Franz Kafka, Nikolay Gogol, Daniil Kharms, Kurt Vonnegut, Patrick - TopicsExpress



          

Franz Kafka, Nikolay Gogol, Daniil Kharms, Kurt Vonnegut, Patrick Süskind, Albert Camus, Samuel Beckett... Çoğumuzun en azından ismen tanıdığı bu yazarların ortak özelliği, absürt edebiyat alanında eser vermiş olmaları. Bu yazarların yarattığı karakterler, hayatın onlara sunduğu anlamsız gözüken durumlara, hareketleri ve kurgusal gelişmeleri ile bulanık yanıtlar verirler. Yaptıkları hareketler, garip konuşmaları, hayata karşı duruşları ve isyanları bize her ne kadar anlamsız gözükse de, eserin yarattığı dünyanın içine girdiğimizde olanlar son derece normal ve beklendik gözükmeye başlarlar. Kafka’nın Dönüşüm adlı hikâyesinde, Gregor Samsa’nın kendini korkunç rüyalarından uyandıktan sonra çirkin bir böceğe dönüşmüş olarak bulması rahatlıkla garipsenebilecek, absürt bir durumdur. Fakat eserin ilerleyen sayfalarında Samsa’nın böcek olmasına gittikçe alışır ve “böcek olmasa garip olurmuş!” diyebilecek bir noktaya bile geliriz. Kafka’nın bu unutulmaz eserinde okuyucusunu farklı bir “gerçeklik” içerisine davet etmesi çok farklı şekillerde gerçekleşir. Fakat öykünün başında meydana gelen absürt dönüşümün okuyucuya gitgide normal ve hatta gerekli gözüken bir olay olarak gözükmesi, Kafka’nın ana karakteri olan Samsa’ya nasıl davrandığı ile de yakından ilişkilidir. Samsa ile okuyucu bu dönüşümden eşzamanlı olarak haberdar olurlar, yani Samsa’nın bu noktada okuyucunun sahip olduğu bilgiden üstün gelir bir yanı yoktur. Fakat okuyucu ile Samsa’nın ilk tepkileri farklı olmaya mecburdur çünkü okuyucu bu absürt başkalaşımın olabilirliğini test ederken, Samsa’nın aklından ilk geçen düşünceler işe geç kalıp kalmadığı ile ilgilidir. Kitabın absürt etkinliğinin ana kurbanı, içinde bulunduğu durumu okuyucuya kıyasla o kadar büyük bir rahatlıkla kabullenir ki okuyucu eserin ilerleyen sayfalarında kendi gerçekliğinden şüphe etmeye başlar. Absürt eserler okumak farklı gerçeklikler arasında sürekli yolculuk halinde olmak demektir. Bu eserler bize kendi kafamızda yarattığımız gerçeklikleri sorgulama ve onların ne kadar öznel olduğunu farkına varma şansı verir. Bu yolculuk, Sovyet döneminin sürrealist yazarlarından Daniil Kharms’ın kaleme aldığı şiir ile düzyazı arasında kalmış bir kısa hikayede çok çarpıcı bir şekilde yüzeye çıkıyor. Hikâyenin adı Mavi Defter No. 10: “Kızıl saçlı bir adam vardı, gözleri ve kulağı olmayan. Saçı da yoktu, yani ona sözün gelişi olarak kızıl saçlı diyorlardı. Konuşamıyordu çünkü bir ağzı yoktu. Burnu da yoktu. Kolu ve bacağı bile yoktu. Karnı yoktu, sırtı yoktu ve omurgası yoktu ve başka hiçbir iç organı da yoktu. Hiçbir şeyi yoktu. Bu yüzden kimden bahsettiğimizi anlamak kolay değil. Öyleyse iyisi mi onun hakkında konuşmayı bırakalım.” Bu parça kısalığına rağmen, okuyucusunu ışık hızı ile farklı bir gerçeklikte konumlandırmayı başarabilen yegâne eserlerden. Okurken eserin gülünç ve tuhaf yanları bizi öylesine derin bir şekilde etkisi altına alıyor ki gerçekten de var olamayacak veya var olması son derece absürt olacak bir adamı okuduğumuza inanıyoruz. Yazarın son cümledeki terk edişini tamamen doğal ve gerekli görüyoruz: Organı ve vücudu olmayan bir insan nasıl var olabilir ki? Fakat eser üzerine biraz daha kafa yorduğumuzda aldatıldığımızı fark ediyoruz. Evet, organsız ve vücutsuz bir insan tabii ki olamaz... Fakat bir edebi eserde insanı insan yapan vücudu veya organları mıdır? Burnu veya göz şekli midir? Karnı ya da omurgası mıdır? Karakterleri karakter yapan duyguları, yaşadıkları, düşünceleri ve çelişkileridir. Bu yüzden de “kızıl saçlı” karakterin öyküden aşamalı bir şekilde kayboluşu, bizim de öyküye beraberimizde getirdiğimiz gerçekliğin kayboluşu ile eşzamanlıdır. Absürt eserlere verdiğimiz tepkiler aslında kendi dünyamızın anlamsızlığını vurgular. Bu yüzden bu eserlerin ana odak noktalarından biri de okuyucunun ta kendisidir. Gregor Samsa’nın değişimi öykünün başında oluverir ama öykü boyunca kökten değişimi asıl yaşayan kişi okuyucudur: gitgide öykünün yarattığı öznel gerçekliğin içine çekilir ve öykünün kurguladığı yeni gerçeklik içerisinde yeniden doğarız. Bu tür bilmeceleri yansıtan bir başka yazar ise Rus roman ve oyun yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol’dür. Gogol’ün Burun adlı öyküsü şu cümle ile başlar: “O yıl Mart’ın 25’inde Petersburg’ta son derece garip bir olay oldu.” Daha baştan öykünün garip olayları konu alacağı okuyucuya açık bir şekilde bildirilir. Memur Kovalev, uyanıp aynaya baktığında burnunun kaybolduğunu fark eder. Hemencecik kafasında toplumdaki yeri ile ilgili sorular ve endişeler şekillenmeye başlar. Sokağa çıktığında, burnunu bir takım elbise içerisinde Kazan Katedrali’ne giderken görür. Burnu ile konuşur ve ona durumu açıklamaya çalışır fakat nafile... burnu kendinden daha yüksek bir konumdadır ve “tabii ki” suratına dönmeyi reddedecektir. Öykünün geri kalanını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Aynı Dönüşüm’de olduğu gibi, bu öyküde de biraz yol katettikten sonra, “burun kaybolmasa garip olurdu” şeklinde düşünmeye başlarız çünkü Gogol durumu son derece büyük bir ciddiyet ve gerçekçilik ile kaleme alır. Öykünün en çarpıcı kısımları, Gogol’ün çoğu öyküsünde olduğu gibi, yazarın sesinin öyküyü işgal ettiği anlardır. Burun’un sonunda da Gogol kendi otoritesini yeniden hatırlatır: “Evet böyle bir olay geçmişti geniş ülkemizin Kuzey başkentinde! Gerçi şimdi bunları gözden geçirirken gerçeğe aykırı pek çok şey görebiliyoruz. Bir burnun tuhaf bir şekilde yerini bırakması, 7. derece memur kılığında görünmesi; Kovalev’in kayıp burnunu gazete yoluyla araması; hep olmayacak şeyler bunlar...” “Hayır, hayır, bütün bunları aklım almıyor benim. Ama en garip, en anlaşılmaz şey bence, yazarlarımızın böyle konuları seçmesi... Bunu hiç, ama hiç anlayamıyorum! (...) Gene de şunu bunu varsayacak olursak, dünyada daha ne büyük saçmalıklara, tuhaflıklara rastlayabiliyoruz. Onun için bunları toptan düşünürsek, yukarda kabul etmediğimiz şeyleri de olağan saymamız gerekir. Kim ne derse desin, olur bazen böyle şeyler. Çok seyrek ama, gene de olur.” Yazar kendi kaleme aldığı öykünün garipliğini kabul edip, yazarın böyle bir konuda nasıl ve neden yazabileceğini sorguluyor! Gogol, öykünün sonunda alay edermişçesine, okuyucuyu temel gerçekliğine geri döndürürken büyük bir boşluğun içine bırakıyor. Bu sayede öyküyü terk ederken şunu farkına varıyoruz: Öykünün yarattığı gerçeklik içerisinde Kovalev’in burnunu kaybetmiş olması ve burnun kendi başına St. Petersburg sokaklarında dolaşması son derece normal bir durum. Öykünün gerçekçi ve ciddiyetten ödün vermeyen dili sayesinde, içinde geçenlerin muhtemel olaylar olduğuna inanmamıza ramak kalmışken, Gogol yarattığı dünyanın perdesini aniden indiriveriyor ve okuyucusunu bir uçurumun kenarında terk ediyor. Okuyucunun, bu öykünün sonunda içinde bulunulduğu durum, Gogol’ün bir diğer eseri Bir Deli’nin Hatıra Defteri ile benzeşiyor. Bu öyküde, Poprişçev adlı sıradan bir devlet memurunun günlüğünde yazdıklarını okuyoruz. Öykü boyunca, Poprişçev peyderpey aklını kaybediyor; iki köpeğin bir aşk yaşadığına ve onların birbirine gönderdikleri mektupları keşfettiğine ve son olarak da İspanya’nın tahtının veliahttı olduğuna inanıyor. Alay edilip akıl hastanesindekiler tarafından itilip kakılmaya başlandığında bile, eksantrik bir taçlandırma töreni ile kral ilan edildiğini zannediyor. Sadece kafasında kurguladığı fantezi içerisinde kahraman olmayı başarabilen Poprişçev’in önündeki perde öykünün sonlarında indiriliyor: “Artık dayanacak halim kalmadı! Tanrım! Neler yapıyorlar bu adamlar bana!.. Duymuyor, görmüyor, dinlemek istemiyorlar beni. Ne yaptım onlara?.. (...) Anacığım, kurtar zavallı oğlunu! Ağrıyan başına bir damla gözyaşı akıt, ne olur! Gör, nasıl hırpalıyorlar evladını bağrına bas mutsuz öksüzünü. Yok onun yeri bu dünyada artık, insanlar aleminden attılar onu... (...) Şey... Haberiniz var mı? Cezayir Beyi’nin burnunun altında kocaman bir ben varmış!..” Kendini çevreleyen fantastik, kurgusal perde düşüverince, Poprişçev bir anda kendini çıplak, korumasız ve zavallı hissediyor. Kendi kafasında yarattığı gerçeklik, toplumsal gerçeklik ile uyuşmayınca adeta bir bebek gibi yakınıyor. Yine de, öykünün sonunda, çareyi kendi yarattığı gerçekliğe dönmekte buluyor ve Cezayir Beyi’nin burnundaki ben ile çocukça dalga geçiyor. Poprişçev’in son sözleri, bir anlamda, okuyucunun da okurken içine girdiği gerçeklikten ayrılırken hissettiği savunmasız ve çekingen duyguları yankılıyor. Peki nasıl? Nasıl oluyor da absürt edebiyat eserleri bizi bu tür yolculuklardan geçirmeyi başarıyorlar? Albert Camus, Sisifos Söyleni adlı koleksiyonundaki Absürt Adam adlı denemesinde şöyle diyor: “İnsan irrasyonel ile karşı karşıyadır. Kendi içinde mutluluk ve mantık için bir arzu yatar. Absürt bu insan ihtiyacı ve dünyanın saçma sessizliği arasındaki anlaşmazlıktan doğar.” Absürt eserleri okurken, eserlerdeki gerçekliğin kendimizinki ile örtüşmediğini fark ettiğimizde kendi gerçekliğimizin dünyayı paylaştığımız diğer insanlarınki ile tamamen örtüşmediğini anlarız. Hepimiz yaşamın absürtlüğü karşısında hayata farklı anlamlar yükleriz, kendimizi farklı gerçeklere inandırırız ve her gün yarattığımız bu gerçekliğin içerisinde yüzüp dururuz. Bizimki ile çelişen bir gerçeklik ile karşı karşıya kaldığımızda da aynı Poprişçev gibi üşür ve afallarız. Okuduğumuz eserlerdeki bu çelişki bize kendi gerçekliğimizin ne denli öznel olduğunu hatırlatır. Gogol’den derin bir şekilde etkilenmiş, Rus edebi geleneğinin en büyük yazanlarından Vladimir Nabokov ilginç olarak Lewis Caroll’un kaleme aldığı Alice Harikalar Diyarında adlı çocuk eserini İngilizceden Rusçaya çevirmiştir. Alice Harikalar Diyarı’nın da temel olarak bu konuyu, yani bir gerçeklikten diğerlerine geçmeyi ele aldığını hatırlarsak, bu çocuk romanının Nabokov’u neden bu kadar etkilediğini kolayca anlayabiliriz. Nabokov da kendi romanlarında bu konuyu defalarca işlemiş ve “gerçeklik” kelimesinin her zaman tırnak içinde yazılması gerektiğini söylemiştir. Ne de olsa bu kelime birinin yarattığı öznel gerçeklikten bahsediyor olmalıdır, nesnel bir gerçeklik söz konusu olamaz. Alice de kendi dünyasının öznelliğini bu şekilde vurgular: “Ama, dedi Alice, dünyanın hiçbir manası yok, bizi yenisini icat etmekten kim tutabilir?” Jean-Paul Sartre’nin Bulantı adlı romanını yorumlarken, Camus şöyle der: “Hayatın absürt olduğunu farkına varmak bir son olamaz, tersine ancak bir başlangıç olabilir. Bu bütün büyük kafaların çıkış noktası olarak kabul ettikleri bir gerçektir. Asıl ilginç olan bunu keşfetmek değil de bundan nasıl sonuçlar çıktığı ve nasıl hareket edildiğidir.” Absürt edebiyat bizi kendi gerçekliğimizin manasızlığı ile yüz yüze bırakır, fakat Camus’nün de dediği gibi önemli olan edindiğimiz bu farkındalığın bize bir şeyler öğretmesine izin vermek, onu bir başlangıç noktası olarak görebilmektir. Ünlü ressam Salvador Dali, 1962’de, bu farkındalığın ne denli doğal bir olgu olduğunu günlüğünde şöyle anlatmış: “Toplumun benim ne zaman şaka yaptığımı ve ne zaman ciddi olduğumu bilmesine gerek yok, aynı benim de bilmemin gereği olmadığı gibi...” Yazının son cümlelerini, Shakespeare’in Macbeth adlı ölümsüz oyunundan bir monoloğa bırakalım: “Yarın, yarın, ardından yarın, ardından yine yarın. Günden güne böyle sinsice sokulur işte, gelir vakti zaman. Eridi gitti cılız mum. Hayat dediğin nedir ki: oynayan bir gölge, sahnede çırpınıp zamanını dolduran zavallı bir oyuncu. Oyun bitince duyulmaz artık sesi. Bir aptalın anlattığı gürültülü patırtılı bir masal. Hiçbir anlamı da yok.” Gogol’ün Burun ve Bir Delinin Hatıra Defteri adlı öykülerinden yapılmış olan alıntılar, Varlık Yayınları’nın Aralık, 2012’de yayımlanmış Bir Delinin Hatıra Defteri’ndendir. Çevirmen: Nihal Yalaza Taluy. Shakespeare’in Macbeth adlı oyunundan alınan monolog, Oyun Atölyesi’nin internet sitesindendir. Çeviren: Haluk Bilginer oyunatolyesi/arsiv/oyun/oyun-atolyesi/macbeth-2010-2011
Posted on: Tue, 29 Oct 2013 16:10:56 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015