DİYANET TEŞKİLATINDA GÖREV ALMANIN VE BU MEMURLARIN ARKASINDA - TopicsExpress



          

DİYANET TEŞKİLATINDA GÖREV ALMANIN VE BU MEMURLARIN ARKASINDA NAMAZ KILMANIN HÜKMÜ By Muvahhid on 01 Mayıs 2012 Hamd, âlemlerin rabbi Allah içindir. Salât ve selam peygamberimiz hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve selem),O’nun âli’ne, ashabına ve kıyamete kadar O’nun yolunu takip eden şehidler, sıddıklar ve Salihlerin üzerine olsun. Rabbim bizleri de sâlih kullar zümresine katsın. Allah azze ve celle ayağımızı sırat-i müstakimde sabit kılsın. Allah bizlere hakkı hak olarak bilip anlamayı ve hakka teslim olmayı batılıda batıl bilip ondan uzaklaşmayı nasip etsin. Allah basiretimizi arttırsın, İslam’ı bütün incelikleri ile anlayıp kavramayı nasip etsin (Âmin!) Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki Kitabı da okuyup durursunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?( Bakara 44.) Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz. Ve onu ilk inkâr eden olmayınız. Benim ayetlerimi az bir paha İle satmayınız ve yalnız Benden korkunuz. ( Bakara 41.) Konumuza başlamadan evvel, ‘bir âlim nasıl olmalıdır?’ meselesinin anlaşılmasının faydalı olacağı kanaatindeyim, buna örnek olarak, bir âlimin zamanının halifesi ile arasında ki diyaloğunu aktarıyorum. Peygamber İzinde Örnek Bir Âlim, Ebû Hâzim: Ebû Muhammed ed-Darimî Müsned’inde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Ya’kub b. İbrahim anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Ömer b. el-Ku-meyt anlattı, dedi ki: Bize Ali b. Vehb el-Hemedanî anlattı, dedi ki: Bize ed-Dahhâk b. Musa haber verdi, dedi ki: - Süleyman b. Abdülmelik Mekke’ye giderken yolu Medine’ye uğrar ve orda birkaç gün kalır. Der ki: - Medine’de Peygamber (s.a)’ın ashabından herhangi bir kimseye yetişmiş kişi var mıdır? Ona: - Ebû Hâzim adında birisi vardır, dediler. Arkasından haberci gönderdi. Süleyman’ın yanına gelince ona: - Ebû Hâzim, bizden ne diye böyle ırak duruyorsun? Ebû Hâzim der ki: - Ey mü’minlerin emiri, benden ne gibi bir ilgisizlik gördün? Şöyle der: - Medinelilerin ileri gelenleri yanıma geldiği halde sen gelmedin. Ebû Hâzim: - Mü’minlerin emiri, olmadık bir şeyi söylemekten Allah’a sığındırırım seni. Bugünden önce ne sen beni tanımıştın, ne de ben seni görmüştüm. Bu sefer Süleyman Muhammed b. Şihâb ez-Zührî’ye dönüp şöyle dedi: - Bu yaşlı adam isabet etti ve ben hata ettim. Süleyman devamla der ki: Ebû Hâzim, bize ne oluyor ki ölümden hoşlanmıyoruz. Ebû Hâzim: - Çünkü sizler âhiretinizi tahrib ettiniz, dünyanızı imar ettiniz. O bakımdan ma’mur bir yerden harabe bir yere geçişten hoşlanmıyorsunuz. Süleyman: - Ebû Hâzim, doğru söyledin, der. Peki, yarın yüce Allah’ın huzuruna nasıl girilecektir? Ebû Hâzim der ki: - İyilik yapan bir kimse ayrılıktan sonra aile halkının yanına döner gibi olacaktır. Kötülük yapan kimse ise, efendisine geri gelen kaçkın köle gibi olacaktır. Bunun üzerine Süleyman ağladı ve şöyle dedi: - Ah, bir bilseydim, Allah katında ne ile karşılaşacağımızı? Ebû Hâzim ona der ki: - Amellerini Allah’ın Kitabına göre değerlendir. Süleyman: - Onu değerlendirmek için nereye bakmalıyım diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir: - “İyiler hiç şüphesiz ni’metler içindedirler, kötüler ise hiç şüphesiz cehennemdedirler.” (el-İnfitar, 82/13-14) Süleyman der ki: - Ebû Hâzim, Allah’ın rahmeti nerede kaldı? Ebû Hâzim der ki: - “Allah’ın rahmeti iyilere yakındır.” Süleyman sorar: - Ebû Hâzim, Allah’ın kulları arasında en değerliler kimlerdir? Ebû Hâzim der ki: - İnsaf, merhamet sahibi ve akıllı kimselerdir. Süleyman ona sorar: - Hangi amel daha faziletlidir? Şu cevabı verir: - Haramlardan uzak kalmakla birlikte farzları eda etmek. Süleyman sorar: - Hangi dua kabule şayandır? Ebû Hâzim: - Kendisine iyilik yapılan kimsenin iyilik yapana yaptığı dua. Süleyman sorar: - Hangi sadaka daha faziletlidir? Ebû Hâzim: - Yoksul dilenciye ve az bir malı olmakla birlikte gücü yettiğince verenin, bununla birlikte bu sadakayı başa kakmayan ve bundan dolayı rahatsız etmeyenin sadakası. - Hangi söz daha adildir; deyince Ebû Hâzim: - Kendisinden korktuğun yahut birşeyler umduğun kişi önünde hakkı söylemek, der. Süleyman: - En akıllı mü’min hangisidir? diye sorunca, Ebû Hâzim: - Allah’a itaat ile amel eden ve insanlara da o yolu gösteren kimsedir, der. Süleyman: - En ahmak mü’min hangisidir diye sorunca, Ebû Hâzim şöyle der: - Kardeşi zalim olduğu halde, kardeşinin hevâsına uygun hareket ederek böylelikle başkasının dünyalığı uğrunda âhiretini feda eden kimsedir. Süleyman ona: - İsabet ettin, der. Devamla; - Peki bizim içinde bulunduğumuz bu durum hakkında ne dersin? Ebû Hâzim der ki: - Ey mü’minlerin emiri, izin ver de bunun cevabını vermeyeyim, der. Süleyman ona: - Hayır, der. Fakat sen bu sözlerini bana vereceğin bir öğüt olarak söyle. Ebû Hâzim şöyle der: - Ey mü’minlerin emiri, senin babaların insanları kılıç zoruyla baskı altına aldılar. Bu yönetimi zorla, müslümanlarla istişare etmeksizin ve onların rızası dışında ele geçirdiler. Onlardan çok büyük sayıda kimseler öldürdüler. Buna rağmen bu yönetimi bırakıp öbür dünyaya gittiler. Keşke onların neler söylediklerinin ve onlara neler söylendiğinin farkına varsan. Süleyman ile birlikte oturanlardan birisi: - Ne kötü söz söyledin Ebû Hâzim? deyince; Ebû Hâzim şöyle der: - Sen yalan söylüyorsun. Çünkü Allah, ilim adamlarından insanlara hakkı mutlaka açıklayacaklarına ve onu hiçbir şekilde gizlemeyeceklerine dair söz almıştır. Süleyman ona: - Peki, bizim bozuklukları ıslah etmemiz nasıl mümkün olacaktır? Ebû Hâzim şöyle der: - Hayırsızlığı bırakır, mürüvvete yapışır ve eşitlikle paylaştırırsınız. Süleyman ona: - Böyle bir şeyi nasıl yapabiliriz, diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Malı helal yoldan alırsınız ve ehil olan kimselere verirsiniz. Süleyman ona: - Ebû Hâzim, bize arkadaşlık etmeye var mısın? Sen bizden istifade eder, biz de senden istifade ederiz. Ebû Hâzim şu cevabı verir. - Bundan Allah’a sığınırım. Süleyman: - Nedenmiş o, diye sorunca, Ebû Hâzim der ki: - Az dahi olsa size meyletmekten korkarım. O vakit yüce Allah bana hayatın da ölümün de azabını kat kat tattırır. Süleyman ona: - Ne ihtiyacın varsa arzet, deyince Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Beni ateş azabından kurtar ve cennete koy. Süleyman: - Bu iş benim yapabileceğim bir iş değildir, deyince; Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Benim de senden başka bir ihtiyacım yok, der. Süleyman: - Bana dua et, deyince Ebû Hâzim şöyle der: - Allah’ım, eğer Süleyman Senin dostun ise Sen ona dünya ve âhiretin hayrını kolaylaştır. Eğer Senin düşmanın ise onu perçeminden tut, sevdiğin ve razı olduğun şeylere ilet. Süleyman ona: - Bu kadar mı? diye sorar Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Eğer sen bu işe ehil isen ben gerçekten çok veciz, fakat senin için çok şeyler istedim. Eğer bu duaya ehil bir kimse değil isen, ben kirişi olmayan bir yay ile ok atmamalıyım. Süleyman ona: - Bana tavsiyede bulun, deyince Ebû Hâzim: - Sana özlü tavsiyede bulunacağım der: Rabbini ta’zim et. Sana yasakladığı bir yerde seni görmesin ve sana emrettiği yerde bulsun. Ebû Hâzim Süleyman’ın yanından çıkıp gidince, ona yüz dinar gönderir ve: - Sen bunları harca, buna benzer sana daha pek çok miktar vermeye hazırım der. Ancak Ebû Hâzim bu yüz dinarı ona geri gönderir ve Süleyman’a şunları yazar: Mü’minlerin emiri, senin bana sorduğun soruların bir şaka olmasından benim de sana cevap vermemin senden bağış beklemek umuduyla olmasından Allah’a sığınırım. Ben böyle birşeyi sana yakıştıramıyorum. Ya kendime bunu nasıl yakıştırırım? Şunu bil ki İmran oğlu Musa, Medyen şehrinin su kaynağına varınca orada koyunlarını sulayan çobanlar görür. Onlardan beri tarafta da koyunlarını öbür koyunlara karışmaktan alıkoyan iki kız görür. Kızlara durumlarını sorar, onlar da: Çobanlar koyunlarını sulayıp gitmedikçe biz kendi koyunlarımızı sulamayız, babamız koca bir ihtiyardır, dediler. Hz. Musa, onların koyunlarını suladı, ondan sonra da gölgeye çekilip şöyle dua etti: Rabbim, ben Senin bana indireceğin hayra muhtacım. O, bu duayı yaparken aç idi, düşman tehlikesinden korkuyordu, güvenlik içerisinde değildi. Buna rağmen Rabbinden diledi, insanlardan hiçbir şey dilemedi. Çobanlar bu işin farkına varamadılar, ancak o iki kız bu işi fark etti. Babalarına döndüklerinde durumu ve Musa’nın söylediklerini anlattılar. Babaları olan Şuayb (a.s) şöyle dedi: Bu aç bir adamdır. Daha sonra kızlarından birisine: Git onu buraya davet et, dedi. Kız Musa’nın yanına varınca ona gereken saygıyı gösterdi, yüzünü örterek: Babam seni bizim koyunlarımızı sulamanın ücretini vermek üzere seni mükâfatlandırmak için çağırıyor. Kızcağız “bizim koyunlarımızı sulamanın ücreti” tabirini söyleyince bu iş, Musa’ya ağır geldi, ancak arkasından gitmekten başka bir yolu da yoktu. Çünkü dağlar arasında aç ve yapayalnız idi. Arkasından gidince esen rüzgâr elbiselerini vücuduna yapıştırıyor, vücut çizgileri ortaya çıkıyordu. Musa ise kimi zaman yüzünü yana çeviriyor, kimi zaman gözlerini kapatıyordu. Artık sabrı tükenince ona: Ey Allah’ın kadın kulu, arkamda dur ve sözlerinle hangi tarafa gideceğimi bana göster, dedi. Hz. Mûsâ, Hz. Şuayb’ın yanına varınca akşam yemeğinin hazırlanmış olduğunu görür. Hz. Şuayb ona: Gel otur delikanlı, yemek ye dedi. Hz. Musa ona: Allah’a sığınırım, dedi. Hz. Şuayb ona: Neden, aç değil misin, diye sorunca Hz. Musa: Evet açım fakat ben bu yemeğin kızlarının koyunlarını sulamamın bir bedeli olmasından korkarım. Bizler ise öyle bir aileye mensubuz ki biz dinimizi yeryüzü dolusu altına dahi değişmeyiz. Hz. Şuayb ona şöyle der: Hayır delikanlı, fakat bu şekilde yemek ikram etmek benim de adetimdir, atalarımdan beri de âdetimizdir. Bizler misafire ikram ederiz, yemek yediririz. Bunun üzerine Hz. Musa oturur, yemek yer. Şimdi eğer sen, bu yüz dinarı, söylediğim sözler karşılığında bir bedel olarak bana gönderdiysen, şunu bil ki leş, kan, domuz eti zaruret halinde bunlardan daha helaldir. Ve eğer bu gönderdiğin dinarları Beytülmal’deki bir hak diye bana gönderdiysen bu konuda benim benzerim nice kimseler vardır. Eğer benim gibi olanlarla aramda bir eşitlik sağladıysan mesele yok, değilse benim bunlara ihtiyacım yok. Derim ki: İşte, Allah’ın Kitabına ve peygamberlere uymak böyle olur. Şu faziletli imama, şu büyük ilim adamına bakınız. Nasıl da ameli karşılığında bir bedel almıyor, vasiyet karşılığında bir paha kabul etmiyor, verdiği öğüde karşılık ihsanları istemiyor. Aksine hakkı açık-seçik bir şekilde beyan ediyor. Bundan dolayı da herhangi bir korkuya kapılmıyor, ürkmüyor. Rasulûllah (a.s.) da şöyle buyurmuştur: “Sizden herhangi bir kimsenin birisinden korkusu, nerede olursa olsun, hakkı söylemesini veya yapmasını engellemesin.” Kur’an-ı kerim’de de şöyle buyurulmaktadır: “Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar,” (el-Maide, 5/54) (kurtubi ) DİYANET TEŞKİLATI: Diyanet işleri teşkilatı Kemalist sistemi ayakta tutan en büyük kurumların başında gelmektedir. Allah’ın Tevhid dinine açık bir şekilde savaş açan Kemalist devleti, Allah’ın gerçek dininin insanlar arasında anlaşılmaması ve TC devletinin daha da güçlenmesi için Diyanet teşkilatını kurmuştur. Diyanet teşkilatı bu firavun sistemi meşrulaştırmak için ve halka şirk dininin unsurlarını yaymak için kurulmuştur. Çünkü şirk dininin en büyük özelliği, mevcut çarpık düzeni temize çıkartmak ve insanların doğru bir şekilde Allah’ın göndermiş olduğu kitapların anlaşılmasına engel olmaktır. Tarihten günümüze kadar kurulan bütün küfür düzenlerinde, hep Şirk dini hâkim olmuştur. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller, gibi bunlar kurdukları düzenlerini koruyup, ayakta durdurmak için hep bunun gibi şirk kurumlarından faydalanmışlardır. Bu çarpık putperest düzenler, şirk dininin halk arasında yayılması için din adamlarına ve ruhbanlara maaşlar bağladılar. Çünkü halk arasında Allah’ın Tevhid dini hâkim olduğu andan itibaren sonlarının geleceğini ve kurmuş oldukları şirk düzenlerinin yıkılacağını çok iyi biliyorlardı. Allah’ın Tevhid dininin doğru bir şekilde anlaşılması, insanların hayatlarının değişmesi demek olduğundan, insanların kendilerine isyan edeceklerini de bildiklerinden dolayı, müşrikler Tevhid dinine davet eden peygamberleri ve peygamberlerle birlikte mücadele eden iman erlerini en ağır işkencelere uğratıp şehit etmişlerdir. Kemalist Türkiye Cumhuriyetini kuran, Mustafa Kemal de, sistemini daha güçlü kılmak için, sisteme aykırı hareket eden binlerce insanı kılık kıyafet devrimi sırasında şapka takmadıkları için acımadan öldürttü. Ve geri kalan insanları da sisteme bağlı kalmalarını sağlamak amacıyla insanların dini duygularını kullanarak diyanet işleri teşkilatını kurdu. Böylece Diyanet işleri, dini kullanarak halkı uyuşturup mevcut sistemi meşrulaştıracaktı. Allah’ın Tevhid dinine düşman olan, Kemalistler bu Tevhid dinini ortadan kaldırmak için ve mevcut sistemlerini meşrulaştırıp daha da güçlendirmek için, Diyanet işleri teşkilatını dev bütçelerle kurdu. Bu kurumun mevcut sistemlerini, daha da güçlendireceklerine inandıkları için, camiler inşa ettiler veya mevcut inşa edilmiş camilere kendi din adamlarını yerleştirdiler. Böylece Kemalist sistemin kanunlarına ters düşmeyecek bir din anlayışı anlatarak, mevcut sistemlerini insanların gözünde meşrulaştıracaklardı. Böylece Tevhid dininin merkezi olan camileri, şirkin, küfrün, hurafe yığınlarının merkezi haline dönüştürdüler. İnsanların sisteme zarar vermemek şartıyla namaz kılmalarına ve bazı ibadetleri yapmalarına izin verdiler. Tarihten beri bütün şirk düzenlerinde, sistemi tehlikeye sokmayacak ve zarar vermeyecek her türlü ibadetlerin yapılmasına kısmi de olsa Firavunlar izin vermişlerdir. “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin” dediler. (Hud 87) Görüldüğü gibi Şuayb peygamberin namaz kılmasına Müşrikler izin veriyorlardı. Namaz kılması kendilerine zarar vermediği müddetçe ona engel olmuyorlardı, Ta ki Şuayb peygamber, onları Allah’ın Tevhid dinine davet edinceye dek. Peygamberimiz Kâbe’nin içinde namaz kılıyordu, Mekke müşrikleri kılınan namazın kendilerine zarar vermediğini düşündükleri için namaz kılmasına izin veriyorlardı. Ta ki Mekke Müşriklerini Allah’ın Tevhid dinine davet edene kadar. Allah’ın dininin hâkim olmadığı sistemlerde Tevhid dininin belirli ibadetleri, sistemin kanunlarına aykırı olmadığı müddetçe yasak değildi. İnsanlardan tepki almamak için sisteme aykırı olmayacak şekilde, namaz kılmak, oruç tutmak, belirli zamanlarda hacca, umreye gitmek, toplu halde belirli yerlerde zikir ayinleri yapmak gibi ibadetler serbest bırakılmıştır. Çünkü yapılan bu ibadetlerin sistemlerine zarar vermeyeceğini ve insanların bir nebzede olsa dini duygularını tatmin ettiklerini çok iyi biliyorlar ve insanları böylece yanıltıp sanki mevcut şirk düzeni insanların dini yaşamalarına izin veriyormuş gibi bir imaj sergilemektedirler. Böylece insanlar mevcut sistemi sorgulamaktan kaçınacaklar, bu da sistemin ayakta durmasını ve daha da güçlenmesini sağlayacaktır. Allah’ın Tevhid dinine karşı şirk dininin insanlar arasında hâkim olması için TC Devleti dev bütçelerle Diyanet işleri kurumunu kurdu. Diyanet işlerine ayrılan bu dev bütçeyle devlet içinde devlet oluşmasını sağladı. Diyanet İşleri Başkanlığı, 2007 için ayrılan 1 milyar 638 milyon 383 bin YTL’lik bütçesiyle kamu idaresindeki genel bütçeli 50 idare içerisinde 13’ncü sıraya yerleşti: “Cumhurbaşkanlığı’nın 48,3 katı, TBMM’nin 4.5 katı, Anayasa Mahkemesi’nin 90.8 katı, Yargıtay’ın 35 katı, Danıştay’ın 44.9 katı, Sayıştay’ın 19.2 katı, Başbakanlık bütçesinin yüzde 6 fazlası, MİT’in 3.8 katı, MGK’nın 128.7 katı, BYEGM’nin 31 katı, Devlet Personel Başkanlığı’nın 156.4 katı, YDK’nın 158.2 katı, DPT’nin 4.3 katı, DTM’nin 16.1 katı, Gümrük Müsteşarlığının 7.9 katı, TÜİK’in 10.2 katı, Özürlüler İdaresi’nin 379 katı, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün 387.4 katı, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün 775.3 katı, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğünün 462.1 katı, SHÇEK’nin 2 katı, AB Genel Sekreterliğinin 170.3 katı, İçişleri Bakanlığı bütçesinin yüzde 38 fazlası, Sahil Güvenlik komutanlığının 7.1 katı, Dışişleri Bakanlığının 2.3 katı, Gelir İdaresi Başkanlığı bütçesinin yüzde 26 fazlası, Bayındırlık ve İskan Bakanlığının 2.2 katı, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün 4 katı, Ulaştırma Bakanlığının 2 katı, Denizcilik Müsteşarlığının 25.2 katı, Tarım Reformu Genel Müdürlüğünün 38.4 katı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının 5.1 katı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 4.3 katı, Petrol İşleri Genel Müdürlüğünün 355.6 katı, Kültür ve Turizm Bakanlığının 2 katı, Çevre ve Orman Bakanlığı bütçesinin yüzde 69 fazlası, Devlet Meteoroloji işleri Genel Müdürlüğünün 16.3 katı.’’ (Kaynak:hurarsiv.hurriyet.tr/goster/haber.aspx?id=5309772 ) Bütün kurum ve kuruluşlarıyla Allah’ın Tevhid dinine savaş açan Kemalist TC devleti, gerçek dinin anlaşılmaması için ve insanları şirk diniyle uyuşturabilmek için Diyanet işleri kurumuna milyarlarca para aktarmıştır. Çünkü Putperest Kemalist Türkiye cumhuriyeti, din adamlarının ve imamlarının yoluyla toplumu kendilerine itaat eden köleler haline getirmişlerdir. Diyanet işleri teşkilatın kuruluş amacı: Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 429 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur. Kemalist devletin bir akademisyeni olan, Prof. Dr. Bülent Tanör (1940-2002), Diyanet’in kuruluş amacını şöyle ifade etmişti: “Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası DİB, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevi yüklenmişti... Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı DİB’i kullanmaktaydı.” (Bülent Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konferans, 1920 Sonları - 1996) Rejimin talepleri doğrultusunda bir din anlayışını insanlara dayatan bu küfür sisteminin diyanet işleri kurumu bu düzenin en büyük koruyucusu konumundadır. Diyanet teşkilatına bağlı camilerde görev alan İmamların başlıca görev ve yetkileri şunlardır: 1) Kemalist, Lâik devletin kanunlarına ters düşecek her türlü Kur-an ayetinin camilerde okunmasını yasaklamak. 2) Allah’ın Tevhid dininin kaynağı olan Kuranı kerimin, Kemalist sistemin kanunlarına ters düşe bilecek her türlü ayetleri gizlemek ve manaları çarpıtmak. 3) Kemalist devletin kuruluş bayramlarını kutlayıp, önemini halka arz etmek. 4) Kemalist TC devletini halka sevdirmek ve okudukları hutbelerden sonra devlete ve Mustafa Kemale rahmet okumak. 5) Kuran kavramlarının birçoğunun manalarını, rejimin isteklerine göre değiştirmek. 6) Camilerde tamamen Kemalist, Lâik sistemin birer resmi temsilcileri olmak. 7) Allah’ın Tevhid dinini gizlemek ve anlaşılmaması için her türlü, hurafe, küfür, bidât içeren insanları uyuşturacak (uçtu-kaçtı) hikâyeler anlatmak. Diyanet işlerinde halka namaz kıldırma ve insanları küfür sistemine itaat etmeye davet eden bu Kemalist devletin belâm, samiri kılıklı, saptırıcı İmamları, imamlık görevini almadan önce, 657 sayılı kanuna tabi oldukları için memurlar gibi 1982 yılından beri yürürlükte olan ‘‘Asli Devlet Memurluğuna atandıkları zaman yemin merasimindeki yemin metnini okumaktadırlar.’’ TC devletine bağlı kalacaklarına ve Lâik, Kemalist düzenin kanunlarına ters düşmeyecek şekilde davranacaklarına dair küfür içeren yeminler etmektedirler. Bu yemin metni ise aynen şöyledir: Madde 6 - (Değişik: 12.5.1982 - 2670/1 md.) Devlet memurları, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına ve kanunlarına sadakatle bağlı kalmak ve milletin hizmetinde Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını sadakatle uygulamak zorundadırlar. Devlet memurları bu hususu “Asli Devlet Memurluğuna” atandıktan sonra en geç bir ay içinde kurumlarınca düzenlenecek merasimle yetkili amirlerin huzurunda yapacakları yeminle belirtirler ve özlük dosyalarına konulacak aşağıdaki “Yemin Belgesi” ni imzalayarak göreve başlarlar. “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine, Anayasa’da ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatle bağlı kalacağıma; Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını milletin hizmetinde olarak tarafsız ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak uygulayacağıma; Türk Milletinin milli, ahlaki insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup, bunları geliştirmek için çalışacağıma; insan haklarına ve Anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, lâik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarımı bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.” Taraf Gazetesinin yayınlamış olduğu haberde, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı imamların 1982 yılından beri ‘‘Türk milliyetçiliğine bağlı kalacaklarına” dair yemin ettikten sonra görevlerine başladıklarını ortaya koydular. Diyanet işleri Başkanlığı’nın resmi sitesinde yemine ilişkin “Asli Devlet Memurluğuna Atananların Yemin Merasimi Yönetmeliği kapsamında 30.11.1982 tarih ve 17884 No’lu Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi tüm kamu kurum ve kuruluşları ile bunların personelinden, Asli Devlet Memurluğuna atanan personelin göreve başlarken okuduğu yemin metni” ön bilgisi yer alıyor. (Kaynak: hurseda.net/guncel/43058-Bu-Yemin-Imami-Imandan-Cikartir.html ) İslam’ın küfür olarak gördüğü bu sözleri bir insan diliyle kabul ettiğini söylese, ya da kabul ettiğine dair bu metni imzalasa, İslam inancına göre kâfir olur. “Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir. Biz sadece şakalaşıp eğleniyorduk de ki: Allah ile O’nun ayetleri ile ve Resulü ile mi alay ediyordunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz. İçinizden bir gurubu affetsek bile, günahkâr kimseler oldukları için diğer bir gurubu azaplandıracağız. ˮ (Tevbe 65,66) “(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler.ˮ (Tevbe 74) Kalbi imanla tatmin olduğu halde bir kimse dili ile Allah’ı inkâr ederse Yahut küfrü gerektirecek bir söz söylerse, Allah katında bu kişi mümin değildir, kâfirdir.(Fıkh-ı Ekber İmam Azam. Aliyyül Kari şerhi Çağrı yayınları. Sayfa 317) Bu konu ile ilgili fetvalar ise şöyledir: “Bir kimse, kelime-i küfrü söylediği halde, söylediğinin küfür olduğunu bilmezse (bazılarının hilafına) âlimlerin ekserisine göre bu şahıs kâfir olur. Bilmemek özür değildir. Yine âlimlerimize göre; “Bir kimse şaka veya istihza (alay) yollu küfür kelimesini söylerse kâfir olur. İnancı bu sözüne muhalif (ters) olsa bile hüküm aynıdır, yani yine kâfir olur.” (Fetavayi Hindiyye c:4 s:341) Bir kimse şaka veya istihza (alay) yollu küfür kelimesini söylerse kâfir olur. İnancı bu sözüne muhalif (ters) olsa bile hüküm aynıdır, yani yine kâfir olur.” (Fetavayi Hindiyye c:4 s:341) Yine Hanefi âlimlerinden İbn-i Abidin “Kim ki küfür kelimesini ister şakayla, ister oyun olsun diye telaffuz ederse tüm ilim adamlarımıza göre kâfir olur. Neye inandığına bakılmaz” demektedir. (Haşiyetu Reddul Muhtar 4/408; Bahru-r Raik Şerhu Kenzud Dekaik 13/488.) İmam Kurtubî, Kadı Ebu Bekir İbnu’l Arabî’nin şöyle dediğininakleder: “Küfür (lafızlarıyla) şaka yapmak küfürdür. Bu konuda ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur.” el-Camiu Li Ahkami’l Kur’an, c. 8, Sf. 197 Görüldüğü gibi ister şaka yoluyla olsun ister ciddi olsun kim küfre düşürücü bir söz söylerse kâfir olur. Diyanet teşkilatına mensup bütün imamlar İslam’ın küfür olarak gördüğü bu sözleri kabul ettiklerine dair yemin ettikleri için, ya da kabul ettiklerine dair bu sözlerin altına imza attıkları için küfürlerine hükmedilir. Bu işledikleri küfürlerden dolayı Müşrik hükmündedirler. Bunun neticesinde akidesi bozuk müşrik olan bu küfrün önderlerinin arkasında namaz kılınmaz. İtikadı bozuk, müşrik olan hiçbir insanın arkasında namaz kılınamayacağına dair tüm İslam âlimleri icma etmişlerdir. Camilerde Cuma günü insanlara okunması için diyanet işleri başkanlığı tarafından hazırlanan hutbelerde, bu putperest sistemin bekası için dualar yapılmaktadır. Allah’ın Tevhid dininin en büyük düşmanlarından biri olan, Mustafa Kemale rahmetler okunmakta ve onun kurmuş olduğu Laik, demokrasi sisteminin bekası için Allah’tan yardım istemektedirler. Cumhuriyetin kuruluş gününde Cumhuriyetin kuruluş bayramını kutlayıp cumhuriyetin önemini halka anlatmaktadırlar. Allah’ın dinine savaş açmış, din düşmanlığıyla bilinen orduya ve orada görev yapan, Tağut’un askerlerine dualar etmektedirler. Bu gün camilerde, ayrıca Kemalist Tağutlar tarafından Kuran’ın birçok ayetlerinin (hüküm ayetleri) okunması yasaklanmıştır. Mesela Ali İmran süresi 19. Ayeti kerimesinde, Allah katında tek din İslam’dır, ayeti Avrupa birliği normlarıyla rafa kaldırılan ayetlerden sadece bir tanesi olup, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir. Maide 44 gibi net olarak anlaşılan hüküm ayetlerinin açık bir şekilde okunması yasaktır. Allah’ın Tevhid dinini insanlara anlatmak, sisteme ters düşebilecek ve Kur-an’ın doğrultusunda ayetleri olduğu gibi açıklamak kesinlikle yasaktır. Buna örnek vermek gerekirse, bu gün camilerde imamlar, içkinin haram olduğunu, içkinin sağlığa zarar verdiğini anlatırlar, yada faizin haram olduğunu, kumarın haram olduğunu, zinanın haram olduğunu anlatırlar, ama bu insanlara bugün insanların Faize girmesini sağlayan Türkiye Cumhuriyeti olduğunu, insanların daha rahat zina yapmaları için genel evleri açıp polisiyle askeriyle koruyan bu küfür düzeni olduğunu yada insanların kumar oynamaları için sayısal loto, toto, Milli piyango kurumları açılmasının ve sağlıklı bir şekilde işlemesinin sebebinin temelde bu devlet olduğunu kesinlikle anlatmazlar. Faiz yemenin Kurana göre Bakara 278-279 Allah ve Resulüne savaş açmak olduğunu ve bunun içindir ki faiz bankalarının açılmasına izin veren ve onları polisiyle askerleriyle koruyanın bu putperest düzen olduğunu kesinlikle insanlara anlatmazlar. Aksine bu muhafızlara dua ederler. Peşlerindekilerde “âmin” der. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz, onlardan sıyrılan, böylece şeytanın kendisini peşine taktığı, sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku!” (Araf: 175) İbni Abbas (r.a) dedi ki: “Musa (a.s) ve onunla beraber olan müslümanlar Cebbarin kavminin bulunduğu yere gelince, Cebbarinler’den olan Bel’am’ın amcaoğulları ve kavmi Belam’a gelerek şöyle dediler: “Musa çok kuvvetli bir adamdır ve beraberinde çok sayıda askerle gelmiştir. Eğer bizi yenerse hepimizi yok eder. Allah (c.c)’a dua et ki Musa ve onunla beraber olanları geri çevirsin. Bel’am onlara şöyle dedi: “Eğer ben Musa ve beraberindekileri geri çevirmesi için Allah (c.c)’a dua edersem hem dünyam hem ahiretim yok olur.” Onlar isteklerinde ısrar ettiler. Nihayet Bel’am, Musa ve beraberindekileri geriye döndürmesi için Allah (c.c)’a dua etti. Bunun üzerine Allah (c.c) ona verdiği ikramı sıyırıp aldı ve onun hakkında şöyle buyurdu: “Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz, onlardan sıyrılan, böylece şeytanın kendisini peşine taktığı, sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku!” (Araf: 175) (Taberi tefsiri: c:9 s: 123) Bel’am bir defa dua etti hali bu ya her Cuma günü, dini ve resmi kutsal sayılan günlerde dua eden çağdaş belamların durumu nedi? Diyanet İmamları kesinlikle mevcut şirk düzene aykırı hiçbir konuşma, hiçbir beyanda bulunmazlar. İmamlar Allah’ın Tevhid dininin davetçileri değil, Şeytanın davetçileridir. Bunun içindir ki, İnsanları bu küfür şirk düzenine davet ettikleri için bütün Diyanet teşkilatı birer Tağut hükmündedirler. Bütün imamlar birer Tağut konumundadır. İnsanları Allah’ın aydınlık yolundan küfrün, şirkin yoluna davet ettikleri için. Yüce Allah, aldıkları bir takım ücretler karşılığında Allah’ın ayetlerini gizleyip açıklamayan Diyanet şebekesinin kiralık ajanları olan müftü, vaiz ve namaz memurlarının durumunu şu ayetlerle ortaya koymakta, onlara lanet okumakta ve bu kimselerin, sapık kimseler olduklarını, bu nedenle onlar için acı bir azabın bulunduğunu bildirmektedir. “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz Kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lanet eder, hem bütün lanet edebilenler lanet eder.” (Bakara, 159) “Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şey gizleyip, onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey koymuyorlar. Kıyamet günü Allah ne onlara konuşacak ve ne de onları temizleyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidayet karşılığında sapıklık, mağfiret karşılığında azap satın almışlardır. Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar(!)”(Bakara, 174-175) “Ebedi lanet içinde kalırlar. Ne kendilerinden azap hafifletilir, ne de onlara fırsat verilir.” (Bakara, 162) “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve karşılığında birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar.’ (Al-i İmran, 187) “Allah’ın ayetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!” (Tevbe, 9) Allah’ın ayetlerini insanlara Kur’an’da olduğu gibi aktarmayan ve üstünü örterek gizleyen bütün din adamları, bütün imamları Allah Kur’an’da apaçık bir şekilde lanetlemekte ve onların hepsinin Cehennem ateşine gireceklerini açık bir şekilde bizlere bildirmektedir. Türkiye Cumhuriyetin’de Maaş alıp karşılığında da insanlara küfrü, şirki yayan ve mevcut küfür sistemini meşrulaştıran Diyanet işleri teşkilatında görev yapan imamlar, bu görevi bırakıp Allah’a Tevbe etmedikçe, Allah’ın Tevhid dinine girmedikçe kesinlikle bunlar bu şekilde birer Müşrik, kâfir olarak kalacaklardır. Bu müşriklerin arkasında kesinlikle namaz kılınmaz, iman (ibadetler) onlara emanet edilmez. “Allah, iman edenlerin velisidir. (dostu ve destekçisi). Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” (Bakara Suresi, 257) İNKÂR EDİLMESİ FARZ, İTAAT EDİLMESİ KÜFÜR OLAN DİYANET ŞEBEKESİ İSLÂMI GERÇEKLERİ SAPTIRMAKLA GÖREVLİ BİR TEŞKİLAT İslâm, insanlar arasında dünya hayatında var olan adabı muaşeret kuralları da dâhil, siyasi, hukuki, ticari, sosyal, toplumsal vb. tüm ilişkilerini düzenleyen bir din, bir nizam ve sistemdir. İslâm dinine iman eden bir kimse, İslâm’ın, bireysel, toplumsal ve hukuksal bütün hükümlerini kabul etmek, kendi yaşamını, diğer insanlarla olan ilişkilerini ve Rabbi’ne karşı kulluk görev ve sorumluluğunu bu hükümlere göre düzenlemek zorundadır. İslâm’ın, insanların dünya hayatlarını düzenleyen bir din, bir sistem, hayata düzen veren bir nizam olduğunu bilen İslâm düşmanları, özellikle de Kemalist sistemin kurucu ve taraftarları, İslâm dinini yeryüzünden kaldırmak ve inanan insanları dinsiz birer ateist yapmak için çeşitli yollara başvurdular, ancak bu çabalarında başarılı olamadılar. İslâm’ın bir hayat nizamı olduğunu itiraf eden Kemalist zorbalığın koruyucuları, bu gerçeği, zaman zaman açık bir şekilde dile getirmektedirler. Kemalist zorbalığın akıl hocalarından Prof. Mümtaz Soysal, 100 soruda Anayasanın Anlamı adlı kitabında, İslâm’ın bir hayat nizamı olduğunu şu ifadeleri ile açıklamaktadır. “İslâm dini, din ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda lâikleşmeye doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisi ile çatışmaya kadar varıyor.” (Prof. Mümtaz Soysal, 100 soruda Anayasanın Anlamı, sh. 172) Kemalist sistem, İslâm ile çatışmayı göze alamadı, alamazdı da, çünkü akıbetinin ne olacağını çok iyi biliyordu. İslâm ile karşı karşıya gelmeyi göze alamayan inkârcı zorba sistem, daha sinsi metotlarla İslâm’ın sosyal hayata yönelik hükümlerini hayattan kaldırıp vicdanlara hapsetmek için Diyanet işleri başkanlığı adı altında bir teşkilat kurdu. Prof. Mümtaz Soysal, bu teşkilatın görevinin ne olduğunu da şu satırları ile ortaya koymaktadır. “Bu da, dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle yakından ilgili olan Müslümanlığın kendi içinde de bir reforma girişmek demek. Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği lâiklik politikası, dini, ‘toplumsal’ olmaktan çıkarıp kişiselleştirirken, Müslümanlığın temek niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Laik (dinsiz, ateist) devlet, yalnız mezhepler arasında ayırım gütmeyen, resmi bir dini olmayan, dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı.” (Mümtaz Soysal, a.g.e. sh. 171) Lâiklik: Fransa’da Hrıstiyanlığı, halk üzerinde bir baskı aracı olarak kullanan Kral ve kilisenin zulüm ve sömürüsünden bıkan Fransız düşünürlerinin, ortaya attıkları iddialarının tanımı olan laiklik kavramı, dini hayattan fertten ve toplumdan uzaklaştırma düşüncesidir. Türkiye’de lâiklik; İslâm’ın ve Hrıstiyanlığın birbirinden çok farklı birer din olduğunu bilmeyen ya da bildikleri halde efendilerini memnun etmek adına, aynı olduğunu kabul eden Emperyalizmin yerli işbirlikçisi M. Kemal ve yandaşlarının Türkiye’de, İslâm’ı sosyal hayattan kaldırmak adına dayattıkları bir zorbalıktan başka bir şey değildir. Lâik, ateist, dinsiz Kemalist sistem, dinin sosyal ve toplumsan hayattan kaldırılıp vicdanlara itilmesi görevini en iyi şekilde yapacak olan Diyanet şebekesini kurdu. Bu şebekenin, lâik sistem içindeki yerinin ve görevlerinin ne olduğunu da Soysal yine şöyle ifade etmektedir. “Lâik devlette ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer alması, Türk devriminin özelliklerine uygun bir lâikliğin, yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlam taşıyamaz.” (Mümtaz Soysal, a.g.e. sh. 174) Kemalistler, hiçbir şeyden çekinmeden, pervasız bir şekilde İslâm dini üzerinde oynadıkları oyunu ifade etmekte ve Diyanet şebekesinin hangi amaçla kurulduğunu açıklamaktadırlar. Kurulan bu şebekenin görevi, İslâm’ın sosyal ve toplumsal kurallarını gizlemek, İslâm’ı, yaşamsal hayattan uzaklaştırarak tıpkı Hrıstiyanlık ve diğer batıl dinler gibi ruhbanlık dini haline getirip vicdanlara hapsetmektir. İslâm düşmanı Kemalist sistem, kurduğu Diyanet şebekesini oldukça önemsemiş ve Genel Kurmay Başkanlığı gibi başkanlık olarak isimlendirmiştir. Genel Kurmay Başkanlığı, fiziki baskı ve zorbalıkla insanları sindirirken, Diyanet şebekesi de, insanların dini duygularını istismar etmiş ve İslâm’ı, her türlü yalan, sahtekârlık ve kiralık ajanları, namaz memurları, vaiz ve müftüleriyle vicdanlara hapsetmeye ve ruhbanlık dini haline getirmeye çalışmıştır. Ateist, lâik sistem, Diyanet şebekesini yalnızca konum olarak değil, yapacağı işler için de oldukça önemsemiş ve bütçesinden her yıl düzenli olarak ve lâik sistemin birçok önemli bakanlıklarının bütçelerinin 10-15 katı kadar parayı, bu şebekenin işleyeceği dini cinayetleri (İslâm’ı vicdanlara hapsetme görevi) karşılığında rüşvet olarak vermektedir. Kemalist zorba sistem, protokolde Tapu Kadastro Müdürlüğü kadar bir yere sahip olan Diyanet şebekesine bütçesinden, sistemin çok önemli altı bakanlığının toplam bütçesinden çok daha fazla bir para ayırmaktadır. Ayrıca yıl ortasındaki ek ödemeler ve bu şebekenin kurduğu Diyanet vakfının gelirinin de eklenmesi ile bir müdürlük seviyesindeki Diyanet şebekesinin bütçesi, devlet içinde devlet bütçesi haline gelmektedir. Diyanet şebekesi, lâik sistemden ve Hac vb. çeşitli sahtekârlıklarla halktan topladığı paralarla müftüler, vaizler ve namaz memurları ile bunların lâik ve ateist sistemin taleplerine uygun çalışıp çalışmadıklarını kontrol edecek müfettişler kiralamıştır. Bu kiralık ajanlar, Diyanet şebekesinden, maaş adı altında aldıkları rüşvet niteliğindeki paralar nedeniyle görevlerini gereği gibi yapmışlar ve İslâm’ın toplumsal ve sosyal hükümlerini gizleyerek İslâm’ı hayattan uzaklaştırmışlardır. Diyanet şebekesinin başındaki başkanlar Ateist lâik Kemalist sistem tarafından kurulan Diyanet şebekesinin başına, sürekli olarak, İslâm’ın bir hayat nizamı, bir devlet sistemi olmadığını iddia edip ateist Kemalist sisteme iman eden ve zorba sisteme, İslâmi gerçekleri gizleyeceğine dair güvence veren kişiler getirilmiştir. Diyanet şebekesinin başına getirilen bu kişiler, görevlerini lâik ateist sistemin emirlerine göre yerine getirmişlerdir. İslâm düşmanı bu başkanların hepsi aynı olmakla beraber bunlardan bir kaçının söylediklerine bakıldığında bunların, nasıl bir kişiliğe sahip oldukları ve İslâm’dan çok ateist Kemalist sisteme iman ettikleri görülecektir. Tayyar Altıkulaç, göreve getirildiği zaman, görevini Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda yerine getireceğini söylemiştir. Sait Yazıcıoğlu, kendisinin cunta yönetimi tarafından Diyanet şebekesi başına getirildiğini, cuntadan övgü ile söz ederek, yüzü kızarmadan açıklamıştır. Diyanet şebekesinin başına getirilen başkanların hepsi birbirinin benzeri olan ve ateist sisteme iman eden, lâik sistemin İslâm’ı hayattan kaldırmasını can-u gönülden destekleyen, İslâm’a iman etmeyen kişilerdir. Bunlardan biri de eski başkanlardan Ahmet Hamdi Akseki adlı kişidir. Bu kişi, sistemin İslâm dini üzerinde oynadığı oyunu can-u gönülden kabul etmiş ve yazdığı kitaplarda, bunu ifade etmekten çekinmemiştir. Akseki, yazdığı kitaplarda, İslâm’dan ve İslâm’ın siyasi görüşünde ne kadar gafil olduğunu, cehaletini gizlemeden ortaya koyabilmiştir. Aşağıda ele aldığımız yazı, Akseki adlı kişinin cehaletinin ve aldığı maaş karşılığında gerçekleri nasıl gizlediğinin apaçık bir göstergesidir. “Din, bir devlet işi değil, bir vicdan işidir. Nerede devlet, fertlerin din işleriyle meşgul olmuş ve bunu nizamlamaya kalkmış ise orada bir huzursuzluk başlamıştır. Çünkü öyle yerlerde zamanla din siyasete ve netice itibarıyla de şahsi menfaate alet edilmiş, taassup hâkim olmuş, İslâm dininin vasıflarından biri olan şefkat ve müsamaha ortadan silinerek yerini zulüm ve ceberruta bırakmıştır.” (Akseki, İslâm Fıtri, Tabii ve Umumi bir dindir, C.1,Sh.576) Bu satırları yazan Akseki adlı şahıs, öncelikle kendisini o göreve getiren lâik ateist sistemin, dini ateist felsefesine göre nasıl düzenlediğini ya bilmeyecek kadar cahil ya da gerçekleri bilerek çarpıtan, Hakkı batıla bulayıp gerçekleri örtbas eden, Samiri soylu yalancı bir belâmdır. İkincisi Akseki, yazdıklarıyla Rasulullah (s.a.s.)’ın aynı zamanda bir siyaset ve devlet adamı olduğundan habersiz ve Hulefa-i Raşidin hayatlarından ve devlet yönetimlerinden ne kadar gafil olduğunu ortaya koyan bir düzenbaz ve cahildir. İslâm’ın, şefkat ve müsamaha yönünü bilen Akseki’nin, İslâm’ın devlet yönünü ve İslâmi esasların sosyal ve toplumsan hükümlerini bilmemesi düşünülemez. Burada yapılan düzenbazlık, alınan maaş ve verilen makam uğruna İslâmi gerçeklerin gizlenmesinden ve bile bile Hakkın batıla bulaştırılmasından başka bir şey değildir. Lâik Kemalist sistem, kendi ateist felsefesine uygun hareket eden Diyanet şebekesinin başkanlarını ve hizmette kusur etmeyen müftü, vaiz ve namaz memurlarını, tıpkı Firavun’un, Hz. Musa (as)’ın getirdiği gerçekleri saptırmaları karşılığında sihirbazları mükâfatlandıracağını vaat etmesi gibi mükâfatlandırmış, onların birçoğunu daha sonra milletvekili seçtirerek ödüllendirmiştir. Yukarıda da belirtildiği üzere lâik ateist Kemalist sistem, kendi küfür felsefesine göre düşünen kişileri, diyanet şebekesinin başına getirmiş bunlar ve bunların kiraladıkları müftü, vaiz ve namaz memurları vasıtasıyla İslâmi esasların toplumsal ve sosyal hükümlerini gizletmiş, İslâm’ı ruhban bir hale dönüştürerek bu vicdansızlar eliyle vicdanlara hapsettirmiştir. Kiralanan bu ajanlar da, aldıkları ücretin hakkını vererek, hakkı batıla bulandırmış, gerçekleri karıştırarak İslâm’ın toplumsal ve sosyal hükümlerini gizlemişlerdir. Müftü, vaiz ve namaz memurlarının durumu Diyanet şebekesi, kendisine yükletilen dini vicdanlara hapsetme görevini, lâikliğin esaslarına ve ateist prensiplerine uygun bir şekilde yerine getirmiş ve halen de hiç aksatmadan yerine getirmektedir. Bu şebekenin eski başkanlarından Tayyar Altıkulaç’ın da itiraf ettiği üzere, görevlerini Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda yerine getirmişler ve Allah’ın dini yüce İslâm’ı, emperyalizmin yerli işbirlikçisi Kemalist sisteme uydurmaya çalışmışlardır. Diyanet şebekesi, İslâmi esaslardan birçoğunu örtbas etmiş, gizlemiş, birçoğunu da asıl anlamlarından saptırmıştır. Kısacası bu şebeke, kiralık ajanları ile İslâmi esasları katletmiştir. Bu nedenle bu şebeke, Diyanet değil, cinayet şebekesidir. İslâmi gerçekleri gizleyen Diyanet adındaki cinayet şebekesinin kiralık ajanları, Kur’an-ı Arapça olarak tam okumalarına karşılık Türkçe açıklamasının, devlet ile ilgili hükümlerini gizleyerek insanlara, Kur’an-ın bireye hitap eden ibadetlerle ilgili hükümlerini anlatıyorlar. Bu ücretli ajanların, İslâm’ın yalnızca bu kısımlarını bildikleri elbette söylenemez. Çünkü bir üst ayeti okuyup hemen altındaki ayeti görmemek mümkün değildir. Onlar, ateist düzenin kurduğu diyanet şebekesinin kendilerinden istediğini yapmakla görevlidirler. Ateist sistemin kiralık ajanları, hükmün yalnızca yüce Allah’a ait olduğunu, faizle iştigal etmenin, Allah’a ve Rasulüne savaş açmak anlamını taşıdığını ve küfür olduğunu, tağutu reddetmeden yüce Allah’a iman edilmeyeceğini, kısas, had cezaları, zina ve miras ile ilgili ayetleri, şirk ve putperestliği, hukuki şer’i hükümleri hiçbir zaman insanlara açıklayamaz, anlatamazlar. Yüce Allah (cc), aldıkları üç kuruşluk maaşları için ayetleri gizleyip açıklamayan Diyanet şebekesinin kiralık ajanları olan müftü, vaiz ve namaz memurlarının durumunu ortaya koymakta, onlara lanet okumakta ve bu kimselerin, sapık kimseler olduklarını, bu nedenle onlar için acı bir azabın bulunduğunu bildirmektedir. “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz Kitap’ta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lanet eder, hem bütün lanet edebilenler lanet eder.” (Bakara, 159) “Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şey gizleyip, onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey koymuyorlar. Kıyamet günü Allah ne onlara konuşacak ve ne de onları temizleyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidayet karşılığında sapıklık, mağfiret karşılığında azap satın almışlardır. Onlar ateşe, karşı ne kadar da dayanıklıdırlar(!)”(Bakara, 174-175) “Ebedi lanet içinde kalırlar. Ne kendilerinden azap hafifletilir, ne de onlara fırsat verilir.” (Bakara, 162) Diyanet şebekesinin maaşlı ajanları, ateist rejimden aldıkları birkaç kuruş uğruna, yüce Allah’ın indirdiği ve açıklamasını istediği ilahi hükümleri gizleyerek kendi elleriyle kendilerini ebedi ve küçük düşürücü acı azaba atmışlardır. Yaptıkları işin ne derece kötü olduğunun farkında olmayan bu kiralık ajanlar, yüce Allah’ın Kitabını arkalarına atmışlar, hükümlerini gizleyerek insanların Tevhidi esaslara yönelmelerine engel olmuşlardır. “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve karşılığında birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar.’ (Al-i İmran, 187) “Allah’ın ayetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!” (Tevbe, 9) Diyanet şebekesinin kiralık ajanları, Kur’an’ın bir kısım hükümlerini gizleyerek insanların Allah yoluna yönelmelerine ve Tevhidi esasları öğrenip şirk ve küfürden kurtulmalarına engel olmuşlardır. Bu şebeke ve kiralık ajanları, şeytan (aleyhillâ’neh)in yapmak istediğini, Diyanet şebekesinin kiralık ajanları aldıkları üç kuruşluk çıkar uğruna yapmışlardır. Diyanet şebekesinin kiralık ajanları, tıpkı tabi oldukları şeytan (aleyhillâ’neh) gibi hareket ederek doğru yolda olduklarını göstermek için İslâmi gözükmekte, ancak ataları şeytan gibi insanları, sağdan girerek saptırmaktadırlar. Hani şeytan (aleyhillâ’neh), yemin ederek, Allah’ın doğru yolu üzerine oturacağını ve bu doğru yola gelen insanları saptıracağını söylemişti. “Öyle ise, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” (A’raf, 16-17) İşte şeytanın sağdan saptırma görevini, Diyanet şebekesi ve ona bağlı kiralık ajanları yapmaktadır. Camilere oturtulan bu kiralık ajanlar, yüce Allah’ın adını kullanarak ve O’nun ayetlerinin bir kısmını gizleyerek insanları doğru yoldan ve Tevhidi esaslardan saptırmaktadırlar. Diyanet şebekesi, hazırladığı ve namaz memurlarının ellerine tutuşturduğu hutbelerle dinin bir vicdan meselesi olduğunu sürekli bir şekilde tekrarlatıp durur. Böylece insanlarda, din denince kişinin iç dünyasından dışarıya çıkmayan, siyaset ve devletle ilgilenmeyen bir anlayış hâkim olur. Yüce Allah’ın devre dışı bırakıldığı, O’nun yerine insanların ilâh olarak kabul edildiği bu anlayış, şeytanın yapmak istediği şeyin ta kendisidir. Ateist lâik Kemalist sistemin ve onun kurduğu Diyanet şebekesinin, İslâmi konularda hüküm koymaya, camileri işgal edip namaz memuru atamaya hak ve yetkileri yoktur. Yüce Allah (cc), bu müşriklerin İslâm’a hizmet etme haklarının bulunmadığını bildirmektedir. “Müşrikler, nefislerinin küfrünü göre göre Allah’ın mescitlerini şenlendiremezler. Onların yaptıkları işler, boşa çıkmıştır. Ve onlar, ateşte sürekli kalacaklardır. “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar şenlendirirler. Onların, doğru yolu bulanlardan olacakları umulur.” (Tevbe, 17-18) Kendileri şirk ve küfür içerisinde olan kimselerin, İslâm’a hizmet etmeleri elbette mümkün değildir. Şayet böyle kimseler, İslâm’a hizmet etmeye çalışıyor ve İslâmi konularda konuşuyorlarsa bunlar, şeytanın görevini üstlenen ve dini bozmaya çalışan kimselerdir. Yüce Allah’a ve O’nun indirdiği Tevhidi esaslara iman eden hiç kimse, şirk ve küfür içerisinde yüzen Diyanet şebekesinin paralı ajanlarına inanmaz, onlara hiçbir konuda tabi olmaz, onların arkalarında namaz kılmaz. Çünkü nasıl ki şeytan imam kabul edilip arkasında namaz kılınmayacaksa, şeytanın insan cinsinden olan ve şeytanın görevini üstlenen namaz memurları da imam kabul edilip arkalarında namaz kılınmaz. İnsanların yeryüzündeki hayatlarını düzenlemek için gönderilen İslâm dinini hayattan kaldırmaya çalışan Diyanet şebekesinin, dini vicdanlara hapsetme çabası yanında İslâm üzerine oynadığı başka melanetleri de vardır. İşte bunlardan birkaç tanesi, Küfür, şirk ve putperestlik konularını gizlemesi; Tevhidi esasların temel amacı, küfür ve şirkin terk edilerek yüce Allah’a sadakatle iman edilmesidir. Diyanet şebekesi ve ona bağlı ajanları, ülkede işlenen küfür ve şirk konularını dile getirmemekte, putları kutsayan yöneticilerin yaptıklarının putperestlik, küfür ve şirk olduğunu insanlara açıklamamaktadırlar. Bu nedenle insanlar, çoğu zaman din adına bu putperest yöneticileri destekleyerek onların küfür, şirk ve putları kutsamalarına ortak olmakta ve şirke düşmektedirler. Bayram günü oruç tutturması ya da arife günü bayram yaptırması; oruç ve bayram, hilalin görünmesi ile başlar. Ancak bu hassasiyeti taşımayan ve hilâli gözetlemeyen diyanet şebekesi, kimi zaman bayram gününde insanlara oruç tuttururken, kimi zaman da arife günü insanlara bayram yaptırarak onların haram işlemelerine neden olmaktadır. Fasık ve kâfirlerin cenaze namazlarını kıldırtarak Allah’ın ayetlerini inkâr etmesi, Kur’an’ı kerim, fasıkların cenaze namazlarının kılınmayacağını ve kabirleri başınla durulmayacağını açık bir şekilde emreder. “Ve onlardan ölen birinin üzerine asla namaz kılma, onun kabri başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Elçisini tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler.” (Tevbe, 84) Bu açık hükmü hiçe sayan Diyanet şebekesi ve bağlı elemanları, aldıkları üç kuruşluk çıkarları ve iman ettikleri ateist lâik sistemin isteği ile Allah’ı ve Rasulünü tanımayan kâfir, müşrik ve fasıkların, cenaze namazlarını kıldırarak, insanların yüce Allah’ın bu hükmüne karşı hareket etmesine neden olmaktadırlar. Diyanet şebekesi ve elemanları ateist, Tağuti sistemin temsilcileridirler, İslâm düşmanı Tağuti sistem adına çalışan Diyanet şebekesi ve ona bağlı elemanları, İslâm’ı ve Müslümanları temsil etme hakkına sahip değildirler. Yüce Allah (cc) adına çalışmayan bu belâmlara uymak, şeytanın adımlarını takip etmek ve bu konudaki yüce Allah’ın emirlerine muhalefet etmektir. Yüce Allah’a, iman eden Müslümanların görev ve sorumlulukları Müslümanlara düşen görev ve sorumluluk, şeytanın adımlarını izleyen bu cinayet şebekesinin kiralık ajanları olan müftü ve vaizlerine inanmamak ve namaz memurlarının arkasında namaz kılmamaktır. Çünkü birincisi bunlar, Tağut’un temsilcileridir ve Müslüman değillerdir. Kendileri Müslüman olmayanların Müslümanlara öncülük yapmaları hiçbir şekilde mümkün değildir. İkincisi, bunlara inanmak, kişiyi şeytana tabi kılacağı ve onu yüce Allah indinde sorumluluk altına sokacağı gibi, namaz memurları arkasında kılınan namazlar da boşa gidecektir. Diyanet şebekesinin kiralık ajanlarına inanıp onlara tabi olmak, kişiyi günaha sokacak, haram işler yapmalarına neden olacaktır. Çünkü Diyanet şebekesi, insanları sürekli kandırmakta ve onların haram işlemelerine, küfre ve şirke düşmelerine neden olmaktadır. Diyanet şebekesine uymak, İslâm üzerine oynanan oyunlara ortak olmak, yüce Allah’a ve Resulüne savaş açmaktır. Yüce Allah’a iman etmiş kimselerin, İslâm düşmanı lâik ateist düzenin ve onun kurduğu Diyanet şebekesinin şirk ve küfür olan uygulamalarına karşı çıkmaları imâni bir zorunluluktur. Küfür sisteminin ve onun maşası Diyanet şebekesinin İslâm üzerine oynadığı oyunlara karşı çıkmayanlar ve yapılanlara seyirci kalanlar, tıpkı Hz. Lut (as) kavmindeki nemelazımcılar ve Cumartesi gününe saygısızlık edenleri uyarmayan kişiler gibi, onların küfürlerine ve onlara gelen azaba ortak olacaklardır. İslâm, iman edenler için, canlarından, mallarından, eş ve çocuklarından daha değerlidir. Bu nedenle nasıl ki dünyevi değerlere, iffet ve namuslara, mal ve canlara yapılan bir saldırıya karşı çıkılıyorsa, İslâmi değerlere karşı sürdürülen sinsi ve açık saldırılara da karşı çıkılmalıdır. Müslümanlar, bütün güçleri ile bu din düşmanı saldırgan küfür sistemine ve onun maşası Diyanet şebekesine karşı tavır almalıdırlar. Şu bir gerçektir ki bir kimse, kendisinin mal, can ve ırz düşmanı olan birinin daha güçlü olmasını, onun daha iyi olmasını istemez, hatta onun yok olması için elinden geleni yapar. Aynı şekilde İslâm düşmanı Batı hukukundan derlenmiş, Batı kültür ve felsefesini kabul etmiş, Anadolu’yu işgal ettiği günden bugüne kadar, bütün gücü ve kurumları ile İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık beslemiştir. O halde İslâmi değerlere savaş açmış, yüzlerce hatta binlerce Müslüman’ı katletmiş, darağaçlarında sallandırmış olan Kemalist sistem, İslâm lehine hayırlı bir kararlar alabilir ve İslâm’ın gelişmesini isteyebilir mi? Elbette alamaz ve isteyemez! Çünkü ateist lâik sistem biliyor ki, İslâm’ın gelişmesi ve insanlar tarafından İslâm’ın net olarak bilinmesi, kendi sonunu hazırlayacaktır. Bunu bilen Kemalist zorbalık Mümtaz Soysal’ın itiraf ettiği gibi, “İslâm dini, din ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeye doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisi ile çatışmaya kadar varıyor.” (Prof. Mümtaz Soysal, 100 soruda Anayasanın Anlamı, sh. 172) Bu nedenle bu ateist zorba sistem, İslâm ile bu çatışmayı göze alamadığı için, bütün gücü ile İslâm’ın hayattan kaldırılması için çalışmış ve hâlâ da çalışmaktadır ve bunu da Diyanet şebekesi eliyle yapmaktadır. O halde Müslümanlar, İslâm düşmanı bu ateist sisteme ve onun maşası Diyanet şebekesine bütün güçleri ile karşı çıkmalı, onun bütün kararlarını ve maaşlı ajanları olan müftü, vaiz ve namaz memurlarını reddetmelidirler. KAYNAK tevhidi/makaleler/diyanet-teskilatinda-gorev-almanin-ve-bu-memurlarin-arkasinda-namaz-kilmanin-hukmu
Posted on: Sun, 11 Aug 2013 11:30:08 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015