîd isimli bir adam... Namaz vakti gelince Hazret-i Hüseynin müezzini ezan okudu. Hazret-i İmamın arkasında cemaatle namaz kılındı. Hür Bin Yezid de askerleriyle birlikte Hazret-i Hüseyne uydu ve namazı edâ etti. Namaz bitince Hazret-i İmam bir hutbe okudu ve dedi. - Biyat için Kûfeliler tarafından edilen davet üzerine geldim! Hür cevap verdi: - Biz seni davet edenlerden değiliz! Biz, seni bulup Kûfeye kadar senden ayrılmamaya memuruz! Bunun üzerinedir ki, Hazret-i Hüseyn, ilk defa olarak, maiyetindekilere, atlarına binip geri dönmeleri için emir verdi. Fakat Hür bu emre mâni oldu: - Ne Medineye gidebilirsiniz, ne de Kûfeden başka bir yere! Tutuklanmış bulunuyorlardı. Atlarına bindiler ve sol tarafa doğru yol aldılar. Hür ve atlıları, peşlerinde... Biraz ilerleyince, karşılarına Küfe ve civarından bir kaç kişi çıktı. Hür, bunları Hazret-i Hüseyn ile görüştürmemek istedi. Fakat Hazret-i Hüseynin sert ısrarına karşı duramadı ve görüşmelerine razı oldu. Gelenler, Kûfelilerin hâlini ve Müslim ile öbürlerinin nasıl gaddarca şehit edildiklerini anlattılar. İçlerinden biri şöyle dedi: - Senin dostun az, düşmanın da çok... Gel bizim oymağımızın bulunduğu dağa çekilelim! O dağda, düşman üzerimize derya misali asker gönderse yine bir şey yapamaz! On gün geçmeden civar kabileler de imdadımıza gelir. Efendileri olduğum yirmi bin Tâinin, hemen emriniz altında toplanmasını taahhüt ediyorum. Hazret-i Hüseyn: - Allah sana iyi akıbet ihsan etsin. Fakat şimdilik bizim yolumuzu değiştirmemiz güçtür! Dedi, gelenlerden ayrıldı ve Muharremin ikinci günü Kerbelâ sahrasına kondu. Kerbelâya inişin ertesi günü, karşılarında, 4000 kişilik bir kuvvet... Kumandanları Ömer Bin Saad... Ubeydullahın adamı Ömer, derhal Hazret-i Hüseyne bir elçi gönderdi ve sordu: - Niçin geldiniz? - Kûfeliler istedi, ben de geldim. İsteklerinden caydılarsa ben de döner giderim. Ömer bu cevabı dört nala, Ubeydullaha bildirdi. Gelen emir: - Evvelâ Yezîde biyat teklif et! Kabul ederse ne âlâ!.. Etmezse sularını kes ve Hüseyini, diri veya ölü, ele geçir!.. Teklif edildi: - Yezîde biyat et yâ Hüseyn! -Asla!.. Bunun üzerine Ömer, su ile Hüseynin arasına girmek üzere beşyüz atlı gönderdi. Atlılar suyu tuttu ve Hazret-i Hüseyn, cephesi ve cenahından kuşatılmış, çöl ortasında susuz ve yardımsız, kala kaldı. Suyu tutanlardan bir lânetli, Hüseyne şöyle haykırdı: - Bir damlasını tadamadan, suya baka baka öleceksin! Peygamber torunu dua etti: - Yârabbi, sen bu adamı susuzlukla helak et! O adam birdenbire hastalanacak, hastalığı suya doyamamak olacak ve kırbalarla su içtiği halde susuzluktan kıvrana kıvrana can verecektir. Hazret-i Hüseyn o gece Ömerle tenhada, görüştü: - Bırakın beni, ya Medineye döneyim, yahut kâfirlerle çarpışmak üzere Türkistan taraflarına gideyim! Yahut doğru Şama yollanayım! Ömer bu teklifleri beğendi ve hemen Ubeydullaha yazdı. Ubeydullah da mektubu okuyunca hoşlandı ve: - Ne güzel teklifleri!.. Kabul ettim! Birinden birini seçelim! Dedi. Fakat, huzurunda bulunan Şemir isimli korkunç nasipsiz, hemen Ubeydullahı önledi: - Sen ne yapıyorsun? Hazır eline düşmüşken fırsatı nasıl kaçırıyorsun? Bilmiyor musun ki, bu adam, nereye gitse taraftar toplar, kuvvetlenir ve senin başına belâ kesilir? Hususîyle, gece, Ömeri bir kenara çekip yalnızca konuşmuş... Şüpheli durum!... Sen Ömere yaz, etrafındakilerle beraber buraya gelmesini Hüseyne teklif etsin!.. Gelecek olursa hakkında kararı sen verirsin. Dilersen cezalandırır, dilersen affedersin!.. Ubeydullah bu zehirli telkinlerin ağına düştü ve Ömere emir yazdı: - Hüseyne, yanındakilerle beraber bana gelmelerini teklif et! Kabul ederse, hepsini al, getir! Kabul etmezse onunla cenkleş, hepsini yere ser ve atlara çiğnet! Emri de, Şemire verdi: - Şayet Ömer emrime karşı koyacak olursa başını kes ve bana gönder! Sana yetki veriyorum! Böylece kumandayı eline almaya kadar muvaffak olan hain, cebinde mektup ve yetki kâğıdı, yola çıktı ve Muharremin dokuzuncu günü Kerbelâya vardı. Ömer, getirdiği nâmeleri gözden geçirdikten sonra Şemirin karanlık suratına baktı ve nefretinden bu surata tüküreceği geldi. Ağzına gelen suçlandıncı lâfları etti; fakat hilekâr Şemirin telkinlerine kapılmakta o da gecikmedi. Kendisini yüksek rütbelerin cazibesiyle avlayan Şemirin emrine baş eğdi ve akşama doğru askerine Hüseyni her yandan kuşatma emrini verdi. Hazret-i Hüseyn, böyle geç vakit yapılan kuşatma hareketinin sebebini sormak için kardeşi Abbası gönderdi. Abbas, artık karşı tarafla cenk halinde bulundukları cevabını aldı. Hazret-i Hüseyn, Abbası tekrar göndererek şu istekte bulundu: - Cengi yarın sabaha kadar erteleyelim... Ömer bu dileğe müsbet cevap verdi. Peygamber torununun maksadı kendi ev halkına ve yakınlarına gereken öğütleri vermek ve o geceyi ibâdet ve istiğfarla geçirmekti. Etrafındaki leri topladı ve söze başladı: - Allahım; sana hamdederim ki, bize nübüvvetle ikram ettin. Bizde, hakkı işitir kulaklar, hakkı görür gözler, hakkı benimser kalbler yarattın. Bize Kuranı bildirdin ve din ilmini öğrettin. Bizi, sana şükredici kullarından eyle! Bundan sonrası şu ki, ben, yakınlarımdan daha vefalı ve hayırlı dost, ev halkımdan da daha şefkatli ve bağlı görmedim. Allah hepinize, benden ötürü, hayırlı ihsanlarda bulunsun... Ancak, sanırım ki şu karşımızdaki düşmanla hesaplaşmanın vâdesi bu akşam dolmaktadır. Son meydan yarındır. Bu bakımdan hepinize izin veriyorum; üzerinizde bana ait bir borç kalmamış olarak, yâni serbestçe ve rahatça bu gece gidebilirsiniz! Bu geceyi deve diye kullanınız, fırsatı kaçırmayınız ve gecenin karanlığına bürünüp uzaklasınız! Her biriniz ev halkımızın birinin elinden tutup gitsin. Hepiniz Allahın lûtuflarına eriniz! Köylere, kasabalara yayılın ki, Allah üzerinizden mihnet ve meşakkati kaldırsın. Düşmanlar, benimle boğuşmak, beni altetmek azminde... Beni elde ederlerse başka bir şey istemezler. Hazret-i Hüseynin oğulları, kardeşleri ve kardeşlerinin oğulları, hep beraber atıldılar: - Seni bırakarak gitmeyi ve senden sonra yaşamayı Allah bize göstermesin! Cevap aldılar: - Oğullarım, kardeşlerim, yeğenlerim! Müslimin şehit düşmesi yeter! Size ben izin veriyorum; gidiniz!.. - Ya halka ne diyelim! Büyüğümüzü, efendimizi, babamızı, kardeşimizi, en hayırlı amcamızı, ok atmadan, tek yara almadan bıraktık mi diyelim? Vallahi bu durumu ebedî olarak kabul etmeyiz!.. Hepimiz, nefslerimizi, mallarımızı, yakınlarımızı sana feda eder, ölünceye dek senin yanında dövüşürüz! Müslim Bin Avsece-tül Esedî ayağa kalkıp haykırdı: - Seni yalnız mı bırakmak?.. Öyleyse senin hakkını korumak bahsinde Allaha hangi mazereti gösterelim? Vallahi mızrağımı düşman göğsünde kırıncaya ve kılıcımı kabzasına kadar parçalayıncayadek senden ayrılmam! Silâhım olmasa bile senin uğrunda ölünceye kadar taşlarla döğüşürüm! Daha birçok sadakat ve bağlılık sözü... Hazret-i Hüseyn hepsine dua etti. Ebû Zer-ül Gıfârinin kölesi kılıcını silerken öyle dokunaklı mısralar okudu ki, onlan işiten Hazret-i Hüseynin kızkardeşi Zeynep, çığlık kopararak bayıldı. Zeynep ayılınca başucunda Hazret-i Hüseyni buldu: - Kardeşim; Allaha sığın! Bil ki, bütün dünya ehli ölür, sema ehli de baki kalmaz. Allahın zatından başka her şey helâktedir. Annem, babam ve kardeşim benden daha hayırlıydılar. Öldüler. Bundan sonra Hazret-i Hüseyn sabaha kadar ibadet ve istiğfarla meşgul oldu. Şafak vakti... Kerbelâ çölü, gerine gerine uyanmakta... Tek saniye uyamamış olan Hazret-i Hüseyn yakınlarını sabah namazını kıldırıyor. Yanan kalblerin kandilinde pırıldayan Allah ismi... Ufukta gittikçe koyulaşan kızıllıklar... Hazret-i Hüseyn atlı ve yaya, 70 - 80 kişilik maiyetini safa dizdi. Sağ ve sol yanlarına, maiyetindekilerden en güvendiklerini koydu, bayrağı da bir eminine verdi ve kendisi merkeze geçti. Binlerce askere karşı yalnız 70 - 80 insan... İlerledi ve karşısında, Müslümanlık iddiasındaki askerlere haykırdı: - Ey insanlar! Sözüme kulak verin! Aceleye kapılmayın! Ben size vacip olan şeyi söyleyeyim: Gelişimden ötürü özrümü bildiriyorum! Özrümü kabul ve sözümü doğrularsanız, saadet kazananlardan olursunuz! Özürümü kabul etmez ve lâfımı dinlemezseniz, istediğinizi yapmakta hürsünüz! Hazret-i Hüseyn bu noktada durdu. Zira kız kardeşleri iç paralayıcı şekilde ağlamaya başlamıştı. Hazret-i Hüseyn onlara döndü ve kendilerini sükûnete getirinceye kadar uğraştı. Sonra tekrar askerlere hitap etti: - Ey insanlar!.. Beni herkese nispet edin ve düşünün; ben kimim? Vicdanınıza baş vurun, nefslerinizi suçlandırın; bakalım benim kanım size helâl midir, öldürülmem caiz midir? Ben Peygamberimizin kızıyla amca oğlunun çocuğu değil miyim? Şehitlerin Efendisi Hamza, babamın amcası, Cennette uçan Cafer benim amcam değil midir? Allanın Resulü, kardeşimle benim için, siz cennet gençlerinin efendileri ve sünnet ehlinin göz bebeklerisiniz, dememişmidir? Şüphe yok ki, bu dediğim şeyde beni doğrularsınız. Eğer yalanlıyorsanız, içinizde Câbir Bin Abdullaha yahut Ebû Said veya Sehl Bin Saada, yahut da Zeyd Bin Erkama veya Enese sorun! Haber verirler! Yok mu, içinizde bir yasaklayıcı ki, benim kanımın akıtılmasına engel olsun? Bu arada Şemir dilini uzatmak ve Hazret-i Hüseynin sözünü kesmek istedi. Habib Bin Mutahhar onu paylayıp sus turdu. Hazret-i İmam devam etti: - Eğer söylediklerimde bir şüpheniz varsa yahut Peygamberimizin torunu olduğum üzerinde tereddüt geçiriyorsanız, biliniz ki, bugün Doğudan Batıya kadar Allah Resulünün benden başka torunu yoktur! Söyleyin, öldürdüğüm bir mazlumun kanını mı, üstüne oturduğum bir malın ziyanını mı, yoksa bir yaralamanın kısasını mı istiyorsunuz benden? Ne istiyorsunuz? Ey Şit Bin Rebâ, Ey Haccâr Bin Ebcer, Ey Kays Bin Eşiat ve Ey Yezûl Bin Hars, Kûfeye gelmem için bana mektup yazmadınız mı? Hazret-i Hüseyn bir ân durup cevap bekledi. İsimlerini saydığı adamlar. - Hayır, biz böyle bir şey yapmadık! Diye bağırdılar. Hazret-i İmam cevap verdi: - Yaptınız! Fakat şimdi inkâr ediyorsunuz! Madem ki artık beni istemiyorsunuz, bırakın, dönüp gideyim yerime! Düşman safından Kays Bin Eşiat atılıp bağırdı: - Yâ Hüseyn, Ubeydullahın hükmüne baş eğip biyati kabul etmiyor musun? Hazret-i Hüseyn cevap verdi: - İşte bu dediğin, hiç bir zaman olamaz! Ve atından indi. Züheyr isimli biri atını sürüp ortaya geçti ve iki tarafa birden kan dökmemelerine dair en dokunaklı sözleri söylediyse de tesiri olmadı. Şemir haini ok attı. Züheyr geri çekildi. Ve o anda, sahnelerin en ulvîsi meydana geldi; Hazret-i Hüseyni ilk kuşatan atlıların kumandanı Hür, Peygamber Torununun tarafına geçti. Atını Hüseyne doğru sürdü, önünde durdu ve nida etti: - Senin tarafına geçiyorum! Şu ana kadar işlediğim suçları affet!.. Hürün cenkten kaçınma öğütlerine de okla cevap verdiler. Sonradan gelen kumandan Ömer Bin Saad ilerliyerek okunu attı ve haykırdı: - İşte cengi açıyorum! Davranın! Ok yağmuru... Ziyadın kölesi Yesar ile Ubeydullahın kölesi Salim, meydana çıktılar ve er dilediler. Hazret-i Hüseyn tarafından Abdullah Bin Umeyr-ül-Kelbî çıkıp ikisini, kılıcını iki kere kaldırıp indirmekle yere seriverdi. Boğuşma da bütün dehşetiyle başladı. Hazret-i Hüseynin yetmiş iki kişiden ibaret yakınları, binlerce asker, kılıç, mızrak, balta ve gürz altında, doğrandılar, delindiler, kırıldılar ve ezildiler. Hazret-i Hüseynin iki oğlu, altı kardeşi, Hazret-i Hasandan iki yeğeni, daha nice yakını, dostu ve akrabası... Bütün bu şehit olanlar, iki günden beri dudaklarını ıslatmaya bile tek damla su bulamamış insanlar. Nihayet ortada Hazret-i Hüseyn kaldı. Kim ve ne olduğunu anlatan mısralar okuyarak atını düşman saflarına sürdü. Bir anda, etrafına üşüşen üşüşene... Su yerine üzerine ok fışkırırken, kılıçlar ve mızraklar da başında ve göğsünde işledi ve iki Cihan Efendisinin, sırtında taşıdığı torunu, atından düştü. Kâinata ve topyekûn varlığa kıymak isteyecek kadar hain bir el uzandı ve o kutsî başı bedeninden ayırdı. Geride kalan kadın ve çocukları da esir ettiler. Esirler arasında zevcesi Errübâb, kız kardeşleri Zeynep ve Ümm-ü Kelsûm, kızları Sekine ve Fâtıma, bir de, oğlu Ali Zeynelâbidin... Hazret-i Hüseynin vücudunda yetmiş iki kılıç ve mızrak yarası... Bütün gerçek Müslümanlar dövündü. Yüzlerce, binlerce şair, kezzap gibi kalbieri eriten mersiyeler söylediler ve gök kubbe altında bir peygamber torununa, dünya yaratıldı yaratılalı vâki olmayan, olmasına da imkân bulunmayan bu zülüm karşısında vicdanları şahlandırdılar. Cinlerin bile yakıcı mersiyeler okuyarak dövündüklerini duyanlar oldu. Tarihte en büyük şehitlerden birinin kesik başını Kûfeye götüren müfreze, bir konak ileride mola verirken, dibinde oturdukları duvardan bir el çıktı ve Hüseyni öldürenlerin, yarın Hesap Günü, ne cevap vereceklerini soran iki mısra aynı duvara kanla yazdı. Bu askerî birlikten kaçanlar, silâhını atıp bir adım gitmeyeceğini haykıranlar, çıldıranlar oldu. Mansur Bin Ammar, bu iki mısranın, Nübüvvetten 300 yıl önce bir taşa yazılı olarak Rum illerinde bulunmuş olduğunu rivayet eder. Hüseynin şehit olduğu gün, insanların yüzüne değil, tabiate bakmak lâzımdır. Gündüz vakti ortalık kapkara kesildi. Hattâ bir aralık yıldızlar bile göründü. Peşinden korkunç bir kızıllık çöktü. O gün kanlı yağmur yağdığını ve Kerbelâda hangi taş kaldırıldıysa altında kan sızıntısı görüldüğünü söylemeye kadar gidenler olmuştur.Hüseynin başını gövdesinden ayırmış olan Sinan adlı insanlık yüz karası, mübarek kafayı bir de fahriye okuyarak Ubeydullahın önüne koyunca, Küfe Valisi, destanlık cinayetin bizzat tertipçisi olduğu halde, dayanamadı ve Sinanın başını vurdurdu.Kerbelâ hâdisesine karışanlardan hepsi, şu veya bu türlü belâlarını buldular. Bir zaman sonra Muhtar Bin Ubeyd askeriyle Kûfeye girdi ve Kerbelâ işine katılanlardan altıbin kişiyi öldürdü. Ubeydullah, Şemir ve Ömer Bin Saad de bu arada cezalarını buldular ve en büyük ceza âlemine geçtiler.Kerbelâya katılanlardan herbirinin belâsını bulduğuna dair en güzel nakil, Yakup Bin Süfyanınkidir:- Bir gece oturmuş, Kerbelâ faciasından bahsediyorduk. Mecliste bulunanlardan biri, bu vakaya katılanlardan belâsını bulmadık hiç kimse kalmadığını ileriye sürdü. Yine mecliste bulunanlardan bir ihtiyar, kendisini öne attı ve Kerbelâya katılanlardan ve Hüseynin öldürülmesine yardım edenlerden olduğu halde o güne kadar hiç bir belâya uğramadığını söyledi. O ân odada yanan kandillerden biri sönecek hale geldi. İhtiyar kandili alıp fitili düzeltmek isterken sıçrayan bir kıvılcımla sakalı tutuştu. Meclistekiler ihtiyarı söndürmeye davrandılarsa da başaramadılar. Sakalını bastırdığı entarisi ve bütün vücudu alevler içinde kaldı. İhtiyar, koşarak kendisini, kenarında bulunduğumuz Fırata attı ve yana yana boğularak öldü. * Necip Fazıl Kısakürek, Peygamber Halkası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul g.
Posted on: Mon, 04 Nov 2013 19:52:00 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015