Demokratik Uygarlık Manifestosu -5-KÜLTÜREL SOYKIRIM KISKACINDA - TopicsExpress



          

Demokratik Uygarlık Manifestosu -5-KÜLTÜREL SOYKIRIM KISKACINDA KÜRTLERİ SAVUNMAK KÜRT SORUNU VE DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜ syfa 17 Abdullah ocalan 7- Ortadoğu Kültüründe İktidar ve Toplum Ayrışması Ortadoğu’da toplum ve iktidar ayrışmasının ve Müslüman halklar üzerin- deki sömürgeciliğin derinleşmesi, açıklanması gereken en temel sosyolojik sorunların başında gelmektedir. Resmi tarih ve sosyoloji kitaplarında sanki bu yönlü sorunlar yokmuş gibi bir yaklaşım sergilenmektedir. Uygarlık tarihi bir anlamda toplum ve iktidar ayrışmasıyla başlar. İktidar ve birlikte oluştuğu sermaye tekelleri, toplumdan ayrıştıkları oranda ayrıcalıklı bir güç olarak toplumun artı-değerlerini gasp ederler. Marksizm’in sınıf çelişkisi ve sömürü- süne ilişkin çözümlemeleri bu konuda sınırlı bir gerçeklik payını taşımakla birlikte asıl çelişki, dolayısıyla baskı ve sömürü toplum ile iktidar ve sermaye tekelleri arasındaki ilişki düzleminde gerçekleşir. Ortadoğu kültüründe yaşa- nan bu yönlü olgusal gelişmeler çarpıcıdır. Merkezî uygarlığın beş bin yılı aşan hegemonyası nedeniyle gerçek bir toplum ve iktidar savaşımı tarihi Or- tadoğu toplumsal kültüründe izlenmek durumundadır. Bu bağlamda devlet özünde toplum ve iktidar arasındaki çelişki ve çatışmanın çerçevelenmiş, bazı temel kurallara bağlanmış ve meşruiyeti sağlanmış geçici ateşkes veya barış hali olarak da tanımlanabilir. Geçici ateşkes hali olarak devlet, henüz normları oluşmamış ve meşruiyeti sağlanmamış fiili devlet halidir. Barış hali olarak devlet ise normları oluşmuş, meşruiyeti sağlanmış (toplumla iktidar arasında sözleşmeye varılmış) devlet gerçekliğidir. Din ile iktidar arasındaki sözleşmeye devlet demek de mümkündür. Tek tanrılı dinler aslında yükselen uygarlık güçleri ile çıkarları bunlarla ayrışan ve çelişen toplulukların devlet temelli uzlaşma arayışlarıdır. Uzlaşmaya varılmadığında dinler isyancıdır. Uzlaşma gerçekleştiğinde meşru devlet doğmuş demektir. Hıristiyanlık ve İslâm tarihi bu yönlü örneklerle doludur. Mezhepleşme gerçeği de aynı dinde devletçi uygarlıkla uzlaşmaya varan kesimlerle varmayan kesimler arasındaki çelişkiden kaynaklanır. İktidarla uzlaşan mezhep devletleşirken, uzlaşmayan kesim muha- lif olarak mücadelesini ya açık ya da gizli sürdürerek, toplumsal gerçekliğini iktidarsız ve devletsiz yaşatmaya çalışır. Hıristiyan halkların imparatorluk güçleri ve İslâmî iktidarlarla çelişkilerini ve yaşadıkları büyük felaketleri önceki başlıklarda değerlendirmeye çalışmıştık. Durumu daha da açıklamaya ihtiyaç hissettiren, Ortadoğu’nun aynı dinden olan diğer toplum ve iktidarları arasındaki ilişkidir. a- Arap İslâm’ı, Afrika’daki uzantıları da dahil, iktidar ve devlet güçleriyle toplumsal halk güçleri arasında çok ciddi bir çelişki ve çatışmayı tarihi boyun- ca hep yaşamıştır. Daha Hz. Muhammed hayattayken bu çatışma başlamıştır. İslâm dini (bir nevi ideolojik ve siyasal program), Hz. Muhammed’in de men- subu olduğu daha yoksul bir kabileyle (Haşimiler) daha zengin ve üst tabakası güçlenmiş olan aynı etnik boydan diğer kabile şefleri arasındaki mücadelenin bir ürünü olarak doğar. Ölümünden sonra çelişki daha da şiddetlenir. Bu çelişki nedeniyle ilk dört halifeden üçü (Ömer, Osman, Ali) öldürülür. Üst tabakanın temsilcisi olarak Muaviye bu süreçte kendi eğilimini hanedanlık devletine (Emevi Devleti) dönüştürmeyi başarır. Geriye toplumsal bir güç olarak Ehlibeyt (Hz. Muhammed’in Ailesi) yandaşlarıyla daha yoksul kabilele- rin radikal toplumsal güçleri olan Hariciler kalır. Bu ilk ciddi toplum, sınıf ve devlet bölünmesidir. Süreç içinde bu bölünme gelişerek günümüze kadar devam eder. İktidar İslâm’ı kendini sayısız küçük devletler ve imparatorluklar halinde pekiştirir, normlaştırır ve meşrulaştırırken (Bunu İslâm şeriatı ve Sünni mez- hebi yoluyla gerçekleştirir), iktidar karşıtı İslâmî mezhepler kendilerini Harici- ler ve Ehlibeytçiler olarak var kılmaya çalışırlar. En yoksul toplum kesimi olarak Hariciler giderek Bedevileşir. Bedevileşmek daha çok kır kökenli köy emekçileriyle kentlerin proleter unsurlarına dönüşmek anlamına gelir. Arap- larda proleterleşme kendini Bedevileşme olarak somutlaştırır. Günümüze kadar bu haliyle devam eder. Ortaçağ feodalitesinin Bedevileri günümüz kapi- talizminin fellahları ve işçilerine (amal) dönüşerek ortak bir tarihi paylaşıp yaşarlar. Ehlibeytçiler bir nevi orta tabaka Araplarını temsil ederler. Yoksul kesimi daha radikal Şia ve Alevi toplulukları halinde iktidar ve devlet karşıtlı- ğını sürdürürken, üst kesimleri birçok devlet oluşumunda varlıklarını devam ettirir. Fas’tan Hindistan’a, özellikle bugünkü Lübnan, Suriye, Irak ve İran’a kadar, daha yoğun olarak tüm Müslüman coğrafyasında toplumsal ve iktidar- sal güç olarak, bu temel nitelikleriyle varlıklarını sürdürürler. Geleneksel ikti- dar İslâm’ı ise, baştan itibaren kendini devlet normuna (şeriata) bağlayarak ve meşruiyete (Sünni mezhepleşmeye) kavuşturarak varlığını günümüze kadar sürdürmeye çalışmıştır. Arap toplum ve devlet güçlerinin hem tarihte hem de günümüzde çok parçalı ve çatışmalı olmalarının temelinde İslâmî ortak örtü- nün bile gizleyemediği ve bastıramadığı toplum ve iktidar ayrışmasının derin ve kapsamlı gerçeği yatar. b- İran ve ötesi olarak Afganistan, Pakistan ve Güneydoğu Asya İslâm’ındaki toplum ve iktidar ayrışması da benzer üçlü çizgi halinde gelişir. Yanlış anlaşılmaması açısından önemle belirtmeliyim ki, çizgisel gelişme der- ken düz bir hat halini değil, döngüsel gelişme hali olarak çizgiselliği kastediyo- rum. İslâm’ın köklü bir biçimlenmeye uğradığı alanlardan biri İran’dır. Bunu geniş anlamda uzantılarını da hesaba katarak anlamak gerekir. İran’da şekille- nen İslâm dönüşen İslâm’dır. Genel hatlarıyla Şia olarak adlandırılsa da, daha geniş bir perspektif ve yoruma sahiptir. Özünde orta sınıfın Ehlibeyt İslâm’ıdır. Önderliğin hep Ehlibeyt ailesinde olması gerektiğini, hak olarak öyle algılanmasını esas alır. İran’ın İslâmiyet tarafından fethinde daha çok Sünni geleneğin ve Emevilerin başvurdukları zalimce uygulamalar bu yöndeki eğilimi güçlendirmiştir. Aynı Emeviler hep Kerbela’da Ehlibeyt’in seçkin temsilcisi olan İmam Hüseyin’i ve yetmiş iki mürafıkını katletmekle anılırlar. İmparator- luk tarzındaki gelişimi ve zengin kültürü nedeniyle İran’ın İslâm’ı Arap toplum ve iktidar geleneğinden farklı olarak şekillendirmesi doğası gereğidir. Burada önemli olan, orta sınıfın alt ve üst kesimlerinin çelişkili ve çatışmalı iktidar ve toplum yaklaşımıdır. Üst kesim imparatorluktan miras kalan iktidar alışkanlık-ları nedeniyle İslâm’ı hızla devletleşmeye taşıyarak yaşamak istemiştir. Alt kesim ise, tarih boyunca hep iktidar sahiplerinden neler çektiğinin derin bilin- cinde olarak, İslâm’ı bir sivil toplum biçiminde ve iktidar karşıtı yönüyle ya- şamaya çalışmıştır. İslâmî İran tarihinde bu gerçekliği sürekli izlemek müm- kündür. Kaldı ki, tarihsel arka planda Zerdüştî gelenekte ta Med-Pers çelişki- sine kadar uzanan bu yönlü bir toplum ve iktidar çelişkisi hep var olagelmiş- tir. Bunun kökeninde ise kabile toplumunun hiyerarşik bölünmesi yatar. İran sadece Pers etnik geleneğine sahip değildir; aynı coğrafyada çok sayı- da etnik gelenek vardır. Toplumsal yarılmalarda etnik ve dinsel özellikler iç içe gelişmiştir. Üst toplum ve iktidar olarak İran’ı ne sadece dinsel ne de etnik yanı ağır basan özelliklerle tanımlayabiliriz. Etnik ve dinsel özelliklerin iç içe geçip kaynaşmasının özgün bir biçimi olarak tanımlamak daha öğretici olabi- lir. Her iki yandan biri zaman zaman öne çıksa da, tarih boyunca aralarında radikal bir bölünme pek izlenmemektedir. Örneğin ne Araplar gibi klasik anlamda bir kavim toplumu, ne de Yahudiler gibi dinsel bir toplum olmuştur. Kendiliğini âdeta üçüncü bir model olarak geliştirme gereğini duymuştur. Çok sayıda etnisite ve dinsel inancın mevcudiyeti bunda önemli rol oynamıştır. Kapitalist modernitenin son iki yüz yıllık etkisini bu gerçeklik temelinde karşı- lamıştır. Ne Avrupa ülkelerinde görülen türden bir milliyetçilik ve ulus-devlet deneyimini, ne de Arap ülkelerindekine benzer bir ulus-devletçiliği yaşamıştır. Tarihsel özelliklerini koruyarak, her iki modele karşılık kendi modelini sür- dürmede ısrarlı olmuştur. Şahlık İran’ının tutunamamasının altında bu gerçek- lik yatar. Fakat bu tarzdaki varoluşunu kapitalist moderniteye, küresel kapita- lizme karşı çok fazla devam ettiremez. Ya köklü bir dönüşümü yaşayacaktır (İktidar ve devlet açısından bu çok zordur; liberal bir ulus-devlet olmak mev- cut İslamî devlet modelinin çöküşü demektir), ya da parçalanıp alt tabakanın İslâmî geleneğinin sivil demokratik değerlerini esas alma ve güncel demokratik modernite değerlerini özümseme temelinde, Ortadoğu kaosundan çıkışta demokratik modernitenin önde gelen inşa güçlerinden biri olarak, bir kez daha geçmişine yaraşır biçimde tarihteki yerini alacaktır. c- Türkler köken itibariyle Ural-Altay dil grubundan bir halk olarak, ilk şe- killenmelerini yaklaşık yedi bin yıl önce Güney Sibirya eteklerinde yaşamış, oradan daha güneye inerek kabile topluluklarına dönüşmüş önde gelen kültü- rel gruplardan biridir. Benzeri her kültürde yaşandığı gibi, Proto Türkler de ancak uygarlık gelişmesiyle tarih sahnesinde görünür olmuşlardır. Özellikle aynı kültür gruplarından Çinlilerin erkenden uygarlaşması (M.Ö. 1500’ler), Türk boylarının da etkilenmelerine ve tarihte yer almalarına yol açmıştır. M.Ö. 3. yüzyılda yerel beylikler kurdukları anlaşılmaktadır. İktidarlaştıkça Çin’in içinde erimek durumunda kalıyorlar. Etnik varlıklarını ancak kabile olarak koruyabiliyorlar. Çin’le baş edemeyince batıya doğru yayılıyorlar. Bunda Orta Asya Çölünden kaynaklı zorluklar, kuraklık ve nüfus artışı da önemli rol oy- nar. İran uygarlığıyla milattan önceki yüzyıllara dayanan ilişkileri vardır. Hin- distan üzerinden de benzer ilişkiler mevcuttur. Milattan sonra 3. yüzyıldan itibaren batıya doğru yoğunlaşan göçleri Hazar Denizi’nin güneyi ve kuzeyin-den olmak üzere iki ana güzergâha ayrılmıştır. M.S. 450’lerde kuzeyden Batı Roma İmparatorluğu sınırlarına dayanmış olup, işgal edecek kadar güçlenmiş- lerdir. Bugünkü Macaristan’ı merkez alarak İtalya ve Fransa içlerine kadar ilerleyip saldırı düzenleyebilmektedirler. Fakat kendilerini kalıcı olarak kurum- sal bir iktidara, devlete dönüştüremiyorlar. Aynı tarihlerde İran sınırlarını da zorlamaktadırlar. Ayrıca M.S. 550’lerde ilk defa Göktürkler adıyla etnik köken- li bir devlet oluşturuyorlar. Bunu Mani dinini resmi din olarak kabul eden Uygur Türkleri (M.S. 740’lar) takip etmektedir. 8. ve 9. yüzyıllarda Abbasi ve Bizans İmparatorluklarında paralı asker olarak önemli rol oynuyorlar. İslâmi- yet’i kitlesel olarak ilk defa 10. yüzyılda kabul ediyorlar. Karahanlılar ilk Müs- lüman Türk Beyliği oluyor. 9. ve 10. yüzyıllarda Hazar’ın kuzeyi ve doğusunda bir Yahudi Türk devleti de varlık kazanmıştır. İslâmîleşerek İran içlerine inen ilk Türk boyları Oğuz Türkleri olup, Selçuklu Hanedanlığı olarak tanınmaktadır. Selçuk Bey Yahudi Hazara Devleti’nde bir Subaşı (yüzbaşı seviyesinde bir komutan) iken, kabile- siyle ilk defa bugünkü Türkmenistan’da, Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bir beylik kurma denemesine girişiyor. Sert çatışmalar yaşanıyor. Kabilenin üst tabakası olarak iktidar tecrübesi kazanıyorlar. Ganimet seferleri düzenli- yorlar. Başarılı olmak ve bol ganimet toplamak için İslâmlaşmaları gerektiğini kavrıyorlar. Abbasi saraylarında da daha 9. yüzyılda önemli bir paralı asker grubu oluşturuyorlar. Kendileri için Samara kenti inşa ediliyor. Selçuklu bo- yundan birlikler Bizans içlerine kadar sızıp saldırıyor, ganimet topluyorlar. Karşılarında Hıristiyan Türkleri buluyorlar. 11. yüzyılın başlarında toptan Müs- lümanlaşıyorlar. Selçuk Bey 1008’de ölüyor. Yerine geçen oğullarının adlarının Mikail, Musa, Yunus ve Arslan olması Yahudilikten oldukça etkilenmiş oldu- ğunu gösteriyor. Bu dönemde kabilelerin alt yoksul kesimleriyle zengin üst tabaka arasındaki ayrışma ve çelişkiler yoğunlaşıyor. İktidar elidinden ilk ko- pan kabileler 1018’den itibaren İran içlerine girmeye başlıyorlar. Oradaki devlet yetkililerinden kendi kabile şeflerine karşı korunma istiyorlar. Tarihte ilk defa Türkmen (karşılığı Araplarda Bedevi, Kürtlerde Kurmanc) halk, kabileler ola- rak, kendi beylerine karşı çıkıp bağımsız yaşamak istiyor. Türk kabile toplumlarında gözlemlenen bu ilk ciddi ayrışma tarihte kalıcı bir etki bırakacaktır. İktidar ve toplum temelindeki bu ayrışma sert geçen bir mücadeleyi beraberinde getirecektir. Türk olgusu bu tarihten (Türk-İslâm tarihi) itibaren aralarında oldukça çelişkili ve çatışmalı ilişkilerin yaşandığı iki kol halinde ilerleyecektir. İktidar aygıtı etrafında örgütlenen kabilelerin üst tabakası bu tarzda yaşamayı bir ölüm kalım sorunu haline getirecektir. Daha Hazara Yahudi Türk Devleti’nde oluşan bu iktidar temelli yaşam gittikçe güç- lenerek günümüze kadar devam edecektir. İktidarsız ve devletsiz yaşamak bu elit gruplar için hep ölümle eş sayılmıştır. İktidar ayrıcalığını bir din seviyesine (kutsal devlet, ana-baba devlet) yükseltmişlerdir. Allah ile devlet (Zılullah = Tanrının gölgesi) arasında cisim = gölgesi ilişkisi kurulmuştur. Uhrevi, semavi bir kavram olan Tanrı, Allah sözcükleri en çok devlet olgusunda somutluk kazanmıştır. Bu bağlamda Selçuklu Beyleri hem içte hem de dışta müthiş iktidar ve devlet savaşçısı haline geldiler. Bu işten başka işle ilgilenmez oldu- lar. Abbasiler, Gazneliler, Samanoğulları, Atabekler, Tolunoğulları gibi birçok hanedan devletinde ya temel askeri güç olarak hizmet gördüler ya da bizzat devlet kurdular. 1055’lerde Selçuklu İmparatorluğu’nu tesis ettiler. 1071’deki Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’nun her tarafında beylikler inşa ettiler. 1086 yılında Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdular. Beyliklerin kendi aralarındaki savaşlar Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar devam etti. Osmanlı İmparatorluğu’nda azami iktidarlaşmayı yaşadılar. Tüm bu ikti- dar-devlet yoğunlaşmasında İslâm şeriatı (hukuk normları) temel normları, Sünni İslâm mezhebi ise temel meşruiyet aracını oluşturdu. Türk iktidar elitinde genelde din, özelde İslâm dini tamamen iktidarsal bir araç olarak anlam ifade eder. İktidar dışında din çok az değer taşır. Türk iktidar metafiziğini çok iyi bilmeden, doğru bir devlet ve toplum çözümlemesi yapılamaz. Yapılanlar büyük eksiklik ve yanlışlık payı taşımaktadır. Türk ikti- dar elidi daha ilk beylik sürecinde, hatta kabile üst hiyerarşisinde Şamanist kavram ve figürleri fetişleştirmiştir. Bugünkü bayrak benzeri simgelere tapın- ma oradan kaynaklanmaktadır. Kabile totem fetişizmi de oldukça nüfuz etmiş- tir. Bir kahramanlık yapmadıkça erkeğe ad vermeme fetişizmi bununla bağlan- tılıdır. Beylik iktidarında at, avrat, pusat (silah) üçlüsü en kutsal namus değer- leri olup yaşamın kendisidir. İktidar yaşamı demek at, avrat, silah demektir. İktidarın kök hücresine bu üç temel gen oturtulmuş ve genetik özellikler haline getirilmiştir. İslâmiyet’in Allah’ıyla iktidar arasında azami bağlantı ku- rulmuş, örtülü tanrı-iktidar özdeşliği oluşturulmuş, dolayısıyla iktidar ve dev- lete en büyük kutsallık atfedilmiştir. Tabii bu kutsallığın altında ganimete el koyma (fethin amacı, hakkı olan, el konulabilecek her şey) güdüsü yatmakta- dır. Ortadoğu kültüründe iktidarı bu yönlü kavramlarla azamileştirenlere ön- cülük eden güç Türk iktidar elitleri olsa da, yalnızca onlar değildir. Ortaçağ- dan günümüze kadar tüm iktidar elitlerine öncülük etmiş olan güçler birbirle- ri içinde âdeta erimişlerdir. İsmi Türk olan, fakat en başta Türkmen’i, toplum- sal Türk’ü ezen, sömüren ve ‘Etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız, cahil Türkler) haline getiren bu Türklüktür. Toplumsal Türklüğe en zalim ve sömürgen davranan da yine bu Türklüktür. Dolayısıyla iktidar Türklüğü, hiçbir toplum veya halk üzerinde geliştiremediği baskıyı, sömürüyü, sömürgeciliği ve kırımı Türkmen- ler üzerinde gerçekleştirmiştir. Bu konuda pek çok yöntem uygulanmıştır. En başta ölünceye kadar asker kalmaya mahkûm etme, ayrı vergilendirmeye tabi tutma, cahil bırakma, en ufak bir tepkisine karşılık toplu kırımdan geçirme, sık sık talan etme, sürgüne yollama, en ufak demokratik istemlerini bastırma, iç sömürü yetmediğinde yaban diyarlara köle statüsünde gönderip sözün özcesi ‘eti senin, kemiği benim’ ilkesini sonuna kadar kullanma, günümüzde varoşlara doldurma, tekelci kârlar gereği yarısından fazlasını işsiz bırakma, ulus-devletçiliği azami kılıp toplumsal kültür olarak hiçleştirme bu yöntemler- den bazılarıdır. Bu temelde oluşan ikinci kategori Türklüğü veya Türkmenlik apayrı bir toplumsal olgudur. Türkmenlik (iktidar dışında kalan Müslüman Türkler) iktidarla olan köklü ayrışmasını daha Selçuk Bey’in yaşadığı dönemde göstermiştir. İlk yoksul Türkmen oymakları 1005 yılında bey zulmünden korunmak için Gaznelilere sığınmışlardır. Daha sonraları İran’ın çeşitli yörelerine, özellikle kuzeybatısına, bugünkü Azerbaycan’a çekilerek kendilerini korumaya çalışmışlardır. Geniş kollar halinde bugünkü Irak ve Suriye topraklarında barınma çabası içine girmişlerdir. Bu ilk yüzyıllarda kopuş sürekli gelişmiştir. Kuzey Hazar gü- zergâhı üzerinde de benzer gelişmeler yaşanmıştır. Selçuklu beyleri ve sultan- ları Türkmenlerden kurtulmak için onları hep Kafkasya’ya, Arabistan’a, Kür- distan’a ve Anadolu’ya sürmüşlerdir. Askerliğe yarayanlar dışında diğerlerini kendi kaderleriyle baş başa bırakmışlardır. Karadeniz ve Akdeniz dağ silsilele- riyle Orta Anadolu bozkırları Türkmenlerle dolmuştur. Zor yaşam koşulları, baskı ve sömürü Türkmenleri sürekli isyana sevk etmiştir. Sultan Sancar’ı kafese koyup yanlarında taşımaları, Alevileşerek iktidar Sünniliğinden kopma- ları, çok sayıda tarikat kurarak sivil toplumu (Ahmed Yesevi’den Mevlana’ya, Baba İshak’tan Şeyh Bedreddin’e, Pir Sultan Abdal’dan Şah İsmail’e, Celali ayaklanmalarından esnaf ayaklanmalarına) geliştirmeleri ve bu uğurda ayak- lanmaları bu konuda önemli örnekler olarak gösterilebilir. Kendi direniş kül- türlerini Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu söylemlerinde destansı tarzda sergilemişlerdir. İktidarın Farsça ile Arapça karışımı ucube diline karşı Türkçenin arılığını da yine Türkmenler korumuştur. Ortadoğu halklarıyla dostça yaşamışlar, gönüllü iç içe yaşamaktan çekinmemişlerdir. Toplumsal kültür olarak Türkmenlik, hem maddi hem de manevi yönleriy- le üzerinde kapsamlı araştırmalar yapılmasını gerektirir. Kendi öz toplumsal tarihlerinin inşası gereklidir. Kapitalist modernite döneminde Türkmenlerin varlığı daha da zorlaşan koşullarla çevrelendi. Göçebe toplum ve yerleşik ya- şam olanakları azaldı. En tehlikeli alanlarda azap askerleri misali yaşatılmaları yetmiyormuş gibi işsizlik, dışarıya göç ve varoşlarda yoğunlaşma şeklinde günümüzün zorlu koşullarında varlıklarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Bir ulus kadar anlam ifade eden tarihsel Türkmenlik, kapitalist tekeller ve ulus- devletin baskı ve sömürü çarklarında, faşist ve dinci devlet partilerinin kıska- cında tükenmekle yüz yüze kalmıştır. Kendi demokratik hareketini oluştura- maması bunda en önemli rolü oynamıştır. Bu boşluğu dolduran iktidar-devlet hedefli dinci ve faşist hareket, Türkmenliğin olumlu özelliklerini zıddına dö- nüştürerek en büyük ihaneti gerçekleştirmiş, büyük değer ifade eden tarihsel- toplumsal Türkmen kültürüne ölümcül bir darbe vurmuştur. Genelde Orta Asya ve Kafkasya’da, özelde Anadolu’daki tarihsel toplumsal Türkmen Türk’ünün iktidar-devlet çarklarında oluşmuş iktidarcı, cinsiyetçi, dinci ve milliyetçi Türklükten çok farklı bir oluşum ve olgu olduğunu çok iyi kavramak ve kurumlaştırmak gerekir. Daha da önemlisi, Türkmenleri kapitalist moderni- tenin fideliğinde Türk olmayan unsurlarca en yapay tarzda oluşturulmuş, beyaz-siyah-yeşil renklere bürünen komplocu-faşist ulus-devletçi yapılanma- lardan ayrıştırarak demokratik cumhuriyet, demokratik vatan ve demokratik ulus temelli demokratik modernite unsurlarına dönüştürmek gerekir. Bunun için demokratik siyaset, sivil toplumculuk ve özerklik örgütlenmesi ve eylemini temel almak, bunu geleneksel Türkmen-Türk kültürüyle sentezleyip çağdaş bir kültür geliştirmek gerekir. Türkiye Demokratik Hareketinin temel sorunu, bu kültürü tüm tarihsel ve toplumsal yönleriyle doğru tanımlamak, araştırmak ve sahiplenmek, bunun için eğitip örgütlendirmek ve eylemleştirerek demokratik modernite sistemiyle bütünleştirmektir. Türkmenler dışında Anadolu ve Mezopotamya’da İslâmî kültürle yaşayan başka halklar ve kültürler gerçeği de vardır. Torosların güneyinde yaşayan Arap azınlık İslâm’ın fetih döneminden kalmadır. İktidar ayrıcalığını yitirdi- ğinden, gittikçe yoksullaşmakta olan bir kültürdür. Üst tabakası hâkim Türk elidi içinde erimiştir. Yoksul kesimlerin Arap kültürü de asimilasyonun etkisiy- le gerilemiş olup giderek kullanımdan kalkmaktadır. Kürtlerle iç içe olmakla birlikte varlıklarını korumuşlardır. Kapitalizm koşullarında varlıklarını devam ettirmeleri gittikçe güçleşmektedir. Balkan kökenli Arnavut ve Boşnak gruplar, iktidarla bağlantılı bir kültürü temsil ederler. Kimlik konusunda fazla bir ayrışma yaşamamışlardır. Bürokrasi içinde varlıklarını devam ettirmeye çalışırlar. Resmi ideolojiye oldukça bağlı- dırlar. Türk milliyetçiliğini çıkarları gereği oldukça savunurlar. Nicelik olarak daha az olan yoksul kesimler proleterleşmiş olup, emek hareketinin etkinlikle- rinde rol aldıkları görülür. Resmi iktidar ideolojisi gereği, etnik aidiyet konu- sunda ısrarlı değildirler. Kafkas kökenliler daha ağırlıklı grupları teşkil etmektedir. İktidarla yakın bağlantı içinde olmak, iktidar elidi içinde yer almak kültürlerinde oldukça yer bulmuştur. Anayurtlarına özlemleri olmakla birlikte, dönüş yakın döneme kadar bir hayaldi. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra anayurtlarıyla tekrar ilişkilendiler. Balkan kökenliler de benzer bir durumu yaşamaktadır. Güçlü tarafta yer almak bunların üst kesimleri için bir gelenektir. Devrimci hareketlere önderlik düzeyinde katıldıkları gibi, sağ hareketlere de benzer biçimde katılım sağladıkları gözlemlenmektedir. Anadolu ve Mezopotamya topraklarının kültür mozaiği nitelemesi uygun bir kavram olmakla birlikte, ne yazık ki yer altından çıkan mozaik yüzleri gibi oldukça yıpranmıştır. Ulus-devletin homojen toplum yaratma projesi nedeniy- le bu kültür mozaiği âdeta küçük çakıl taşları haline getirilmekte, varlıklarına yönelik bir soykırım gerçekleştirilmektedir. Kültürel varlıklar ne kadar azınlık konumunda olsalar da, mutlaka korunması gereken tarihsel miraslardır. Ulus- devletin soykırımcı niteliği en çok bu kültürlere karşı geliştirdiği politikalarda yansımasını bulur. Bu politikalarla birçok kültürel varlığın yok edilmesi, kapi- talist modernitenin dünyanın her tarafında geliştirdiği katliamların en önemli parçasıdır. Azınlık konumundaki kültürel varlıklar zor uygulamalarının yanı sıra, ekonomik olarak da değerlerden yoksun kılınarak kendilerini yaşamaları âdeta imkânsız hale getirilir. Âdeta şu kural geçerli kılınır: Kendi kültüründe yaşamaya devam eder ve resmi çoğunluk kültürüne teslim olmazsan, aç ve işsiz kalırsın! Resmi ulus-devlet kültürüne katılmadan, kendi kültürünü terk edip bu katılımı teslimiyet haline getirmeden toplumda yer tutma ve ilerleme sağlama, önüne dikilmiş binbir engelle olanaksız hale getirilir. Böylece resmi homojen toplumun üyeliği kaçınılmaz kılınır. Avrupa’da İkinci Dünya Savaşında yaşanan faşizm denemesi, moderniteyi homojen toplum projesini gözden geçirmeye zorlamıştır. Avrupa Birliği proje- si ile alternatif olarak kültürel çoğulculuğa dönüş yapılmıştır. Postmodernite özünde kültürel çoğulculuğu temel değer olarak paylaşmakla birlikte, kapita- list moderniteye alternatif olmaktan uzaktır. Resmi kültürel kimliğin dışında yaşayan tüm kültürler son tahlilde marjinalleştirilerek, ya kendiliğinden ya dolaylı baskı ve kapitalist sömürü yöntemiyle ya da ulus-devletin resmi homo- jen toplum yaratma politikalarıyla tasfiye edilme ve soykırımla tükenme ger- çeğiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Buna karşı durmanın en doğru yolu, kültürel varlığını korumak ve özgür kılmak için açık uçlu bir kültürel kimlik anlayışını benimsemek, bunu diğer kültürlerle sentezleyerek daha üst bir aşamada ortak yaşam projeleri geliştirmektir. Demokratik ulus, anayasal va- tandaşlık, demokratik cumhuriyet, çoğulcu bir vatan ve kültür anlayışı bu tür projelerin belli başlı olanlarıdır. Demokratik siyaset, sivil toplum örgütlenme- leri ve demokratik özerklik yöntemleri bu projelerin temel uygulanma araçla- rıdır. Hem geleneksel kültürlerin korunup özgürleştirilmesi, hem de çağdaş kültürlerle bir sentez halinde yaşamaları için demokratik modernite çözümü hayati ihtiyaçtır.
Posted on: Wed, 26 Jun 2013 13:27:30 +0000

Trending Topics



a are
BEC-TERO MUSIC shared the following link and had this to say about
THOUGHT FOR NOW- Bruce Lee said, Mistakes are always forgivable,
:/ I have wanted to give Iraq a lesson in democracy — because
Feeling the day after glow of all the blessings received on my

Recently Viewed Topics




© 2015