Hiç düşündünüz mü? Ben neyim? Nasıl bir varlığım? - TopicsExpress



          

Hiç düşündünüz mü? Ben neyim? Nasıl bir varlığım? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Bana takılan cihazlar niçin takılmış? Benliğimdeki his ve duygular bana nereden gelmiştir ya da nasıl bir kazanımdır? İnsan nedir? Hayat nedir? Kâinat nedir ve hatta varlık nedir? Bu geliş ve gidişler nerelere doğru seyir etmektedir? Tüm bu olup bitenlerin, çekilip çevrilmelerin bir anlamı var mı? Şimdi biraz düşünelim! Varlık âleminde yer alan her varlığın vücut bulması için ihtimaller sıralandığında, a) Kâinattaki varlıklar yok iken, birdenbire var olmuşlardır. b) Bu varlıklar kendilerini, kendileri yapmıştır. c) Bu varlıkları oluşturan maddeler (atom, atom altı parçacık vs.) şuurlu bir davranış sergileyerek bir araya gelmiş, böylece vücut bulmuşlardır. ç) Sebepler, tabiat kanunları (bilinçsiz işleyiş, sersem tesadüf, şuursuz hareket, kör kuvvet) bu varlığın vücuda gelmesinde rol oynamıştır. d) Varlık âlemindeki her bir varlık ve bunların idare edilişi, sınırsız ilim, kudret ve kuvvet sahibi bir İradenin takdir, tayin, dileme, görme, bilme, idare etme, hâkim olma, güç yetirebilme, her an her yerde hükmetme vasıflarını kullanarak vücuda getirmesi ile vücut bulmuştur. Şimdi varlığın vücut bulması ile ilgili olarak yukarıda sıralamış olduğum maddelerle ilgili bir misaller ortaya koyarak ihtimalleri elemeye çalışalım. Kendi kendisine yoktan var olmuş bir saray bu güne kadar görüldü, duyuldu, bilindi mi? Cevap hayır olacaktır. Boş bir arsanın üzerine kum, çakıl, çimento, demir, kireç ve diğer inşaat malzemelerini bırakıp gitsek belirli bir zaman sonra geldiğimizde malzemelerin kendi kendilerine bir araya gelerek bir saray inşa etmiş olduklarını görebilir miyiz? Maalesef olamaz denecektir. İnşaat malzemeleri olarak bilinen ve tabiatta çeşitli hallerde mevcut olan malzemeleri bilinçsiz işleyiş, sersem tesadüf, şuursuz hareket, kör kuvvet (sebepler, tabiat kanunları) bir araya getirerek bir saray inşa etmiş olabilir mi? Olamayacağını; aklı başında olan herkes kabul edecektir. Peki, ortada müthiş bir saray var. Duvarları, bahçesi, dış cephesi, odaları, koridoru, banyo, kiler ve diğer kullanım alanları var. Tüm bu bölümlerin aydınlatma, elektrik, elektronik, ısıtma, soğutma, seslendirme, haberleşme, kamera ve güvenlik tesisatları mükemmel düzenlenmiş ve işler vaziyette. Sarayda, yiyecek, içecek, giyecek, bakım ve onarım adına ihtiyaç duyulabilecek her türlü malzeme mevcut. Kullanılarak tüketilen malzemelerle, ilk defa ihtiyaç duyulan malzemeler ihtiyaç anında umulmadık ve bilinmedik bir yerden imdada yetiştiriliyor. Sarayda çalışan hizmetçiler vazifelerini gayet güzel görüyor, bakım, onarım, temizlik ve diğer işlerde gayet muntazam çalışıyorlar. Bu saraya bakan bizler sarayın sahibini, mühendis, mimar ve işçilerini ortalıkta göremiyoruz. Görebildiğimiz cansız, aklı, fikri, hissi, gözü, kulağı, eli, ayağı olmayan bir sürü varlık (İster element, ister atom, isterseniz atom altı parçacıklar deyin). Onlar da, ortalıkta dağınık halde duruyorlar. Şunu diyebilir miyiz? Bu müthiş sarayın sahibi, mühendisi, mimarı, projesi ve ameleleri ortalıkta görünmediğine göre, bu aklı, fikri, hissi, gözü, kulağı, eli, ayağı olmayan cansız, ruhsuz parçacıklar bu sarayı yaptılar. Ve bunlar bakım, onarım, yenileme, değiştirme, artık ihtiyaç duyulmayan kısımları yıkma, ihtiyaç duyulan yeni yerler yapma şeklinde işletmeye devam ediyorlar. Aklı başında insanlar olarak, böyle bir şey diyemeyeceğimiz açıktır. Bizler sahibini, mühendisini, projesini göremesekte böyle bir sarayı inşa eden, çekip çeviren, idare eden bir iradeyi kabul etmek zorunda kalacağız. Bu bilgiler ışığında, içinde bulunduğumuz kâinattaki canlıların en küçük yapı taşı olan hücreye baktığımızda, bir saraydan daha muhteşem ve mükemmel yapıda olduğunu görürüz. Temeli hücreye dayanan her bir canlı, bir şehir hükmünü alacaktır. Daha pek çok varlığın vücuda gelişi için bu kıyaslama yapılabilir. Bir sivrisineğin hortumu için bile “bir saraydan daha muhteşem ve mükemmellik arz ediyor.” dersek yanlış söylemiş olmayız. Dolayısı ile şu mükemmel kâinat sarayının da bir yaratıcısı, idarecisi elbette vardır. Başka türlü vücuda gelişini izah etmek mümkün olmayacaktır. Farklı bir bakış açısıyla yolumuza devam edelim: Soru: Şimdi varlık âleminde vücut bulmuş her varlık için, yapı taşları hükmünde olan hammaddeye ihtiyaç var mı? 1. Cevap: Var ise, varlıkları var eden olmalıdır. 2. Cevap: Yok ise, hiç bir şey olamazdı. Soru: Hiç yoktan bir varlığın var olduğu görüldü, bilindi, ispat edildi mi? 1. Cevap: Hayır, edilemedi. 2. Cevap: Evet. Soru: Varlığın vücuda gelişi elementler dağınık halde geziyorlardı, bir araya geldiler, çarpıştılar, patlamadan sonra kaynaştılar. Şu şuna dönüştü, bu buna tesir etti, şu güdükleşti, bu gelişti şeklindeki ifadelerle izah edilebilir mi? Bakalım: un+yağ+şeker+ısı+kanun=helva olur değil mi? Evet. Peki (un yok)+(şeker yok)+(yağ yok)+(ısı yok)+(kanun yok)+(bilim var)+(ilim var)+(.x. izm) var +(teori var) = Helva olur mu? Mümkün değil. Temelde elementler yoksa; hiçbir varlık, olamazdı. Ne kâinattaki gezegenler, ne dünyamız, ne tabiat, ne fizik kanunları, ne de diğer varlıklar… Var edeni tanımaya çalıştığımızda “Vacib-ül Vücud” ifadesiyle tanımlanan, varlığı kendinden olan, var edilmekten, doğmaktan, doğurulmaktan, zamandan ve mekândan münezzeh olup. Sebep, sonuç, cisim ve cevher olmaktan uzak münezzeh ve müberra. Hayat, irade, takdir, dileme, icat, yaratma fiilleri kendinden olup, varlığı zorunlu olarak kabul edilmek zorunda kalınan “Zat” şeklinde ifade edilmektedir. Vacib-ül Vücud şeklindeki ifadeyi kolay kavrayabilmek için; şöyle bir benzetme yapabiliriz. Farz edelim ki bir trenin gittiğini görüyoruz. Soruluyor, en arkadaki vagon nasıl gidiyor? Bir öndeki vagona bağlı, öndeki vagon onu çekiyor. O bağlı olduğu vagon nasıl gidiyor? O da önündeki vagona bağlı, onu da önündeki çekiyor. Siz istediğiniz kadar vagonları çoğaltabilirsiniz. Sonunda lokomotife sıra gelecektir. Lokomotifi kim çekiyor? Hareketi, kuvveti, çekip, çevirmesi, alıp, sürüklemesi kendindendir şeklinde ifade edebiliriz. Allahta tren misalindeki lokomotif benzetmesi şeklinde varlığı hiç bir şeye bağlı olmadan var olan. Her şeyin Ona muhtaç olduğu, hareket ve kuvveti kendinden olup varlığı çekip çevirendir. Bazı çevreler, evrim adı altında canlı türlerinin zaman içinde nesilden nesile değişime uğrayarak daha yeni ve önceki halinden farklı özellikler kazanması şeklinde benimsedikleri teorilerle, varlığın vücuda gelişini izah sadedinde bir takım iddialarda bulunuyorlar. Bu açıdan meseleyi ele alacak olursak: Canlı gibi karışık bir varlığın oluşmasının sebepler ve tesadüflerle izahı nasıl mümkün olacaktır? Proteinler hem canlının var olabilmesi için temel yapı taşı, hem de hücre içinde çok çeşitli görevler üstlenen karmaşık moleküllerdir. Bir proteinin tesadüflerle ortaya çıkma ihtimali 10 üzeri 950`de 1`dir. (Bu sayı pratikte ``0 ihtimal`` anlamına gelir.) Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz: Şimdi derlemeye çalıştığım bu yazının, benim bilgisayarın tuşlarına şuursuzca ve rastgele basmamla meramımı anlatabileceğim hale gelmesi için kaç milyon kez basmam gerekir sizce? Kalan ömrümü bilgisayarın başında tuşlara rastgele basmakla geçirsem, dahası birkaç bin sene torunlarım da rastgele tuşlamaya devam etseler yine de bu hali alamayacağı kesindir. Tek bir proteinin bile tesadüf ve ihtimallerle kendi kendine oluşamayacağı hakikati ortada olduğuna göre, milyonlarca canlı türünün tesadüflerle meydana geldiğini iddia etmek, oldukça zor kabul ettirilebilir iddia olacaktır. Kaldı ki, hücreyi bir saraya benzetecek olursak bir tek proteinin vücut bulmasını saraya nispeten bir tek çimento tanesinin vücut bulması şeklinde değerlendirmeliyiz. Canlıların vücuda gelişi, karşı cinsi ile aynı dönemde, aynı ortamda beraber var olmaları, hayatının idâmesi ve neslinin devamı için; şekil ve suretinin tanzim ve takdir edilmesi, üreme, solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım organları ile donatılması ve bu sistemlerin kusursuz çalışması gerekmektedir. Ayrıca canlılar hayat (ruh-can), akıl, his duygu ve duyularla donatılmış olması, ömrü içerisinde geçirdiği safhalarda lüzumlu değişiklilere uğrayabilmesi ile birlikte hayatlarını idame edebilecekleri belirli ısı aralıklarına sahip zemin yüzüne, teneffüs edebilecekleri atmosfere, beslenip korunabilecek ve barınabilecekleri, malzemelerin var olduğu bir ortama zorunlu olarak ihtiyaç duymaktadırlar. Böyle bir ortam yok ise; canlının sebepler ve tesadüflerle vücut bulması da bir işe yaramayacaktır. Varsayalım ki canlıyı sebeplerle, tesadüflerle oluşturduk. Hayatın kökeni nedir? İnsan et ve kemikten müteşekkil bir varlık mıdır? Hayat (can, ruh) nedir? Ölen bir insanda eksilen nedir de öldüğü yerde kalakalıyor? Kazalarda ölen insanların uzuvlarından sağlam organları bir araya getirsek bir canlı yapamaz mıyız? Ayrıca, maddi yapıdan bağımsız olan aşk, sevgi, korku, nefret, üzüntü, sevinç gibi duygular nasıl ve nereden kazanılmıştır? Bu bölüm başlı başına bilinmezliklerle karşımızda durmaktadır. Neticede, kendi kendine hiçbir şey olamayacağına göre, varoluş hakikati nasıl izah edilebilecektir? Atomdan galaksilere kadar her varlık hareket halindedir. İlk hareket nasıl başlamıştır? Hareketin devamı nasıl sağlanmaktadır? Sebepler bir kanunsa, kanun, kanun koyucu ve uygulayıcı olmadan nasıl vücuda gelmiş ve icraatlarını gerçekleştirmektedir? Her ne hikmetse bilimler, her satırı mükemmel olan şu kâinat kitabının sayfaları içerisinde dolanır, her satırına methiyeler yazar. Olup biteni anlamaya çalışır, mükemmellikleri irdeler. Var olanı, nazarlara arz eder. Her ne hikmetse kitabın Yazarından bahsetmez. Dahası, kitabın satırları arasında yazarı, metinde kalemi, tablodaki fırça darbelerinde Picassoyu bulmaya çalışırlar. Bir harf kâtipsiz, bir tablo ressamsız, bir toplu iğne ustasız, fiil failsiz olamayacağına göre nasıl sonsuz derecede muntazam şu kâinat kendi kendine olur? Her yerde görünen ilânnâmeler, beyannameler ve her mal üstünde görünen mühür ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl Mâlik’siz olabilir?. Resimler ve Videolar için facebook/imanadavet.net duvarındaki resim ve videolara bakınız. “Evet, biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kuran’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak.” (Fussilet 53) Âyet-i Kerîmesi Cenab-ı Hakk’ın varlığına ait delilleri beşere göstereceğini bildirmektedir. Şimdi muhteşem bir saltanatın var olduğu kâinat sarayını (içinde bulunduğumuz şu âlemi) müşahede ettiğimize göre, bu saray sahibi ve tasarruf edicisinin, bu saraydaki nimetlerden âdilce istifade edilmesi, hak, hukuk, adaletle anarşi, kargaşa ve karışıklık olmaması, düzenlilik, birlik, beraberlik, uyum, yardımlaşma ve dayanışma içerisinde misafirlerini ağırlayabilmesi için uyulması gereken usul, kural ve kaideler olmak zorunda değil midir? (Tüm Hak kitaplar ile Kur’ân’a işarettir.) Bu kural ve kaideleri beşere tatbik ile öğretmek için bir baş öğretmene ihtiyaç yok mudur? (Tüm peygamberler ve Peygamber Efendimize S.A.S. işarettir.) Bu, Azamet ve İzzet Sahibi, Sahip ve Tasarruf Edici, güzel hizmet edenlere mükâfat, isyan edenlere ise ceza vermemeli midir? Burada zulmedenin yanına kâr kaldığına, mazlum da zulümde kalmış olduğu halde ölüp gittiğine göre, Yaratıcı, Âdil ismi gereği her hak sahibine, hakkını vereceği başka bir âlemde büyük bir mahkeme kuracaktır. Zalimi zulmü sebebiyle cehenneme, itaat edeni de vaat ettiği cennetine koyacaktır. Yaptıkları açıkça müşahede edilen Yüce Yaratıcı, bu âlemi yıkıp yeniden başka âlemler yaratamaz mı? Bir şeyin ilkini ortaya koyabilen binlercesini yapabileceğini ispat etmiştir. Bütün nefislerin yaratılması tek bir nefis gibi kolaydır. Yeniden diriltilmemiz de bir tek nefsin diriltilmesi, istirahat için dağılmış bir ordunun kalk borusu ile muntazaman bir araya gelip talim düzenini alıvermesi gibi, dağılan cesetlerimiz İsrafil Aleyhisselam’ın kıyamet borusuyla derhal toplanıp hesap vermek üzere mahşere getirilecektir. Bir başka bakış açısıyla yeniden dirilmeyi ele alalım: Müştemilatı son derece mükemmel bir saraya davet edilmişiz. Kusursuz ve eksiksiz sofralarındaki nimetlerden yiyip içiyor, bahçesinde, bağında dolaşıyor, hayvanlarıyla oynaşıyor onlardan istifade ediyor, duvarlardaki tabloları seyredip keyifleniyor, saraydaki nefsimizin hoşuna giden her türlü nimetlerden istifade ediyor ve bu ikramlarından ötürü sarayın sahibine bir muhabbet besliyoruz. Ziyaretimizi bitirip saraydan ayrılacağımız sırada kapı kenarındaki balta gözümüze ilişiyor. Sarayın sahibine soruyoruz: “Bu balta ne için?” “Bu baltayla sizleri doğrayacağım!” Keşke bu saraya bizi davet edip, bu nimetleri tattırıp, kendini bizlere sevdirmeseydin. Bu baltayı da göstermeseydin demez miyiz? Böyle bir icraatta abes olmaz mıydı? Hâlbuki bitmeyen bir servet, harcanacağı pazar ister. Eşsiz bir güzellik, beğenenlerin nazarlarında sürekli takdir edilmeyi ister, Sınırsız cömertlik, ikram edebileceği muhtaçlar ister. Sınırsız kabiliyet, icraatlarını sınırsız teşhir etmek ister. Sınırsız ilim, ortaya sınırsız icatlar koymak ister. Sınırsız kudret, icraat sahası ister. Sınırsız bir şefkat, affedip bağışlayacağı kullar ister. Sınırsız Azamet ve İzzet, edepsizlerin terbiye edilmesini ister. Düşünebilir misiniz? Bir ömür boyu çalışıp çabalayıp biriktirdiğiniz parayla bir ev aldığınızı ve iyice dayatıp, döşettikten sonra evinizi yakma ya da yıkmaya karar verdiğinizi? Abes bir iş olurdu değil mi? Bu anlattıklarıma binaen; abes iş yapmaktan uzak olan şu kâinat sarayının Sahibi ve Tasarruf Edicisi Yüce Yaratıcımız bizleri yaratıp, sayamayacağımız kadar çok nimetler nasip ettikten sonra bizi parçalayıp yok ederek kendisine düşman eder mi? En basit hayat tabakası olan bitkisel hayatın hayvan ve insan midelerinde ölümünü, hali hazırdaki hayatlarından daha üst bir yaşam biçimine geçiş olarak görüyoruz. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların ölümü, bozulup, çürümek ve dağılmak şeklinde görüldüğü halde, gayet muntazam bir kimyevi muamele ve ölçülü bir yoğurmayla bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölüm, fidanın hayatıyla karşımıza çıkıyor. Demek ki çekirdeğin ölümü, fidanın hayata çıkmasının başlangıcıdır; hayatın devamı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar önemli ve gereklidir. Hem meyvelerin yahut hayvanların insan midelerinde ölümleri, insan hayatına çıkmalarına kaynak olduğundan, o ölüm onların hayatından daha derli toplu bir yaşama geçiştir. Derleyebildiğim bilgiler ışığında diyebiliriz ki, tabiat dedikleri şey ancak bir sanat eseri olabilir, sanatkâr değil. Nakıştır, nakış işleyen değil. Kanunlardır, kanun koyucu değil. Yaratılmıştır, yaratıcı değil. Kudrete boyun eğendir, kudret değil. Bir ölçü ve bir düzenin işleyişidir, ölçü ve düzen koyucu değil. Bizlere düşen, sanatkârına nispet ederek varlığın üzerindeki Kudret Kaleminin yazdığı nakışları okumak, bu düşünce ile istifade etmek olmalıdır.
Posted on: Mon, 11 Nov 2013 03:44:10 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015