Kargın Türkmenlerinin Menşei KARGIN OCAKLI BOYU İLE İLGİLİ - TopicsExpress



          

Kargın Türkmenlerinin Menşei KARGIN OCAKLI BOYU İLE İLGİLİ YENİ BELGELER Prof. Dr.Alemdar YALÇIN Uzman Hacı YILMAZ ÖZET Bu yazımızda Malatya’da Dede Kargın ocaklı boyu’nın soy şeceresi ve bu şecerenin bağlantıları hakkında bilgiler bulunmaktadır. Makalede yaklaşık otuz belgenin (en eskisi 1499) tercümesi ve bazı belgelerin metnini bulacaksınız. Ayrıca Kargın aşireti hakkında geniş bir inceleme yapılmış olup, bu boyun o zaman ki görevleri ve devletle olan ilişkileri belgelere dayalı olarak ele alınmıştır. Oymakların görev ve fonksiyonları hakkında da yine ayrı bir bölüm oluşturulmuştur. Bu yazıda, Anadolu’ya gelen ve değişik yörelere yerleşen oymak ve boyların bu yerleşimlerinin tesadüflere göre değil, her birinin bir görev ve sosyal bir örgütlenmenin bir parçasını oluşturacak şekilde yapıldığı görülecektir. SUNUŞ “Ne zaman bağışlanma dileğinin kapıları açılsa bir güneş doğar ve mavi bir yıldız parlar.” (Dede Kargın Belgelerinden) a. Kargın Belgelerine Girmeden Önce Ocaklarla ilgili Bazı Yeni Bilgiler: Anadolu’da ocaklar, şimdiye kadar sadece inanca dayalı bazı fonksiyonları olan kurumlar olarak kabul ediliyordu. Şimdiye kadar bu kurumlar, bazı yabancı bilim adamlarının Anadolu gezisi sırasında görüp inceledikleri çok yönlü olarak değerlendiremedikleri sistematik olmayan gözlemlerden ibaret kalıyordu. Bu son derece karmaşık ve çok yönlü konuya çağımızın özenle vurgulanan bir mantığı ile ele almak gerekir. Buna “holistic” bakış açısı denilmektedir. Yani, bir parçayı bağlı olduğu bütünü anlamaya çalışarak görmektir. Elbette en az bin yıllık somut belgelere dayanan ocakların geniş bir coğrafya içindeki dağılımını holistic bir bakışla değerlendirmek son derece zor, zahmetli ve masraflı bir iştir. Bu iş de ülkemizin kültür kurumlarının desteği ve başbakanlığımızın yardımları ile araştırma merkezimize nasip oldu. İlk defa Araştırma Merkezimiz, 1998 yılında Erenlerin İzinden adlı belgesel film (Anadolu’da 13. yy da Türk Hümanizminin Kaynakları ve Hacı Bektaş Veli) üzerine çalışma yaparken Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve İran üzerinden Doğu Anadolu’ya doğru yatırlar, oymaklar ve ocaklar üzerinde bilim tarihimizde ilk defa kapsamlı ve masraflı derlemelerde bulundu. Toplam yaklaşık 300 saatlik 240 kaset profesyonel görüntü derleyerek bütünü görme fırsatı yakaladı. Ocakların bu araştırmalardan sonra yalnızca inanca dayalı örgütlenmeler olmadığını, aynı zamanda sosyal, kültürel, ekonomik olduğu gibi Anadolu’da güvenlik açısından da stratejik öneme sahip kurumlar oldukları ortaya çıktı. Ocaklarla ilgili olarak yanlış bir algılama da; Anadolu’ya geliş ve yerleşmelerinin tesadüfe dayalı olduğunun sanılmasıdır. Film projesinin basında çok geniş olarak yer alması ve TRT 2’de yayınlanmasından sonra, araştırma merkezimize halen ocak mensuplarının ellerinde bulunan bir çok belge gelmeye başladı. Bunlardan ilki ve en önemlisi, Şeyh Hasan Ocağı’na ait belgelerdi. Bu belgeler ocakların Anadolu’da tesadüfen yerleşmiş unsurlar olmadığını, aksine son derece planlı, sistemli bir yerleşim olduğunu ortaya çıkardı. Ocakların veya ocaklı boyların yılın belirli dönemlerinde bir araya gelerek toplanan ve daha sonra Anadolu’nun bir çok bölgesine dağılan ve özellikle kırsal alanlarda belirli sosyal görevler üstlenmiş topluluklar olduğu belgelenmiş oldu. İlerde üzerinde detaylı olarak duracağımız gibi ocakları yalnızca bugün antropolojik ve etnolojik bir unsur olarak değerlendirip, tarihsel zemini ve boyutunu araştırmadan yorum yapanların büyük bir yanılgı içinde oldukları, ocakların özelliklerini ve işlevlerini anlamak yerine aksine anlaşılmaz bir bulanıklığa sürükledi görülmeye başladı. Şeyh Hasan Ocağı ile ilgili olarak bize gelen belgelerin, Seyyitlik kavramının da mantıkî açıklamasını yapan ilk belgeler olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman televizyonlarda ve kamuoyu önünde yapılan tartışmalarda, Seyyitlerin hem Arap, hem de seyyit soylu, aynı zamanda Türk olduklarını söylemeleri ciddi bir çelişki yaratıyordu. Bilgi eksikliğine dayanan bu tartışmalar günümüzde de sürmektedir. Oysa ocakların şu ana kadar elimize geçen şecereleri, berat ve icazetleri göstermektedir ki, Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen seyyitlik kurumu, Emevî ve Abbasi döneminde sıkı takip altında bulunan, Hz. Hüseyin soyundan gelen ve Ehl-i Beyt olarak kabul edilen, kadın veya erkekleri himaye eden Türkmen oymaklarının, kız alıp kız vermesi yoluyla oluşmuştur. Dergimizde özellikle Türklerin Müslümanlığı kabul ettikleri tarih ve yerlerle ilgili olarak yaptığımız ve yayınladığımız bütün belgeler, Türklerin Hz. Ali soyundan gelen aileleri sürekli koruma altına aldıkları, onlarla işbirliği içinde olduklarını göstermektedir. En eski belgelerimiz arasında yer alan Dede Korkut’ta giriş bölümündeki kutsallık sıralaması içinde: “Ağız açıp öğer olsam üstümüzde Tanrı görklü; Muhammedün sağ yanında namaz kılan Ebubekir Sıddık görklü; ahir sıpara başıdır Amme görklü; hecesinden düz okunsa Yasin görklü; kılıç çaldı din açtı, Şah-ı Merdan Ali Görklü; Alinün oğulları, peygamber nevaleleri Kerbela Yazısında Yezidiler elinde şehid oldu, Hasan ile Hüseyin iki kardaş bile görklü” (Gökyay: 1973, 2) şeklinde yer alan değerlendirmelerle, bazı hikayelerin sonundaki: “Kâdir Tanrı Beyreğe rahmet kılsun. Sır-ı Merdan Hazret-i Alinün elinden şaraben tahura, içmek Huda erzanı kılsun.” (Gökyay 1973,152) tarzındaki dualar göçer evli türkmenlerin ve Oğuzların Hz. Ali ve onun soyuna duyduğu saygıyı gösterir. Yerleşik kültürün en önemli belgelerinden biri olan Kutadgu Bilig’de Hz. Ali soyundan gelenlerle ilişkiler konusunda devlet başkanına verilen öğütlerde, onların sözünün dinlenmesi ve saygı gösterilmesi gerektiğini belirten bölüm, ( Arat: 1983, 346 ) gelenekte sünnî olduğu kabul edilen Selçuklu Sultanlarından Sultan Sencer’in rüyasında gördüğü yeri Hz. Ali’nin kemiklerinin kaçırılarak gömüldüğü yer olarak algılayıp, bugünkü Mezar-ı Şerif’teki ziyaretgahı yaptırması da göstermektedir ki, 9., 10., 11. yüzyıldan başlayarak Müslümanlığı kabul eden Türklerin Hz. Ali ve onun soyuna karşı derin bir saygı duydukları kesinlik kazanmaktadır. Bu konuda tarihsel ve fgolklorik bir çok örnek verilebilir, ancak bizim amacımız olayın bu boyutunu ortaya koymak değildir. Burada ocakların oluşmasına sebep olan seyyitlerle Türk toplulukları arasında ilişkinin kaynaklarını ortaya koymak içindir. Dönemin yoğun siyasi çatışmalarının inanç kisvesine bürünerek sürdürüldüğü bir ortamda Türkler peygaber soyuna derin bir saygı göstermiş, koruma altına almış, özellikle beyler onlarla kız alıp vererek akrabalık ilişkisi kurmuşlardır. Bu durum sadece Şeyh Hasan Ocağının belgeleriyle kanıtlanmamış, aynı zamanda Anadolu’daki büyük ocaklardan biri olan Ali Abbas Ocağı’nın Şeyh Şücaattin Veli Ocağı’nın, Seyyid Garib Musa Sultan’ın, Seyyid Ali Turabî ve bir çok Horasan ereninin bu yolla Ehl-i Beytle akrabalıklarının olduğu ve kendilerini bilgi ve düşüncelerini yaymak üzere topluma adadıkları anlaşılmaktadır. Dergimizin bu sayısında yayınlayacağımız Dede Kargı Belgeleri de Ocaklarla ilgili bir çok bilinmeyeni gün ışına çıkarmaktadır. Dede Kargın Ocağı’nın belgelerinin en önemli özelliklerinden biri de, ocakların Anadolu’daki bir başka örgütlenmeyi üstlendiklerini gün ışığına çıkarmasıdır. Bir çok bakımdan olduğu gibi yalnızca bu bakımdan bile Dede Kargın Ocağı belgelerinin, tarihimizin Anadolu’da geçen dönemiyle ilgili şimdiye kadar karanlıkta kalan hususları aydınlatması bakımından ayrı bir önem taşıdığını söyleyebiliriz. Bu da Horasan Erenleri’nin özellikle bir ocağın temsilcisi olarak kabul edilenlerin Anadolu’da kentleri birbirine bağlayan kervan yollarının en stratejik yerlerine bilerek ve isteyerek yerleştiklerini böylece : Anadolu’nun kırsal alanlarındaki ocakların yılda iki defa bu erenlerin huzurunda veya makam mezarlarının başında toplandıkları, bu kırsal bölgelerdeki ocaklar sayesinde eşkıyalık, talan ve yol kesme gibi olayların önlendiği, yaylaların ocak mensubu obalar tarafından birbirleriyle sürtüşmeye meydan vermeksizin kullanılması, obalar arasındaki ihtilafların kadı veya adlî mercilere gidilmeden çözülmesi ve özellikle sonbaharda yapılan toplantılarda ocak mensubu oymakların üretimlerinin belirli bir miktarını da ocağa bırakmaları, bu sosyal örgütlenmenin en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Bu sistemli örgütlenmenin Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat’a kadar beylikler vasıtasıyla yapıldığı bilinmektedir. Alaadin Kuykubat döneminde verilen belgelerden anlaşıldığına göre bu dönemde sistemli bir yerleşimin yapıldığı Osmanlı döneminde ise 16. yüzyıla kadar bu sistemin titizlikle sürdürüldüğü kadı siccilleri, tahrir defterleri, mahkeme kararları ve padişah fermanlarından anlaşılmaktadır. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasına yakın dönemlerdeki iç karışıklıklar, savaşlar ve yoğun eşkıyalık dolayısıyla ticaretin yok olması, insanların şehirlerde adeta yarı hapis hayatı yaşamaları, Anadolu’nun güvenliğinin sağlanmasında kırsal alanların kontrolünün önemini göstermektedir. Yapılan bu durum tespiti sonunda devlet adamlarının kırsal alan organizasyonlarına özel bir önem verdikleri görülmektedir. Anadolu’da kırsal alanda ortaya çıkan otorite boşluğunun yarattığı ortamın nasıl büyük bir yoksullaşmaya ve iç karışıklıklara sebep olduğuna dair, Bizans İmparatorluğu tarihleri okunduğu zaman sayısız örnek bulunacaktır. (Ostrgoski:1981, 195-207) Ocakların sosyal fonksiyonları yalnızca yukarda saydığımız toplantılar değildir. Bugün de halen birçok bölgede yapılan bu toplantıların en önemli işlevlerinden biri de sosyal yardımlaşmaydı. Toplanan malın ocak merkezindeki dağıtımı ise, beş parçaya bölünerek yapılmaktadır. Bunlardan birisi yolcular ve misafirler için yapılan harcamalar ki, ocak deyiminin kullanılmasının sebebi ateşin hiç sönmemesi ve üzerinde sürekli lokma adı verilen kutsal ocak yemeğinin pişmesidir. (Burada ocağın zerdüşt ve mecusi ateşinden tamamen ayrı bir anlama geldiğini ve birbirine karıştırılmasının yanlış yargıları doğurduğuna önemle dikkat çekmek isteriz.) Anadolu’da yakın zamana kadar ister alevi ister sunni olsun bütün köylerde köyün ortak işleri için “Salma Salmak”, “Hak Toplamak” ya da “Serpmek” adıyla ortak bir bütçe oluşturulduğu ve bir çok işin imece usulüyle yapıldığı bilinmektedir. Ocaklara bırakılan “hak”ın kaynağı hiç kuşkusuz halkın kendiliğinden geliştirdiği bu sosyal örgütlenmedir. Toplanan hak’ın beşe bölünürek kullanıldığı ikinci alan, gönlü kazanılmak istenilen insanlara yardımdı. Üçüncüsü, dul ve yetimlere, dördüncüsü sefer sırasında savaşa katılanlara, beşincisi gerektiği zaman at, eşek ve beygir gibi nakil hayvanlarının beslenerek hazır tutulmasına kullanılıyordu. Dergimizde yayınladığımız ve okuyucularımızın titizlikle izlediğine emin olduğumuz Osmanlı Arşiv Belgelerinden anlaşıldığına göre, ocakların bir kısmı çevresindeki arazi ve köylerle birlikte “Müstesna Vakıf” kabul edilmiş ve korunmuştur. Müstesna vakıflar, her türlü vergiden muaf oldukları gibi yaptıkları sosyal işlevlere bağlı olarak devletten yardım da alıyorlardı. Böylece Anadolu’da büyük kentlerin yakınlarında ve kentin stratejik bölgelerinde -ki bu genellikle yüksek dağ yamaçlarında olurdu- söylediğimiz gibi kentin güvenliğini ve kervan yollarının korunması görevini üstleniyordu. Bilindiği gibi ocakların bulunduğu topraklar, “Koruk” yani koruma altına alınmış alan ilan ediliyor ve bu bölgede avlanmak, toprakları kullanmak, işleyerek üretim yapmak, sadece o ocağın dergâhının iznine bağlı oluyordu. Bununla ilgili elimizde sayısız belge bulunmaktadır. Dede Karkın ocağı da yayınlayacağımız belgelerden anlaşılacağı tüm ülkede aşağıtda sıralayacağımız görevleri üstlenmişlerdir. Ocaklar menzil görevi üstleniyorlar ve bu menziller Anadolu’daki posta örgütlenmesi olan “Posta Tatarlığı” sisteminin önemli bir unsuru oluyordu. Ortalama her 40 km. de bir kurulmuş olan menziller, özellikle hızlı haberleşebilmek için önceleri at, sonraları ise (18.yy ortalarından sonra) posta arabalarının uğrak yerleriydi. Buralarda Posta Tatarları (postacı) atlarını değiştirip, diğer ihtiyaçlarını karşılıyorlar ve yollarına devam ediyorlardı. Bazı menziller büyük ve “Tatar Ağalığı” denilen merkezlerdi ve buralarda posta görevlilerinin denetçisi ve yöneticisi bulunurdu. Dede Kargın Ocağı’nın elimize geçen belgelerinden birisi, bu Ocağın aynı zamanda posta menzili görevini yaptığını bu amaçla “menzil beygirleri” beslediklerini göstermektedir.(Bkz. Vesika 1 Ferman) Ferman menzilin görevini sürdürmesi sırasında bir yetki kargaşasını düzenlemeye yönelik olarak hazırlanmıştır. Ocaklardan bir kısmı meslek erbabı ve bir mesleği babadan oğula devrederek yürüten oymaklardı. Bunlar içerisinde Tahtacılar, Demirciler, Kuyumcular, Keçeciler, Dericiler vb. önemli bir yer tutmaktadır. Bu gün oymakları arasında bağlantı kesilmiş olmasına rağmen, Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu’da demir üreten Demirhanlar, Polatlar ve Demirciler ortak bir ocağın temsilcileriydi. İç Anadolu Bölgesi’ndeki Kuyumcular, Toroslardaki ve Kaz Dağlarındaki Ağaç Erleri Anadolu’da üretilen hammaddenin işlenmesinde çok önemli bir fonksiyonu yerine getiriyorlardı. Ağaç Erleri aynı zamanda ormanların korunması ve sağlıklı kullanılmasından sorumluydular. Avcılıkla geçinen bazı kollar ki Anadolu’da Geyikli Baba, Bozgeyikli adlarıyla anılan Horasan Erenlerinin bir çoğu avcıların hayvan katliamını önleyen av hayatını düzenleyen görevler yüklenmişlerdi. Osmanlı tahrir defterleri incelendiği zaman bu ocakların babadan oğula görevleri devrettiklerini görüyoruz. Dede Karkınla ilgili belgelerde de Karkın Ocağı’nın özellikle “Develi Karkın “kolu Elazığ, Maltya ve Çorum dolaylarında kömür üretme ve kömür taşıma görevini sürdürüyordu.(Bkz. Vesika 9) Elimizde belge bulunmamasına rağmen Anadolu’daki diğer bölgelerde de benzer işlerin Karkın Oymağı’nın Develi Karkın kolu tarafından yürütülmüş olması güçlü bir ihtimal olarak görülmektedir. Çünkü bu yazının yayına hazırlandığı günlerde Erzincan, Çayırlı ilçesinde gelen belgelerde Erzincan yöresinde de posta menzili görevi ile kömürkeşlik görevinin Kargın boyuna verildiğine dair önemli bilgiler gelmiştir. Bu belgeleri önümüzdeki sayımızda ayrıca yayınlayacağız. Ocaklar el ele, el Hakk’a ilkesiyle birbirlerine sıra ve saygı çizgisinde bağlıydılar. Bu bağlılıkta hemen anlaşılacağı gibi herhangi bir yetki tartışması ve sürtüşmesine yer vermeyecek bir uzlaşma söz konusuydu. Bu konuda ilk ciddi araştırmayı yapan Baha Said Bey tarafından hazırlanmış olan “Türkiye’de Alevi Zümreleri” isimli makalede şu önemli tespite yer verilmektedir: “Ocakların bir başka ocağa üstünlükleri vardı. Kimilerinin nefesleri güçlü olabilirdi. Buna göre saygıya ve seçkinliğe layıktır. Örneğin Ankara’da Karaşar, Çorum’da Dede Kargın, İzmir’de Narlıdere, Antalya’da Abdal Musa, ... Ayntab Ocakları ...özel önem taşırlar.” (Baha Said, Sayı 22) Ocakların tümünün şehirlerden çok köylere yerleşmiş olması ve aralarında bağlantı bulunması sebebiyle 16. yy’a kadar çok güçlü bir kırsal alan sosyal örgütlenmesini oluşturduklarını görüyoruz. Sadece elimizdeki belgelerde değil, aynı zamanda Osmanlı toprak düzenini araştıran ve inceleyen bütün bilim adamlarının başvurdukları belgelerde Boy, oymak ve aşiretlerin toprakların kullanımına bağlı olarak birbirlerine bağlandıklarını ve bu bağlılığın 16. yüzyılın sonrxlarına kadar büyük bir titizlikle takip edildiği görülmektedir. Araştırma Merkezimiz, bu ocakların Anadolu ve Balkanlardaki dağılım yerleri ve birbirleriyle ilişkilerini ortaya koyarak, ocakların fonksiyonlarını somut bir şekilde ortaya çıkarmayı temel amaçlarından biri olarak görmektedir. Çünkü hacı Bektaş veli ve onun düşüncelerine bağlı yearleşik veya göçer toplulukların sosyal ve kültürel yapılarının anlaşılması bu bağlantıların ortaya konulabilmesi ile tam olarak anlaşılabilecektir. Kargın Ocağı, Anadolu’daki ocaklar arasında, belgeleri günümüze kadar gelmiş en önemli en eski ocaklardan biridir. Dergide yayınladığımız bilgiler de bugüne kadar elimize geçen bir “Ocaklı boya” ait şu ana kadar ki en eski belge özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla bu ocağın Anadolu’ya yerleşiminin tam olarak anlaşılması, Anadolu’nun tarihiyle ilgili bir çok yeni bilgiyi açığa çıkaracaktır. Ancak yaptığımız çalışmalar sırasında başvurduğumuz kaynakların tamamında Kargın Ocağı ile ilgili bilgilerin yok denecek kadar az olması, sadece Ebu’l Vefa ve Baba İlyas’a ait bilgilerin arasına sıkışmış bir bilgi olarak günümüze kadar gelmiş olması oldukça şaşırtıcıdır. Dergimizin bu sayısında yayınlayacağımız belgeler, bize Dede Kargın Ocağı’nın son temsilcilerinden olan Ahmet Rıza Kargın tarafından getirilmiştir. Belgeler yangın, rutûbet ve iyi korunamama sebebiyle okunamaz durumdaydı. Araştırma Merkezimiz, bu belgeleri, Kültür Bakanlığımızın desteğiyle Ankara Üniversitesi, Başkent Meslek Yüksek Okuluna bağlı Restorasyon ve Konservasyon Bölümünde, 4. 750.000.000 TL. ödeyerek tamir ettirdi. Daha sonra 22 Aralık 2001 tarihinde Atatürk’ün Hacı Bektaş ilçesi’ne gelişinin yıldönümü nedeniyle yapılan etkinliklerde düzenlenen sergide kamuoyuna sundu. Dergimizin önceki sayılarında bu konu ile ilgili açıklayıcı bilgilere yer verdik. Belgelerin en eskisi 1499 tarihli icazetname , en yenisi 1914 tarihli dilekçedir. İçlerinde fermanlar, dilekçeler, mahkeme ilan yazıları, icazetler, senetler, temessük kayıtları, berat vs. bulunmaktadır. Belgelerin tarihi değeri çok önemlidir. Çünkü âdeta 1499’dan günümüze kadar Sivas, Malatya ve civarlarında geçen bir çok olay, yaşayan bir çok insan ve bölgedeki yer isimleriyle bu yerlerin özellikleri hakkında bizlere bilgi aktarmaktadır. Belgeleri daha önce yaptığımız gibi herhangi bir yoruma girmeden aktaracağız. Ancak belgelerin tarihimiz açısından öneminin anlaşılması için okuyucularımızın bazı tamamlayıcı bilgilere gereksinmesi olduğu açıktır. Elimizdeki belgeler, Malatya civarından gelmiştir. Dede Karkın’la ilgili olarak ayrıca Gaziantep’, Mersin, Adana’dan çıkmış belgeler bulunmaktadır. Yukarda belirttiğimiz bu yazı yayına hazırlandığı sırada Erzincan Çayırlı’dan da iki padişah fermanı gelmiştir. Şu anda restorasyonu yapılmakta olan bu iki belge ile birlikte Kargın Boyunun şimdiye kadar ihmal edilmiş çok önemli bir boy olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Ancak öyle anlaşılıyor ki, Çorum, Tokat, G. Antep, Diyarbakır ve Halep’ten bu ocağa ait belge veya bir çok belgenin çıkması muhtemel görülmektedir. b Dede Kargın Ocağına ve Tarihine Ait Bazı Tamamlayıcı Bilgiler: Kargın Ocaklı Boyunu anlatmadan önce Kargın kelimesinin Türkçe’de anlamları üzerinde duralım. Türkçe’de bir çok kaynakta çok değişik fakat anlamca birbirine yakın ifadeler bulunmaktadır. Bunları kendi içinde tasnif ederek ele almamız gerekmektedir. Taradığımız sözlükleri ve ilgili sayfa numaralarını kaynakça kısmında bulacaksınız.Yaptığımız araştırmalar sırasında Kargın kelimesinin dört ayrı anlam grubu içinde yer aldığı görülmektedir: ı. Yer ismi olarak Kargın: Kargın kelimesi yaygın olarak Anadolu’da birçok bölgede; eriyen karların oluşturduğu gür ve bol suyun tatlı bir meyilden, taşlar üzerinden sekerek akmasına verilen addır. Nitekim Anadolu’daki bir çok Kargın, Korhun, Korkun, Karkın, Garkın adlarının geçtiği köylerin yakınlarında bu tarz akarsunun bulunduğu görülür. “Kargın, karkın, korgun, ve korhun, karkin, karkine” Anadolu’da değişik yörelerin ağızlarında aynı kelimenin şîve değişiklikleriyle ortaya çıkmış bir kavramdır. Tarlanın sudan çamur haline gelmesi, üstü kuru gibi görünüp altı bataklık olan yer, dereler çekildikten sonra kalan toprak ve malın çokluğundan fiyatın düşmesi anlamlarını da taşımaktadır. Yine Prof. Dr. Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü’nde “kargın” kelimesi, eriyen karların oluşturduğu akarsu, karla karışık yağan yağmur, marangozlukta kullanılan bir çeşit rende, biçiminde açıklandıktan sonra; karık, bağ- bahçe sulamak, su yolu, ark, bu arklar arasında kalan ve tohum ekmek için kullanılan evlek, sabanla tarlada açılan çizi anlamlarında da geçmektedir. ıı. Eşya adı olarak Kargın: Eşya adı olarak üç ayrı anlama gelmektedir. Birincisi, marangozlukta kullanılan rendedir. İkincisi, su değirmenlerinde üst taşının konulmasına yarayan bir çeşit çatal ağaç. Üçüncü olarak da karaya veya mora boyanmış deri anlamında kullanılmaktadır. Çanakkale yöresinden yapılan bir derlemede Tanıklarıyla Derleme Sözlüklerinde, Karkın, hayvanın sağrısından çıkan siyah ve işe yaramaz deri diye adlandırılmaktadır. Şemsettin Sami bu anlamı Arapça ed-Dâriş kelimesinin Türkçe karşılığını verirken şu şekilde açıklamaktadır: “ed-Dariş: maruf siyah deriye denir. Türkî’de Karkın tabir olunur deri olacaktır ki, sağrının siyah ve işe yaramaz olanıdır.” Ayrıca diğer Türk lehçe ve ağızlarında Kargın kelimesinin anlamına baktığımız zaman özellikle Kazakça sözlüklerde Karkın kelimesinin karşılığı olarak iki ayrı anlama yer verildiği görülmektedir. Bunlardan birincisi “süratlilik çabukluk” ; ikincisi ise “güç kuvvet”. Bunların su ile bağlantısı bulunmamakla birlikte eriyen kar sularının taşlar üzerinde gür ve hızlı akışı ile anlamca bir yakınlık taşıdığı açıktır. (Yücel, Oraltay, Pınar 1984: Karkın mad.) Kazakistan’da bir komisyon tarafından hazırlanan Kazak SSR Ğılım Akademiyası Til Bilimi İnstitü, Kazak Tilinin Tüsindirme Sözdigi isimli sözlüğün VI. Cildinin 94. sayfasında da şu bilgiler yer almaktadır: “Kargın: derelerde ve çataklarda boz bulanık akan, içinde taş ve toprak bulunan yağmur suyu, sel.” ııı. Kavram olarak Kargın: Kargın kelimesi kavram olarak: Ağzına kadar dolmuş, tuğyan halinde anlamı vardır. Ayrıca doymuş, tok, hesabını bilmeyecek kadar zengin anlamına geldiği gibi, tarlada mahsulün fazla büyüyerek yere yatması durumuna da Kargın denilmektedir. Yine aynı sözlüklerde kavram olarak: malın çokluğundan fiyatın düşmesi anlamına da gelmektedir. Yine üretimin veya malın çokluğu sebebiyle fiatının düşmesi anlamına geldiğini görmekteyiz. ıv. Şahıs adı olarak kargın: Bizim asıl konumuzu teşkil eden Kargın kelimesinin bu anlamıdır. Elimizdeki bir çok belgede olduğu gibi kaynakların tamamında da Dede Garkın, Kargın Dede ve Karkın Dede adlarıyla geçmektedir. Gerek kaynaklarda, gerekse halk arasında yaklaşık 9. yüzyılda yaşadığı kabul edilen bir inanç önderi olan Dede Numan Garkıni’ye işaret etmektedir. Elimizdeki belgelerde de inanç bakımından Garkın Ocağı’nın bilinen en eski ismi olarak bu isim geçmektedir. Üzerinde geniş geniş duracağımız ve bütün belgelerini yayınlayacağımız bu ocağın şeçere ve icazetnameleri ile gün ışığına çıkacak olan Anadolu’da bir ocağın tarihi asıl konumuzu teşkil etmektedir. v. Boy adı olarak Kargın: Kargın, bir oymak adı olarak da bir çok eski belgede ve tahrir defterlerinde geçmektedir. Bu konudaki en eski belge Mehmet Neşri Efendi’nin hazırladığı ve 2. Beyazit döneminde kaleme alınmış olan Kitab-ı Cihannüma’da yer almaktadır. Kaynakların hiç birinde bu kaynağa atıf yapılmadığı için bilgiyi buraya aynen alıyoruz: “Etrak şöyle zu’m iderlerdi ki Hak sübhanehu ve Teala kelam-ı kadiminde zikr itdügi İskender-i zül-karneyn meğer bu ola(Oğuz Kağan) dirlerdi ve Oğuz’un sülbünden altı oğlu oldu. Biri Günhan ve biri Ayhan ve biri Yıldızhan ve biri Gökhan ve biri Dağhan ve biri Dingizhan ve bunların her birinin sülbünden dörder oglı oldu. Evlad-ı Günhan:Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli. Evlad-ı Ayhan: Yazır, Düver, Bodurga, Yabırlı. Evlad-ı Yıldızhan: Avşar, Kartık, Biğdili, Karkın. Evlad-ıGökhan: Bayındur, Beceneh, Çavundur, Çepni. Evlad-ı Taghan: Salur, Aymur, Alayunklu, Üregir. Evlad-ı Dingizhan: İngdür, Üldür, Yive, Kınık.(Unat-Köymen:1987, 11-13) Oğuz Han’ın altı oğlundan ve Bozoklu kolunu teşkil eden Yıldız Han boyu olan Avşar, Kınık Beydili gibi oymaklardan birinin adıdır. İleride yapacağımız atıflardan da anlaşılacağı gibi, Osmanlı belgelerinde, tahrir defterlerinde bu oymaklarla beraber anılması ve bu oymakların Anadolu’daki yerleştiği bölgelerde Karkın adını taşıyan köy, mezra veya belde düzeyinde yerleşim alanlarının adı olarak da kullanılmaktadır.(Benakay, Yahya, Yaşayan Alevilik, s. 45.) Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler isimli kitabında Cevdet Türkay, şu bilgilere yer vermektedir: “Dede Kargın, Dede Kargınlı(Dede Kargınlu), Dede Karkın Türkmânı(Türkmân-ı Yörükân Taifesi), Kars Meras Sancağı, Hüseyin Âbâd, Sivas Sancağı”(Türkay 1979, 313) Bu konuda yaptığımız bütün araştırmalarda Karkın kelimesiyle ilgili en geniş açıklamanın Türk Ansiklopedisi’nde olduğunu görüyoruz. Karkın sözüyle ilgili kaynak sıkıntısı dolayısıyla Türk Ansiklopedisi’ndeki Karkın maddesini araştırmacılara yardımcı olmak üzere buraya aynen alıyoruz: “Karkın, Oğuz boylarından biri. Kaşkarlı Mahmut 22 Oğuz boyunun iki Kalaç (Halaç) boyu ile birleşerek 24 Oğuzları meydana getirdiğini anlatıp, Kargın ve İparlı) boylarının adını anmadığından sonraki oğuzlar kütüğünde tanıtılan bu iki boyun, 11. yy da Kalaç Türklerinden sayıldığı anlaşılmaktadır. Bu boyun adı eski kaynaklarda Karkın’dan başka Garkın, Karkun, Kargun biçimlerinde yazılır. Bu gün Anadolu’da Karkın (Afyon, Ankara, Antalya, Balıkesir, Çorum, Isparta Kastamonu, Niğde, Sivas) ve Kargın(Çorum, Eskişehir, Konya, Manisa, Niğde,) adlı köyler, bu boyun adını muhafaza etmişlerdir. Dede Kargınlular, Maraş-Elbistan’daki Dulkadirlü ulusunun Göksun’da kışlayıp Binboğa dağında yaylayan güçlü bir boyu idi. 13 yy. başlarında Dulkadirlü ulusu arasında yaşayan “Dede Garkın evladı, II. Beyazıt çağında yazılan Hacı Bektaş Velayetnamesi’ne göre: Horasan’dan gelirken Hacı Bektaş Veli’nin Kayseri yolunda görüp, el verdiği Dulkadirlü İbrahim Hacı adlı bir çobanı mürit edinerek “Geyik derisinden bir börk” vermişken, bunu o çobanın oğullarından “Ünlü Dede Garkın’undur” diyerek “niza ile” ellerine geçirmişlerdi. Bundan sonra bütün Dede Garkınlular, bu biçimde geyik derisinden Bektaşi Börk’ü giyinerek “ocaklu boy” oluvermişlerdir. Mardin’in Güney-Batısında, Kızıltepe (Koçhisar) yanındaki Dede Karkun adlı büyük köy resmî Akkoyunlu tarihi “Kitab-ı Diyarbekriye’de 1425 olayları arasında Karkun Dede ve 1515 ve 1516 Osmanlı fethi sırasında Dede Karkın (Karkun) diye anılmaktadır. Bu gün Malatya’nın Kuzey-Batı’sındaki Fethiye bucağının Dede Karkın Köyü, oradaki Kızılbaş Türkmen, Zaza ve Kurmançların ocak saydığı bir Bektaşi tekkesinin bulunduğu yerdir. III. Murat çağında tutulan Maraş Yörükleri defterinde, padişah hâsı sayılan Dulkadirlu ulusunun Eşkinciler taifesi denilen 24 oymaklı boyun bir oymağı Cemaat-i Dede Karkın diye anılıyor. Diyarbakır-Bismil köylerindeki Alevi Türkmenlerin bağlı bulunduğu Dede Karkun Ocağı Dedeleri, bu gün oradaki Büyük Kadı Kendi Köyünde otururlar. Maraş-Pazarcık bölgesinde Halep Salnamelerinde geçen göçebe Dede Karkun’lular köyü o çevredeki Aşağı Kılınçlu oymağının 6 tiresinden biri olup, dedeler de denilen Dede Karkınluların yeridir.” ( 1974, Karkın Mad. ) Buradan da anlaşılacağı gibi, Karkın Anadolu’nun bir çok yerinde köy ve belde boyutundaki yerleşim yerinin adıdır. Bu tanıma bağlı olarak da Korkun ve Korgun adını taşıyan Türk Ansiklopedisi’nde yer almayan Hacı Bektaş, Çankırı, Denizli, Kütahya, Bursa, ve Balkanlardaki Türk yerleşim bölgelerinde benzer köy yerleşim adlarına rastlıyoruz. Buradan iki anlam çıkmaktadır. Anadolu’ya yerleşim sırasında adlandırma yapılırken bölgenin toprak, su, iklim ve coğrafi yapısına göre, adlandırıldığı gibi, Türkmen oymaklarının adlarına göre de bölgelere değişik adların verildiği bilinmektedir. Büyük bir ihtimalle bölgedeki dere ve akarsuların durumuna göre yapılan adlandırmalarda Karkın boyunun adına izafeten aynı boy mensupları tarafından verilmiş olmalıdır. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı isimli kitabının 111 . sayfasında 14. ve 17. yüzyıl arasındaki tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan 99 tanesinin Kayı ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin Kınık ismini 71 inin Eymir ismini, taşıdığını belirttikten sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin olduğunu söylemektedir. Mercil ve Sevim, Selçuklu Tarihi isimli kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar koluna bağlı bir oymak olduğunu söylerler. Anadolu’ya yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla karşılaştırıldığında aynı kola bağlı oymakların birbirlerine yakın yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1) Elimizde Karkın Dede ve Dede Karkun ile ilgili 1499 yılına ait belgeler ve daha sonra yazılmış olan III. Murat Dönemi’ne ait Maraş Yörükleri Defterlerinde Dede Karkın Ocağı mensuplarının yaşadığını kesin kabul edebileceğimiz yerleşim yerlerinin bulunduğunu görüyoruz. Karkunluların iki kola ayrıldıkları bunlardan bir kolunun Develi Karkun adını aldığını ve daha çok develerle kömür taşıyıcılığı yapan yerleşik bir kol olduğunu belgelerden öğreniyoruz. İkinci kol ise, Bozgeyikli Karkınları olarak adlandırılmış olup, kesin belgeleri bulunmamakla birlikte konar göçer olan bu Karkın kolunun, geyik ve geyiklerle ilgili Anadolu’daki söylencelerle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Kendilerinin geyik derisinden başlık taşımaları Velayetname’de anlatıldığına göre, bunun için İbrahim Hacıyla tartışmaları ve ondan bu başlığı alarak kullanmaları iddiayı güçlendirmektedir. Yazımızın içinde uzun bir çalışma sonucu kaynaklardan tarayarak hazırladığımız bir harita üzerinde Anadolu’da Karkın oymağının dağılımını bulacaksınız. Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki dağılımının, tarihinin ve işlevlerinin bilinebilmesi için, Tacü’l Arifin Seyyid Ebul Vefa ile ilişkisinin gün ışığına çıkarılması gerekmektedir. c. Tacü’l Arifin Seyyid Ebul Vefa ve Dede Karkın İlişkisi Üzerine Bazı Notlar: Dede Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki faaliyetleriyle ilgili bir kısım söylenceler yanında kuşku götürmeyecek belgeler arasında Ebu’l-Vefa ve Dede Karkın bağlantısı gelmektedir. Karkın Boyu’nun Horasan bağlantılarının kesinlik kazanmasından sonra Tacül Arifin Ebul Vefa’nın Dede karkın’la bağlantısının olması Karkın Ocağı’nın yine dört kilişik bir bilim heyeti tarafından tescil edilmiş olması kesin olmamakla birlikte EbulVefa’nın da Karkın Boyu ile soy bağlantısını ciddi olarak düşündürmelidir. Fığlalı, Ebu’l-Vefa ile Dede Karkın’ın muhtemelen Harezm’den göç ettiklerini ve Ahmet Yesevî Ocağı’na bağlı olması gerektiğini düşünmektedir. (Fığlalı: 1996, 147) Burada tartışılması gereken noktalardan biri kaynakların hemen tümünde Anadolu’da bir Vefaî tarikatından adeta kesin bilgi olarak söz edilmesidir. Oysa, Ebu’l-Vefa isimli bir düşünürün Bağdat ve Kuzey Irak civarlarında yaşadığına dair bilgiler bulunmakla birlikte Harezm’den göçen Ebu’l- Vefa adına, Vefailik adıyla bir tarikat kurulduğuna dair bir bilgiden söz edilmemektedir. Fığlalı’nın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın Seyyid Ebul Vefa’nın halifesi olması yaşadıkları dönem itibariyle de imkansızdır. Aşıkpaşazade tarihinde verilen bilgi ise, adeta bir “galat-ı meşhur” haline gelerek bir çok kaynakta yer almaktadır. Ebu’l Vefa’nın hocası kabul edilen, Ahmet Yaşar Ocak’ın “Şunbekî”, Esad Coşan’ın “eş-Şenbaki”, Fığlalı’nın “eş-Şanbaki”, Dede Karkın belgelerinde “eş Şenbekî” olarak geçen kişinin Lugatname-i Dehhüda isimli eserde “Hadis alimi Osman b. Ahmedî Dineveri’nin dedesi ve Abudullah b. Ahmedi Nihavendi’nin” soyundan gelen hadis alimlerindense Kirmanşah bölgesindeki Dinever şehrinde yaşadıklarına dair kayıt bulunmaktadır. Ancak tasavvuftan çok hadis ilmiyle uğraşmalarından dolayı burada adı geçen Şenbeki ile Ebu’l Vefa arasında bir bağlantının bulunması güç görünmektedir. (Lugatname-i Dehhüda: 1373, 12795) İslam kaynaklarında Vefai tarikatı, Mısır’da yaygınlaşmış ve Anadolu coğrafyasıyla doğrudan ilgisi olmayan bir tarikat olarak yer almaktadır. Vefailiğin ilkeleri ve ritüelleri konusunda da elimizde ciddi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak: “İşte Baba İlyas-ı Horasani genellikle XV. Yüzyılda yaşamış Ebu’l Vefa Harezmi ile karıştırılan bu Ebu’l Vefa Bağdadi’nin kurduğu Vefaiyye veya Vefailik tarikatına mensup idi. Her ne kadar kaynaklar XIII. Yüzyılda Anadolu’da Vefailik diye bir tarikatın varlığından söz etmezlerse de...” (Ocak,1996:104) diyerek bu bilgiyi doğrulamaktadır. Bir başka nokta ise, Ebu’l Vefa’ya ait bir çok yazma menakıbdan elimizde bulunan Ayasofya, Samsun, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’ndeki nüshalarda verilen bilgilerden anlaşıldığına göre Sultan Beyazid döneminde yazılmıştır. Yazmaların girişinde Mısır’dan icazet alan Aşıkpaşa oğlu: “Hazret-i şeyh Ahmed Aşıkı’ye damat olan “ Seyyid Vilayet bin Hazret-i seyyid Ahmed el Vefa”dan söz edilmektedir. (Ayasofya Nüshası, Varak 4-5 ve diğer nüshalarda ilgili yerler) yine kayıtlara göre, “Seyyid Vilayet b. Hazret-i Seyyit Ahmet el-Vefa’nın Mısır’da Vefai tarikatına intisap ettiği ve menakıbnameyi oradan getirdiği, Mısır’dan sonra hacca giderek burada Esma-i Hüsna Tilaveti icazeti aldığı” kaydı bulunmaktadır. Bu kayıtlarla , Mısır’daki Vefai tarikatı arasında bir bağlantının olup olmadığı daha derin bir çalışma sonucunda elbette ortaya çıkacaktır. Ancak menakıbnamenin Ayasofya yazma nüshasında ilerleyen bölümler, doğrudan Ebu’l Vefa Bağdadi ile ilgilidir. Bu menakıbnamede Ebu’l Vefa’nın Vefailik adlı bir tarikat kurduğuna dair kayıt bulunmadığı gibi ölümünden önce müridlerini ve “Sultan” adını verdiği onyedi müridini Rufai tarikatına yönlendirdiğine dair kayıt bulunmaktadır. Zamanımıza kadar bütün belgelerden ortaya çıkan bir başka ihtimal olarak Mısır’daki Vefailik tarikatı ile 15. yüzyılda birbirine karıştırılmış olması ciddi olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Tekrar Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın çalışmasına dönersek, Ebu’l-Vefa’nın Ebu Muhammed Abdullah eş-Şenbaki’ye bağlı olduğu ve bu tarikatında Rufailik’ten ayrı bir hüviyet taşımadığı öne sürülerek varolduğu kabul edilen Vefai tarikatı Rufai tarikatıyla birleştirilmektedir. Yaptığımız araştırmalarda tasavvuf tarihleri, mezhepler ve tarikatlarla ilgili yapılan çalışmaların hiç birinde Anadolu’da bir Vefai tarikatından ve bunun hususiyetlerinden söz edilmediğini bir kere daha vurgulamalıyız. Bu iddia öne sürülen ciddi iddialardan biri olmakla birlikte, başvurulan hiçbir kaynakta kesin bir bilgiye rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Ebu’l-Vefa Bağdadi veya Ebul Vefa Kürdi sanıyla anılan ve ünlü mutasavvıflardan birisi olan bu yüzden “Tacül Arifin” ünvanıyla tanınan kişi adına Vefailik adında bir tarikatın kurulmuş olduğu ve bunun hiç olmazsa 15. yüzyıla kadar sürüp sonra bittiğine dair elimizde belge bulunmamaktadır. Aşık Paşa’nın 15. yüzyılda öne sürdüğü bir iddiaya dayanaraktan bir Vefai tarikatının olduğu Baba İlyas’ın bu tarikatın halifesi olduğu yolundaki iddialara kesin gözüyle bakmak yanlıştır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi Rufai tarikatı günümüze kadar gelmiş ilke ve disiplini tamamen farklı bir tarikattır. Prof. Dr. A. Yaşar Ocak’ın da belirttiği gibi gerek Baba İlyas, gerekse Dede Karkın’ın varlığı kuşku götürmeyen ilkeleri ve disiplini çağlar aşarak günümüze gelen Hoca Ahmet Yesevi Ocağı’na bağlıdır. En azından Dede Karkın’ın Horasan’dan geldiğine dair Aşık Ednâî’nin kasidesinde geçen: “Rah-ı Hüdâ nesl-i Ali’dir ism-i Numanım meded/ Lakab-ı Dede Karkın Sultan şah-ı Horasanım meded” mısralarından da anlaşılacağı gibi, Dede Karkın silsilesinin ikinci ismi olan Numan Dede Karkinî’nin Horasan’dan geldiği kaydı bulunmaktadır. Karkın Boyu’nun Anadolu’daki devamı olan bölgelerde yaptığımız araştırmalar devam etmektedir. Yazımızın dergimizde yayına hazırlandığı bir sırada Erzincan’dan ve Gazi Antep’ten yşeni belgeler bulunmuştur. Bu belge ve bilgilere göre Karkın Boyu’nun Horasan üzerinden Anadolu’ya geldikleri kesinlik kazanmaktadır. Bu bilgilere dergimizin yaz sayısında bulacaksınız. Dede Karkın ve Baba İlyas’la ilgili uzun değerlendirmelerden sonra Ahmet Yaşar Ocak şu yorumu yapmaktadır: “Üstelik Harezm’de Yeseviliğin yaygın bulunduğu ve Dede Karkın ile Baba İlyas’ın Harezmli Türklerden oldukları ihtimalinin yüksekliği düşünülürse, Baba İlyas’ın Yesevilikle bağlantısının bulunup bulunmadığı bir mesele olarak gündeme geliyor.” (Ocak: 1996, s.104) Ahmet Yaşar Ocak’ın şu düşünceleri Dede Karkın’ın Yesevi Ocağının devamı olduğu tezini güçlendirmektedir: “Üstelik Baba İlyas’ın fikirlerinden çok şeyler alarak teşekkül eden Bektaşilikte Yesevi geleneklerinin korunması, bu ihtimali bizce daha da güçlendiriyor.” (Ocak, 1996:105) Dolayısıyla Karkın Ocağının diğer Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen oymaklarda olduğu gibi Yesevi Ocağının devamıdır diyebiliriz. Dolayısıyla elimizdeki en eski belgelerde EbulVefa’nın şeceresinin bulunması ve iki ismin birlikte anılmaları en azından belgeleri bulununcaya kadar Ebu’l Vefa’nın Kargın Boyu içinde yer aldığını düşünmemiz gerekecektir. Vefai Tarikatı konusuna gelince; bütün tasavvuf tarihlerinde Vefai tarikatının Mağrib-i İskenderi ünvanlı Şeyh Vefa tarafından Mısır’da kurulduğu, iki kola ayrılan bu tarikatın kurucusunun Bingazi’de defnedildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu durumda ya Vefai tarikatı Ebu’l-Vefa döneminde anılmış ve fakat ölümünden sonra unutulmuş, 15. yüzyılda yeniden ortaya çıkmış; ya da bu bilgi diğer Vefai tarikatıyla karıştırılmış olmalıdır. Ebu’l Vefa ile ilgili olarak yaptığımız araştırmalar devam etmektedir. Bu konudaki temel kaynaklardan biri kabul edilen ve değişik Türkçe yazmalarının İstanbul ve Ankara’daki kütüphanelerdeki varlığından söz edilen Ebu’l Vefa Menakıbnamesi’nin üç ayrı yazmasını inceleyeceğiz. Bunlardan biri Samsun’da bulunan bir Türkçe yazmadır. Öte yandan Ebu’l Vefa ‘nın Bağdat’ta Mustansıriyye Medresesinde (408 Hicri) 1017 miladi tarihli bilim adamları tarafından onaylanmış bir belgeden de söz edilmektedir. Araştırmacı yazar Nejat Birdoğan bu belgeden söz ederken belgenin tümünü yayınlamadığı için bilgi tam olarak anlaşılamamaktadır. Çalışmasında bazı düzeltme hataları dolayısıyla 1071 miladi, 1017 miladi gibi hatalar yanında belgenin orijinalinin veriliş tarihi, verilen kişinin kimliği ve akrabalık bağlantısı da tam olarak anlaşılamamaktadır. (Birdoğan: 1995, 108-109) sayın Birdoğan da bu belgeye diğer belgelere dayandırarak Ebul Vefa ile Baba İlyas arasında bir halifelik bağlantısının olamayacağı yargısını kesinleştirerek bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Sayın Birdoğan’ın Kargın türk
Posted on: Mon, 23 Sep 2013 09:03:58 +0000

Recently Viewed Topics




© 2015