Mutlaka okumanizi istedigim bir makale, uzun, vaktiniz yoksa - TopicsExpress



          

Mutlaka okumanizi istedigim bir makale, uzun, vaktiniz yoksa kayit yapin ama okuyun! Necati Gültepe Kurtlar, Mankurtlar ve evdeki düşmanlar İnsanların kaderi alınyazılarında (genlerinde), milletlerin kaderi ise mitolojilerinde kayıtlıdır. Burada sözü edilen ‘kader’ kavramını geniş zaman (geçmiş ve gelecek) boyutunda düşünmek gerekmektedir. İnsan, birey olarak daha ana rahminde iken cinsiyeti, saçının rengi, boyu-posu, şekli-şemaili, karakter yapısı vs.. bellidir. Çünkü bu onun ailesinden/atalarından gelen genetik kodları yani genleri ile belirlenmiştir ve kodlama nasıl gelişim göstermiş ise sonuç o olacaktır. Milletlerin ise bu anlamda gen havuzu mitolojileridir. Orada ‘yazgıları’ nasıl şekil alır ise tarihleri de öyle tezahür eder. Daha açık bir ifade ile milletlerin karakterleri, varlıklarını gösterdikleri andan itibaren gelişen ve yaratılan mitolojilerinde kodlanmıştır ve tespit edilmiş olduğu şekli ile nesilden nesile aktarılmaktadır diyebiliriz. Mesela: Türk milletinin mitolojisinden gelen çok açık bazı özellikleri vardır ki hiç değişmez. Var oldukları, yaşamlar boyunca yayıldıkları coğrafyalarda ve kurdukları devletlerde hep tekrarlanırlar: Tek tanrılıdırlar ve Göktanrı’ya inanırlar. Bugüne kadar, canlı cansız hiçbir yontuya ve puta tapmamışlardır. Mazlumdurlar, asla zalim olamazlar. Asırlarca hükümleri altında yaşayan milletlerin dilini, dinini değiştirmeye kalkmamışlardır. Tarih boyu pek nadir imha savaşı yapmışladır. Türk, savaştığı can düşmanının bile insan olduğunu asla unutmaz. En kanlı savaşı sadece karşı tarafı püskürtme ve caydırmaya yöneliktir. Türkler tarihte hiç bir zaman kıyım yapmamışlardır. Ne ırkçılık bilirler ne de dincilik, Türk’ün bütün ideolojisi yaratılışından dolayı kutsal saydığı insanı yüceltmek diye tanımlanabilir.. Türk mitolojisine göre Oğuz Han’a Gök Tengri tarafından verilen bir görev vardır; Dünyayı yönetmek ve insanlar arasında adaleti sağlamak. Türkler yeryüzünde binlerce yıldır bu görevlerini yerine getirirken inanılmaz kayıplar vermişler ve çok büyük bedeller ödemişlerdir. Yeryüzünde en çok ve en büyük soykırıma uğrayan millet Türkler olmasına rağmen maalesef soykırım yapmakla suçlanmışlardır. [Balkan Türklerine yapılan soykırıma hiç girmiyorum(1) ama şimdi anlamı bakımından korkunç bir cümleyi telaffuz etmek mecburiyetindeyim: İnsanlık tarihinin başından bu güne kadar yapılan soykırımların toplamından daha fazla Türklere soykırım yapılmıştır. Asya topraklarında gerçekleşen Türk soykırımının gerçek sayısal verileri inanılmaz rakamlara ulaşmıştır. Rusya Federasyonu bugünkü gibi çok uluslu bir devlet değildi, hatta devlet bile değildi. Basit bir “knezlik”, bir nevi “kontluk” ya da Türkçe adaptasyonu ile küçük bir “beylikti”. Ancak 14. yy’dan, daha doğrusu 1552 yılında Kazan Hanlığı’nın işgalinden itibaren, Rusya Türk yurtlarına yönelik başlattığı saldırılarla kendi topraklarını genişletmeye koyulmuştu. 19. yy’ın sonuna gelindiğinde Rus işgaline boyun eğen son Türk boyu olan Türkmenlerin bölgesi de Rusya İmparatorluğu içerisine dâhil edildikten sonra, maalesef tarih sahnesine yeni bir terim olarak “Rusya Türkleri” deyimi çıkmış bulunmaktadır. 16. yy.da tahminî Rus nüfusu 1.000.000’un altında idi. Buna mukabil bütün o coğrafyaya yayılmış (şimdiki Asya Türk-Rus coğrafyası ) Türk boy ve oymaklarının toplam nüfusu ise asgari 10.000.000 olarak tahmin edilmektedir. Resmî ifadelere göre günümüzdeki nüfusu (Slav olarak) yaklaşık 120.000.000 dur. Şu anda aynı coğrafyada yer alan Türk nüfus ise toplam 80.000.000 civarındadır. Demografi uzmanlarının ifadelerine göre Asya’da bulunan Türk unsurun, beraber yaşadığı diğer milletlere, mesela Ruslara oranla çoğalma kabiliyeti kat kat fazladır. Bütün bunlar göz önünde tutularak bir değerlendirme yapılacak olursa: 16. yy’daki oran: 1.000.0000 Rus/10. 000.000 Türk Günümüzdeki sayılar: 120.000.000 Rus/80.000.000 Türk Bu denkleme, Türk nüfusun % 50 nispetinde kendiliklerinden terk-i dünya ettiklerini ya da intihar ettiklerini, yaşamaktan vazgeçtiklerini de varsayalım!.. Netice olarak şu anda Rusya denen bu coğrafyada en az 600.000.000 Türk’ün yaşıyor olması gerekirdi. Biliyorum hemen dudaklar kıvrılacak, hafif bir tebessümle en makûl okuyucu bile abarttığımı düşünecek. Hâlbuki bu söylediklerimin sağlamasını yapmak o kadar kolay ki; internete bu nüfus rakamlarını veren onlarca resmi gayri resmi siteler bulunmakta. İki dakika içerisinde, benim vardığım sonuca sizlerde rahatlıkla ulaşabilirsiniz. — Peki, nereye gitti milyonlarca Türk insanı? Sorusuna verilecek cevap: — Maalesef katledildiler. — Yok, edildiler, soykırımına uğratıldılar, hem de en vahşi şekilde.] Sondan yani Türkiye Cumhuriyetinden bir önceki büyük Türk devleti Devlet-i Âli Osman yani Osmanlı Devleti’dir. Batının azgınca ve bir vandalizm uygulayarak sömürdüğü milletlere; Afrika’sından, Amerika’sına, Yahudisinden, Hintlisine kadar kucak açmış onların insan onurunu savunmuştur. Devletin bizzat yönettiği yerleşim alanlarının toplam değeri, 20 milyon kilometrekaredir. “Osmanlı” devletin adı idi, ama bütün milletler onu “Türk imparatorluğu” olarak biliyor ve telaffuz ediyorlardı. Osmanlı Türkleri, altı yüz sene bütün dünyaya karşı sadece insanı ve haklarını savundu. Anadolu’ya Türkler 1071’de Malazgirt Zaferi sonrasındaki girişlerinde Anadolu’daki Ermeniler son derece kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Batı Roma (Bizans) onları öyle bir sömürmüştü ki artık soyları tükenmek üzereydi. Kürtlere gelince; öyle bir millet zaten yoktu. Ancak, 16. asrın sonunda ‘Ekrat’ ya da ‘Türkmen Ekradı’ diye Osmanlı kayıtlarında yer almaya başlamıştı. Hiçbir topluluğun itibar etmediği Kürtler, dağ bayır gibi verimsiz alanlarda en ilkel şekilde yaşıyorlardı. Osmanlı Türk Devleti, devlet yapısı içten ve dıştan çürütülerek 1912 ile 1918 arası çökertildi. Bu sefer karşısında Düveli Muazzama, yani neredeyse bütün dünya devletleri vardı. Önce o tarihe kadar yani altı yüz sene Türklerin himayesinde dil, din problemi olmadan yaşayan Ermeniler ve daha sonra da Kürtler ekonomik açıdan zenginleşerek nüfuslarını da arttırmışlardı. Osmanlı’nın son 25 yılında, özellikle kilise kanalıyla önce ‘millet-i sadıka’ olan Ermeniler mankurtlaştırıldılar. Böylece kendi velinimetlerine, varlık sebebleri olan Türklere cephe aldılar ve suikastlara başladılar. [Mankurtlaşma tabirinin kökeni Manas Destanı’na kadar uzanır. Ama bu kavramı hafızalara kazıyan isim Cengiz Aytmatov ve onun yazdığı hikâyedir. Hikâye özet olarak şudur: Yapılan bir savaş sonrası esir alınanların, elleri kolları bağlanıp saçları usturayla kazınır. Deve şirdeni, saçı kazınmış esirlerin kafasına geçirilir. Başları sağa-sola oynamasın diye boyunlarına kütük kalıp geçirilerek kızgın çöle salınır. Çığlıkları duyulmasın diye de oldukça uzakça bir yere götürülür. Kızgın güneş altında büzülen deve derisi, başı mengene gibi öyle sıkıştırır ki, esirin çıkmaya başlayan saçları kurumuş deriyi geçemeyip dışarıya çıkamadığından yeniden kökünden geriye dönerek saç derisinin altından beyine geçer. Beyin, bu basınç altında değişime uğrar. Kızgın çölde aç-susuz bir hafta geçiren bu esirlerden birçoğu ölür ve orada gömülür. Sağ kalanlar ise değişime uğrayan beyinleri yaşam kodlarını yitirdiğinden belleklerini de yitirmiş bir vaziyette Mankurt’a dönüşürler. Bu süreci tamamlayanlar için artık başka bir hayat söz konusudur. Günlerce beslenip güç kazandırılan mankurtlar, yeterince güçlendikten sonra köle pazarına götürülüp satılırlar. “Mankurt” kim olduğunu, soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmez çünkü belleğini kendine özgü genetik kodlarını kaybetmiştir. Kısacası insan olduğunun bile farkında değildir. Benlik bilincini yitirdiği için karnını doyuran efendisine, iktisadi açıdan büyük avantajlar sağlar… Herhangi bir köle sahibi için en büyük tehlike, kölesinin bir gün kendisine başkaldırmasıdır. Her köle fırsat bulunca özgürce yaşamak için bir yolunu bulup isyan eder; oysa mankurt köleler arasında kaçmayı, karşı koymayı, başkaldırmayı düşünmeyen, alışılmışın dışında tek varlıktır. Köpeklerin sahiplerini dinlemeleri gibi mankurt ta efendisinin sözünden dışarı çıkmaz daha doğrusu çıkmayı düşünemez.] Yine bu dönemde yani Osmanlı’nın son 25 yılında Batılı mihraklarca, terminolojik olarak ifade edilen ‘Kürt’ varlığı oluşturuldu ve mankurtlaştırılarak ön plana çıkarıldı. O zamana kadar etnik olarak hiçbir gerçekçiliği olmadığı için daha çok dini söylemler- terminolojiler kullanılarak özellikle de topluluklar arasındaki mezhepsel farklar körüklenerek tarih boyunca birlikte yaşadıkları Türk’e (Osmanlı’ya) karşı ayaklandırıldılar. Emperyalist güçlerin 19. yüzyılın sonlarında başladıkları Türk’ü sonlandırma, Anadolu’dan sürüp çıkarma projesine İstiklal Savaşı ile Mustafa Kemal önderliğinde son verildi. 29 Ekim 1923 günü kurulan Cumhuriyet’le son verilen Türk’ü sonlandırma projesi, günümüzde ise şekil değişikliği ile aynen devam etmektedir: Daha önceleri dışardan Türk karşıtı projeyi yöneten düveli muazzama –emperyal güçler, bu sefer evin içine kadar girdiler. Ve orada ‘Batı-Kilise’ geleneğinin eseri olan, onunla işbirliği halinde olan her türlü dinci, ateist, solcu, sağcı liberal, masonik örgütler ve organizasyonları kullanarak “Batı-kilise-Vahhabi” cephesini oluşturdular. Artık içeride yanı başımızdalar. Görünür olarak bizzat içimizden Kürt-Ermeni varlığı kullanılarak PKK diye bir katiller çetesi oluşturuldu. Bu defa Türk’ün işi gerçekten zor görünüyor: Çünkü artık bizzat evin içindeler. Tarihte eşine menendine rastlanmamış bir savaşla karşı karşıyayız, şöyle ki: - Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir Türk devleti ve bu devletin sahibinin Türkler olduğu bizzat ülkemizi yönetenlerin ağızlarıyla inkâr edilmektedir. Yine bu doğrultuda zihinlerden kitaplardan ve her türlü görüntü unsurundan Türk lafzı silinip, ruhu yok edilmektedir. - Mahkeme ve yargı konusu ise sadece görüntüden ibarettir. Bilhassa Türk Ordusu ve Türk subaylarına karşı yürütülen operasyon, gücünü ve ruhunu halkının yüreğindeki sevgiden alan askeri gücü onursuzlaştırarak, Türklüğü ortadan kaldırmaya ve bölücülüğü meşrulaştırmaya karşı durabilecek güçleri tasfiye etme hareketidir. Nitekim şu anda bölücülerle silahlı mücadele etmesi yasaklanmış bir ordu vardır. - On binlerce insanın kanına girmiş PKK’lılar meşru bir güç gibi kabul edilmekte ve Türk askerini, öğretmenini, esnafını, mühendisini, korucusunu öldüren caniler şehit sayılmakta; onlar için “şehitlikler” yapılmasına izin verilmektedir. Hatta kurtarılmış bölgelerinde kendi ordularını kurmalarına göz yumulmaktadır. - Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları dışında kalan ancak aynı kültürün ve geçmişin parçası olan Türk unsuruna karşı ise açıktan düşmanca tavırlar sergilemektedir: Kuzey Irak’ta bilhassa Kerkük’te Türk toplumunun tepesinde bir Kürt devletinin kurulmasını bizzat Türkiye’yi yönetenler sağlamıştır. Bu yöneticiler, şimdilerde ise bütün güçleri ile Suriye’de ki Türk unsurun yok edilmesi doğrultusunda politika üretmekle meşgullerdir. Çünkü Düvel-i Muazzama böyle emretmiştir. Durum gerçekte şudur: Düvel-i Muazzama yani emperyal güçler, Türkiye Cumhuriyeti içinde kendi adlarına çalışacak ve Türkleri tarih sahnesinden silecek organizasyonu Batı-Kilise-Vahhabi birliğini oluşturmuşlardır. Bu birlik; bugün topraklarımızı, bankalarımızı, borsamızı, fabrikalarımızı, sahillerimizi yani malımızı mülkümüzü talan etmeyi düşünmekle yetinmiyor, milletimizin evlatlarının hafızalarını, tarihlerini, dinlerini, dillerini, kültürlerini, kimliklerini, hayallerini, kutsallarını da almaya, yok etmeye çalışıyorlar. Asıl tehlikelisi de bu. Özellikle yeni yetişen neslin elinden milliyet şuuru, asırlar boyunca oluşturulmuş kendilik bilinci, Türklük ve Müslümanlık aidiyeti alındığı zaman kolayca köleleştirilebilen ve içi saman dolu çuvallara dönmüş mankurtlar sürüsü hâline geliverirler. O bakımdan bugün Türk milleti var olma mücadelesiyle karşı karşıyadır. Türk millî varlığının yok oluş süreci çok derinlerden ve sessizce, hissettirilmeden, ama sistemli bir şekilde yavaş yavaş devam ettirildiği için büyük kitle, farkına varmamaktadır. Hatta ciddi anlamdaki millî uyarıları alaya almakta, küçümsemekte; “Bize bir şey olmaz” diyerek istihzaya almaktadırlar. Bu uyarılara; “Bunlar komplo teorileri, paranoyak düşünceler.” itirazlarıyla, gelen tehlikeyi hafife almaktadırlar. Zavallı insanlar; aynen kazanda yavaş yavaş haşlanan kurbağalar gibi olayın farkına vardıklarında nasıl tükendiklerini anlamadan yok olup gidecekler. Gelelim bizim mankurtlar ve evdeki düşmanlara: Günümüzde Türkiyeli mankurt aydın tipinin en önemli özelliği, özgüven yoksunluğu hastalığına yakalanmış olmasıdır. Bu sebepten bıkıp usanmadan kendisine siyasi ve idarî anlamda efendi arar. Mankurt denilen tipin temel özelliği, kendine güvenmemesidir. Özgüveni tamamen kaybolmuştur. Özellikle de kendisine olan güveni, saygısı, inancı berhava olmuştur. Kendi işini kendisi yapamaz, yapamayacağına inanır. Kendisini ve tabii mensup olduğu milleti de bir şey bilmez, bir iş beceremez, elinden bir şey gelmez, kendi kendisini idare edemez olarak bellemiştir. Durum böyleyken, oldukça azınlıkta kalmış az sayıdaki gerçek münevverler, bu gafilleri içerden ve dışarıdan gelen tehlikelere karşı boşuna uyarmak için çırpınıp dururlar. Ama maalesef onlara kimse aldırmaz ve duymazlar. Çünkü o mankurt sürüsünün ve ‘evdeki düşman’ patronlarının dilleri ayrıdır. İçlerindeki Hayat Ağaçları kurumuştur. Alt şuurları dumura uğramış, geçmişle olan bağlar kopmuştur. Bu mankurt güruhunda yer alanlar ise: Gazeteci, yazar, romancı, siyasetçi, uzman, toplum mühendisi, sivil toplum kuruluşçusu sıfatlarını taşıyanlardır. Bunlar değişik adlar altında Türk milletinin arasına; hatta kılcal damarlarına kadar sızmış olan mankurtlardır Türk milletinin büyük ekseriyeti bu tipi tanıyamamakta, tanıma çabasına da girmemektedir. Onun sinsi ve şeytanî plan ve projelerine bilmeyerek dâhil olmakta, ona para, oy, manevi destek, taraftarlık gibi değişik desteklerle yardımcı olarak kendi ölüm fermanını kendisi imzalamaktadır. Bugün Türk milletinin büyük çoğunluğu maalesef mankurt aydın tipini hayırhâhı bilmekte, onu kendisini gerçekten aydınlatan kişi zannetmektedir. Tamda bu isli kara ve umutsuz tablo devam ederken bir gün bir hadise, bir mucize oldu: Ülke yönetimi, AVM inşa etmek için gezi parkındaki birkaç ağacı kesmeye kalkıştı. İşte o gün olanlar oldu. Adeta kozmik bir tepkime ile insanlar ayaklandı. Sanki evrensel ve mitolojik Hayat Ağacı kesiliyormuş gibi halkın özellikle gençlerin alt şuuru harekete geçti. Henüz sokağı bile tanımayan bütün bildiği; kreş, ev, okul, internet cafe ve evlerindeki bilgisayarları olan gençler adeta Ergenekon’dan fırlayan bozkurtlar gibi Gezi Parkı’na akın ettiler. Her bir sahnesi ve anı ayrı bir mitolojik unsur taşıyan olaylar günlerce sürdü... Burada son söz olarak bu olaylardan sadece bir tanesinden söz edeceğim: Herhangi bir yaz gecesi idi. Kadıköy Bağdat Caddesi ki bir baştan bir başa beş kilometredir. Hınça hınç dolmuştu. Kızlı erkekli binlerce genç, yaş ortalaması muhtemelen 17 çünkü 14-19 yaş gurubu çoğunlukta idi. Elerinde sadece Türk bayrağı, dillerinde Türk kelamı vardı! Görünmez yeleleri, kurt bakışı gözleri ile adeta bir bozkurt ordusuydu. Aralarda tek tük, Genç Türk flaması gözüküyordu. Anlaşılan maya onlardı ve bu maya tutmuştu. Bağdat Caddesi Ergenekon’dan yol bulup akan bir nehir gibi coşmuştu… Aman yarabbi!.. Bu ne?.. Bu ne harika bir manzaraydı!... Bu bir dirilişti. O Bağdat Caddesi ki kırk yıldır bilirim; ne Türk sözü ne de bayrak objesi pek ilgi görmezdi burada. Burası İstanbul’un en köklü ve varlıklı ailelerinin oturduğu birazda lümpen çevresi idi…. Ama demirden dağ delinmiş surda delik açılmıştı artık: Gezi Parkı ve bu bağlamda, sonrasında yaşanan olaylarla tam bir çağdaş Ergenekon çıkışı başlamıştı. Bu çıkıştan sonra: Hiçbir devirde olmadığı oranda güçlü ve engellenemeyen bir kitle hareketi ile karşı karşıya bulunuyoruz. Sözünü ettiğimiz bu kitle, geleneksel kitleden farklı olarak harekesi mankurtlaştırmaya çalışan iktidarın çemberinde. Her gün yeni bir hamle ile biraz daha sıkıştırmaktadır. Bu durum ise içerideki basıncı, tepkiyi büyütmekten başka işe yaramamaktadır. Gelinen noktada; mankurtlar ve evdeki düşmanlar açısından çöküş başlamıştır. Çünkü maya tutmuş, şuur uyanmış, hayat ağacı silkinmiş, Türkün mitolojisinde ki ‘Alp Kız’lar ve ‘Alp Er’enler harekete geçmiştir. Bu harekete geçen kitle hiç kimseye benzememekte, şuuraltında binlerce yıl eskiyi mitolojik dönemi yaşamaktalar. Kafalarına geçirilmek istenen bütün külahları atmış, başı dik dünya umurlarında değil. Ne parti ne ideoloji ne de fırkacılık biliyor. Ne set tanıyorlar ne de sınır. Gözler al bayrakta dillerinde tek bir hece; TÜRK.1 Dipnot: 1. Balkanlarda Türk Soykırımı, Ali Özsoy, İleri Yayınları, 2012 İstanbul
Posted on: Sun, 01 Dec 2013 10:16:16 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015