Sarızeybek’i Neden Tutuklamıyorlar… Erdal Sarızeybek - - TopicsExpress



          

Sarızeybek’i Neden Tutuklamıyorlar… Erdal Sarızeybek - Haberler 29 Haziran 2013 “Ey oğul! İşin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı. Allah yardımcın olsun…” Şeyh Edebali Sarızeybek otuz yıl süren askerlik yaşamında yüksek bir kariyer yaptı. Tek düşüncesi çocuklarına huzurlu ve güvenli bir ülke ile gelecek bırakabilmekti. Geriye dönüp bakıldığında yapmış olduğu hizmetlerin huzuruyla gözlerini dinlendirmesi gerekirdi ama olmadı, bugün yüreğini bile uyku tutmamaktadır. Derin endişeler içindedir. En başta çizmiş olduğu yolun kutsallığı ile yaşadıkları arasında derin uçurumlar vardır. Göz ardı edilemediği için bu uçurum, onu alın yazısını sorgulamaya götürmüştür. İçtenlikle yapıldığını göreceğiniz bu sorgulama aslında bir özeleştiridir. Ancak amacı kutsal değerlerimize sahip çıkmak olduğu için yürüdüğü bu yol bizi sıradan bir özeleştiriye değil, doğası gereği bir hesaplaşmaya sürükleyecektir, asker-siyaset-yargı ve terör ekseninde tam bir hesaplaşma. Ne için diye sorarsanız; başta ifade ettiği gibi ülkemiz ve çocuklarımızın geleceği için… ******** Şikâyetçiyim dedim. Şaşırdı, “Kimden” diye sordu. Başbakan’dan dedim. Hangi Başbakan’dan, dedi. Recep Tayyip Erdoğan’dan, dedim. Bunu yazmayalım, siz sonra ayrı bir dilekçe yazarsınız, dedi. Ardından, “Başka ne biliyorsunuz?” diyerek yeniden sormaya koyuldu… Biletimizi alıyorlardı, yemeğimizi veriyorlar ve kalmak gerekirse bir de otel odası tahsis ediyorlardı, hepsi bu. Onlar davet etti, biz de koşarak gittik. 2005’ten günümüze iki yüz bin kilometre yol kat ederek Anadolu’nun büyük bir çoğunluğunu gezdik ve halkımızla buluştuk. Üniversitelerimizin yine çoğunluğuna ulaşarak gençlerimizle bir araya geldik. Büyük bir çabaydı bu, büyük bir fedakârlık isteyen kutsal bir çaba. Adım adım Anadolu derken, bu arada dokuz ayrı kitaba imza atarak görüş ve düşüncelerimizi halkımızla paylaştık ve bu amaçla elimizden gelenin ötesine taşıdık hem kendimizi hem ailemizi. Çağrıldığımız her yerde, her televizyon kanalında ve her gazetede biz vardık, bu yaşamdan elde etmiş olduğumuz her bilgiyi ülkemiz ve çocuklarımızın geleceği için sizlerle paylaşmaya çabaladık. Hiç ayrım yapmadık. Son yıla kadar hiçbir partinin adını öne çıkarmadık, siyasetle uğraşmadık. Şahsi ya da siyasi çıkar peşinde koşmadık. Siyaset ve terör ekseninde ders alınması için sadece ve sadece gerçeği yazdık ve anlattık, geleceğe umutla bakabilmek için. Sözlerimiz asla yalana konu olmadı, asla iftira denilebilecek sözlerin sahibi olmadık. Sade bir yüreğiz biz ülkesini, bayrağını, insanlarını çok seven. Sade bir can… Akıl ötesi düşüncelere konu olabilecek olaylar yaşamış olduğumuzun farkındayız. Bu olaylar karşısında yazgımızı zorlayıp sınırları aşıp aşmadığımızı hep sorgulamışızdır. Geçmişe baktığımızda görebildiğimiz bir karanlık yoktur, her şey açıktır. Gerek yasalardan aldığımız güçle yapmış olduğumuz hizmetler, gerekse emeklilik sonrasında ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği için göstermiş olduğumuz çabalar ortadadır. Haklı endişelerimizin kaynağında, mevcut yönetici siyaset ve hukukun bizi hak edilmemiş bir sürece sürüklemekte oluşu yatmaktadır. Çünkü en başta varlığımızı, düşünce ve fikirlerimizi yok edebilmek için ortaya konulan bugünkü siyasi ve hukuki bu tavırlar bizi endişeye sürüklemektedir. Bu nasıl bir iştir ki; bu tavır sahipleri ömrü feda ettiğimiz terörle mücadelede bize terörist, kaçakla mücadelede de kaçakçı diyebilecek kadar ileriye gidebilmiştir. Bu bizler için kabul edilemez, görmezden gelinemez! Ülkemizin varlığı ve bekası ile çocuklarımızın geleceğini düşünmekten ve bu yolda kararlılıkla yürümekten başka bir gücümüz yoktur. Gelecekten şahsi hiçbir beklentimiz yoktur. Karşı konulamaz bu gücümüz karşısında düşünce ve fikirlerimizin size ulaştırılmasını ve yapılanmasını engellemeye yönelik bu art niyetli siyaset ve hukuk, aynı zamanda içine çekildiğimiz tehlikelerin de ne denli ağır olduğunu işaret etmektedir. Her ne pahasına olursa olsun bu hak edilmemiş karşıt tavır sorgulanmalıdır. Bu çizgide devletimizi yöneten siyasetin ülkemizi ve çocuklarımızı nereye sürüklemeye çalıştığı ortaya çıkarılmalıdır. Bir tehlike varsa görülmeli ve mücadele edilmelidir. Bu da mertçe ve yiğitçe yapılmalı, mutlaka sonuca ulaşılmalıdır. İçtenliğimizin bir işareti olarak ilk önce kendi yürek ve akıl temelimizi bu hesaplaşmanın tam merkezine koyacağız, sonra siyaseti, askeri, yargıyı ve devletimizi yöneten düşünceyi masaya yatıracağız. Varlığımızı yok sayan bu siyaset ve yönetim sistematiği mahkûm edilirse eğer, ipi ilk çeken olacağımızdan kimse kuşku duymamalıdır. Bu amaçla yola çıktık, ama önce 2013 yılı itibariyle bize karşı yürütülen siyasi ve hukuki tavrın boyutlarının ne olduğunu yakından bir görmelisiniz… Her şey Temmuz 2003’te, Bülent Arınç’tan gelen bir telefonla başladı. O TBMM Başkanı, biz Manisa İl Jandarma Komutanı bir albay. O sordu biz cevap verdik, ama bu telefon sonrasında bütün hayatımız değişti, alt üst oldu ve olmadık işler karşımıza çıktı. Hatırlayınız, Manisa’da annesine ait bir evin jandarma tarafından aranmak istendiğine ilişkin haberler kamuoyuna açıklandığında, Arınç’ın önce ekranların karşısına geçerek, “O albaya soracaklarım var” demesi ama ardından geri çekilmesiyle biz siyasetin ve hukukun hedefinde bulduk kendimizi. Oysaki bu arama jandarma emriyle değil savcılık emriyle yapılmış yasal bir adli işlemdi. Bu işlemin altındaki nedenlerin sorgulanması gerekirken, bu hiç yapılmadı. Yasa dışı bir işlem gibi bir algı yaratılarak mevcut siyasete kamuoyu sempatisi kazandırma yolu seçildi. Bu yapılırken de hedefe biz, Şener Eruygur ve sonra Levent Ersöz yerleştirildi. Ardından da siyasetinin güç kazandırdığı özel hukuku eliyle olmadık işlerle karşı karşıya bıraktı bizi. Hani sıradan bir iki haksızlık olsa kader deyip sineye çekerdik, ama bu kader değil kasıt, planlı ve programlı, komplo derseniz işte en alası. Bu noktada yıllar, olaylar ve kişiler göz ardı edilmeyecek kadar dikkat çekicidir. Yıl 2003, şimdi Kod adı Balyoz denilerek anlatılan yıllar. Yıl 2003-2004, Ayışığı, Deniz Feneri, Yakamoz gibi kod adlarıyla anlatılan yıllar. Ve kişiler: Bülent Arınç, Yalçın Tanfer, Aytaç Yalman, Şener Eruygur, Levent Ersöz, Atilla Uğur… Ve olaylar: Fetullah Gülen’in Manisa örgütlenmesi, Arınç’ın annesine ait bir evde arama yapılmak istenmesi, Arınç’ın telefonu, Tuncay Güney ve Yalçın Tanfer’in akıl üstünde tezgâhları. Sadece bu değil, daha da geriye gidildiğinde yıl 92-93, terörün zirve yaptığı yıllar, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, Bitlis olayı, ‘93 Özal-PKK ateşkesi, göçler, şehitler ve hepsinin ortasında biz… İnanınız bu sayılan yıllar, olaylar ve kişiler sanki Bülent Arınç’ın telefonuyla birden harekete geçti ve hepsi bir olup üstümüze saldırmaya başladı. Arınç ise bilerek ya da bilmeyerek bu işi tetikleyen kişi oldu. Şimdi bizim soracaklarımız var, ama önce bize karşı yapılan haksızlıkları ve hukuksuzlukları size anlatmalıyım… Arınç’ın, “O albaya soracaklarım var” dediği albay biziz. Kamuoyunda bir tehdit gibi algılanan bu beyan açıklandıktan sonra ilk Savcı Zekeriya Öz’le karşı karşıya getirildik. 30 Nisan 2008’de bizi tanık sıfatıyla çağırdı. İstanbul Levent’teki bürosunda iki saat sorguladığını ancak ifademizi tutanağa geçirmediği için mağdur edildiğimizi ekranlardan size açıklamıştım. Aslında bu bir tuzaktı, psikolojik baskı yaratılıp bizden Türk Ordusu aleyhine ifade istenmişti. İfademiz tutanağa geçirilmeyerek de yanlı medyanın kara propagandasına zemin yaratılmaya çalışılmıştı. Ama ister önsezi ister akıl gücü deyiniz, bu tuzağı anında fark etmiş, düşmemiştik. Gerçeğinde bu iş bu noktada kalmalıydı, büyümemeliydi, ama olmadı. Peşimizden hiç ayrılmadılar ki. Sonrasında peş peşe gelen medya saldırıları karşısında şikâyet etmekten başka bir yol karşımıza çıkmadı ve 26 Mart 2009 tarihinde, Adalet Bakanlığı’na bir dilekçe vererek Savcı Öz’den şikâyetçi olmak durumunda kaldık. Bu bizce rutin bir hukuki işlemdi, açık yürekle gerçeğin ortaya çıkmasını talep etmiştik. Buna karşın sözlerimiz dikkate alınmadı, sesimizi duymazdan bize karşı yapılanları görmezden geldiler ve soruşturma izni vermediler. Şimdi düşünüyoruz da meğerse bu önceki tuzağın ikinci adımıymış, daha neler yaşanacakmış. Ama o sırada bunları nereden bilecektiniz ki, tıpkı Arınç’ın masum bir ifade ile bize açmış olduğu telefon sonrasında başımıza daha neler gelecekmiş, bilemediğimiz gibi… Zekeriya Öz olayı zamanında incelenmiş ve bu olay çerçevesinde İstanbul’da yürüyen ve Kod adı Ergenekon olan soruşturmadaki gizlenen gerçekler açığa çıkarılmış olsaydı, sonraki haksızlıkları ve hukuksuzlukları hiç yaşamış olmayacaktık ama yapmadılar, ısrarla karşı tavırlarını sürdürdüler. Nihayetinde bizi Kod adı Ergenekon soruşturmasına kadar çektiler. Hatırlayınız, bu sözlü tanıklığımızın hemen ertesinde 2009/268 esas ve 2009/188 sayılı iddianame yayınlanmıştı. Bu iddianame içerisinde Yalçın Tanfer adlı kişi eliyle şahsımızı suçlayan ifadelere yer verilmişti. Bizi tanık olarak çağıran bir Savcı’nın kısa bir süre sonra aynı soruşturma dosyasında ‘bizi şüpheli duruma düşürebilecek ifadelere’ yer vermesi ve aleyhimizde verilmiş olan ifadelerin de doğru olup olmadığını araştırmaması açık bir kasıttı, bizi bu soruşturmanın içine çekmek için bir kasıt. Tuzağı gördük ama onca çabaya karşın buna engel olamadık, devletimizi yönetenlere gücümüz yetmedi. Bir karşı savunma olsun diye Yalçın Tanfer aleyhine iftiradan şikâyette bulunduk ama bu da dikkate alınmadı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na 27 Haziran 2009 tarihinde gönderilmiş olan dilekçemize cevap bile verilmedi, hâlâ da yok. Aynı süreçte bu kez ‘Ergenekon Kasası’ diye hakkımızda medyada manşet manşet yayın yaptılar. Öylesi ağır ifadeler kullandılar ki onu yazanların vicdanı, aklı, imanı, Allah’ı var mı diye şimdi bile kendi kendime sorar oldum. “Ergenekon Kasaları Tir Tir Titriyor” dediler ve en başa adımızı yazdı bu vicdansızlar. AKP siyasetine destek veren tüm medya ve internet unsurları da yıldırım hızıyla bu yalan haberi kamuoyuna ulaştırdı. Konu açıktı artık, bir yanda güvenilir yapımız kamuoyunda şüpheye düşürülmek istenirken öte yanda Kod adı Ergenekon diyerek bizi hizaya çekmek istiyorlardı. Tuzak kurguluydu, her şeyin farkındaydık ama savunma hakkı verilmediği için kıpırdayamıyorduk. Öfke içinde bu olan biteni seyretmek de tahammül gücümüzü zorluyordu. Ekranlardan yapmış olduğumuz açıklamaların dışında yasalardan doğan haklarımızı koruyabilmek için aleyhimizde yayın yapanlar hakkında dava açma yoluna gittik.1 Bu davanın özüne bakıldığında en sade bir hâkimin dahi lehimizde karar vermemek için bir gerekçe bulamayacağı görülecektir. Ama bakınız ne yaptı bu Savcı Zekeriya Öz! Bu mahkemeye bir yazı göndererek, ‘Ergenekon Terör Örgütü Şüphelisi’ olduğumuzu bildirdi ve iki olumsuz sonuçla karşı karşıya bıraktı bizi: Biri, açmış olduğumuz davanın kaybedilmesi; diğeri ise bundan sonraki hukuksuzluklara kapı aralanması. Böyle bir vicdansızlığı nasıl kabul edebilirdiniz ki! Bir savcının görev ve yetkisini kötüye kullanarak bizi soruşturmaya dâhil etmeye çabalaması akla ziyandı. İçimizde büyük bir öfkenin doğmasına yol açtı bu durum ve bizi Savcı Öz’le tekrar karşı karşıya getirdi. Yürekteki iyi niyetle yola çıkmıştık, geçmişte de günümüzde de, bu iyi niyetin ışığında Savcı Zekeriya Öz’e bizzat başvurarak gerçeğin ortaya çıkmasını talep ettik. Hatta bu iyi niyetin gücüyle ‘nasıl şüpheli duruma düşmüş olduğumuzu’ öğrenmek ve buna karşı “Savunma hakkımızı kullanmak istiyoruz” diyerek 19.10.2010 günlü dilekçemizi makamına bizzat ulaştırdık. Karşı karşıya kaldığımız hukuksuzluk bizi öyle bir noktaya taşımıştı ki, “İfademizi alın, isterseniz dava açın, isterseniz tutuklamaya sevk edin ancak bu işi bitirin” diyecek kadar öne çıkardı bizi. Hani PKK’lı bir katil size kurşun atsa yüreğinizi delip geçmezdi, zorunuza gitmezdi, çünkü işi oydu. Ama kendi devletinizin bir savcısı bunu size yapmaya kalkışırsa kırılıyorsunuz, anlam vermekte zorlanıyorsunuz. Onca asil duygu ve düşüncelerimize karşın yine işlerin yoluna girmesini başaramadık, yine savunma hakkı vermediler ve şu ana kadar ifademize dahi başvurulmadı. Hukuken bu olaya baktığınızda, söz konusu soruşturma üzerinde ‘gizlilik kararı’ vardır ve zaten ilgili yasa gereği hazırlık soruşturması gizlidir. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’nın bu gizliliği ihlal ederek ve üstelik sadece bizim adımızı kullanarak mahkemeye yazı yazmış olması, üstelik bu yazıda bizi ‘terör örgütü şüphelisi olarak’ göstermiş olması ve bu nedenlerle de açılmış olan bir hukuk davasının kaybedilmiş olmasının ağır bir hukuki sorumluluk olduğu açıkça görülecektir. Bu olmamalıydı, yakışmazdı, adaleti tecelli ettirmekle görevli bir kişinin yaptığı eylemle adaletsizliğe yol açması düşünülemezdi. Bugüne kadar devletimizden asla şüphe etmedik biz. Yanlış yapanlar olsa da ‘bu devlet bizim’ diyen bir düşüncenin sahibiyiz. Bu haksız tavır ve işlemlerden bir gün geri dönüleceği duygusunu hep taşıdık biz. Devletimiz adına beslenmiş bir umuttu bu ama yine yürümedi, sesimiz dikkate alınmadı. Yine de hukukun üstünlüğüne ve adaletin yerini bulacağına olan inancımızdan dolayı şikâyetlerimizi sürdürdük ama sonuç almak mümkün olamadı.2 Bu sözlerimizi doğrulayan kanıtlar Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2010/13.655 sayılı dosyasında mevcuttur, bakabilirsiniz. Bu haksızlıklar karşısında insanın düşünceleri de kararıyor, ışığı bir türlü göremiyor. Karanlıklar içinde yol almak gibi bir şey bu, umutsuzluğa ve yılgınlığa sürüklüyor. Belli ki sadece sözlerimiz ve kitaplarımız değil, varlığımız dahi rahatsız etmiş olacaktı ki birilerini, tıpkı medyanın teröristler için kullanmakta olduğu ifade gibi ‘etkisiz hale getirilmek’ isteniyorduk. Hukuk bilenlerimiz için bunun anlamı açıktır: Önce ‘tanık’ olarak soruşturmaya dâhil etmek, ama istenilen çizgide hareket ettirilemeyince hemen ertesinde ‘şüpheli’ durumuna düşürmek. Bu demekti ki bizim gibi düşünce ve fikirler artık bu hukuk karşısında ömür boyu şüpheli olacaktı. Çünkü böyle bir soruşturma ve davalar ancak zamanaşımında ya da öldükten sonra düşmektedir. Bize savunma hakkı verilmediği için açtığımız davalar kaybedilmektedir. Olası açılacak davaları da kazanma şansımız artık hiç yoktur. Biz hâlâ ‘bir terör örgütü şüphelisi’ olduğumuza göre bu iş ömür boyu sürecektir, bizim anladığımız buydu. Ömür boyu sürecek dediğimiz izlenmek, takip edilmek, araştırılmak, telefon dinlemeleri yani velhasıl kalan ömrü “Ne zaman bunlar başımıza iş açacak?” diye düşünmeyle geçirmek demekti. Hangi can buna katlanabilir, bu işkence karşısında hangi yürek sessiz kalabilirdi ki! Öte yandan bu soruşturmaya yakından bakıldığında savcılık makamı resmen ve alenen Yalçın Tanfer’i koruyordu. Tanfer, Arınç’ın telefonu sonrasında bizi takibe alan kişiydi. Üstelik yazgı bu ya, Tanfer bizi emekli orgeneral Şener Eruygur Bey’le de karşı karşıya getiren kişi olacaktı. Bu kişi hakkındaki şikâyetimizin dikkate alınmayışı aksine Savcılık makamının bu şahsın üzerinden bizi şüpheli konumuna düşürmeye çalışması bu tespitimizin açık kanıtıdır. Şimdi diyeceksiniz ki; “Kod adı Balyoz’da neler var neler, sizin bu başınıza getirilmiş olanlar ne ki!” Haklısınız, bize yapılanlar ne ki. Ama o davaya konu olanlar ikiden fazla kişi; dolayısıyla tezgâh da olsa ikiden fazla kişiyle örgüt kurulabiliyor, peki ya tek kişilik örgütü nasıl kuracaksınız! Öte yanda olmayan paranızla nasıl kasa olacaksınız, mahkemeye verdiğiniz kişilerle nasıl yan yana duracaksınız! Hala umudumuz vardı bizim devletimizden ve bu umutla yeniden şikâyetlerimizi dile getirdik ama ne okuyan oldu ne dinleyen, bu dilekçelerimize bir cevap veren dahi olmadı.3 Tekrar yola koyulduk ve ‘Ergenekon Kasası’ diyerek hakkımızda iftira kampanyası başlatan, başta Zaman Gazetesi olmak üzere, ilgili medyayla hukuk önünde hesaplaşmaya çalıştık. Yapılan haksızlık öylesi bir boyuta vardı ki başvurduğumuz ilk mahkeme Tekzip Kararı verdi, ama bu kez bunu yayımlayan olmadı, size duyuran olmadı. Karar hâlâ elimizde ama ne çare… Üzüldüğümüz, bizi dinleyip güvenen insanlarımız bu yalan haberleri okuyup da “Bak bak, biz de adam sanıyorduk meğer örgüt üyesi bir sanıkmış” diye düşünmeye kalkarsa eğer, bu yürek nasıl çarpacaktı ki artık! Oysa Savcı Öz’ün yazısı altı üstü bir kâğıt parçasıydı, tıpkı İlker Başbuğ Paşa’nın kullandığı ifade gibi ama bakın açtığı işlere… Aynı süreçte aynı medyada bu kez “PKK ile uyuşturucu işi yapıyor” şeklinde ikinci bir karalama kampanyasına daha hedef olduk. Şaşırtıcıydı! “Bu ömür kaçakla ve terörle mücadele ile geçti. Bu nasıl yapılabilir!” diye düşünerek öfkelendik ve araştırmaya koyulduk. Bir de baktık ki Van Cumhuriyet Başsavcılığı hakkımızda bir soruşturma başlatmış, gizli bir soruşturma ve gizli bir tanıkla. Soruşturmanın konusu ise neymiş biliyor musunuz, ‘Arı balı, Şemdinli’den istediğimiz bir kilo bal.’ Evet bildiğiniz bal, üstelik kara kovan balı, meşhurdur. Bu trajik olayın özeti ise şuydu: Telefonlarımızı dinlemişler, bir kilo bal istediğimizi duymuşlar. Van Savcılık Makamı’nca gizli bir tanık bulunmuş. Nasıl bir gizli tanıksa bu balın uyuşturucu olabileceğini söylemiş, bunun üzerine de Savcılık Makamı iki yıl süren bir soruşturma başlatmış hakkımızda. Ama ortada bal yoktu, örgüt yoktu, PKK yoktu, kaçakçılık yoktu ama hukuken geçerli bir delil olmamasına karşın iki yıl da bu yüzden soruşturmaya maruz bırakıldık. İleri sürülen suç iddiası ise gerçekten çarpıcıydı: PKK terör örgütüyle uyuşturucu kaçakçılığı yapmak! Belki bu çarpıcılıktan olsa gerek Zaman Gazetesi bizim hakkımızda hemen manşeti atıvermişti: PKK ile uyuşturucu işi yapıyor! Bir savcı elinde maddi ve hukuken geçerli bir delil olmadan ‘müneccimvari bir gizli tanığın’ olsa olsa metodu ile beyan ettiği bir yorum üzerinden yola çıkarak soruşturma açabilir miydi? Soruşturma başlatsa dahi, önce bizi tanık sıfatıyla dinleyip olayın gerçeğini araştırması gerekmez miydi? Diyelim ki hem gizli tanığa itibar etti, hem de bizim ‘şüpheli’ olarak ifademizi aldı, peki ifadeyi alırken isnat ettiği suçları sorması gerekmez miydi? Buyurunuz söz konusu karara bir bakınız, Van Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2009/93 soruşturma, 2010/562 sayılı Takipsizlik kararı, bakınız suçlamaya: “PKK terör örgütü ile uyuşturucu kaçakçılığı yapmak!” Peki, bir de bize sorulmuş olan soruya bakınız; “Şemdinli’den bir kilo bal istemişsin, bu bal nedir?” sorulan sorunun hepsi buydu! Bunda ne PKK vardı ne uyuşturucu ne de örgüt! Hâl böyle iken bir insanın şüpheli olarak hem de PKK terör örgütü ile uyuşturucu kaçaklığı yapmak gibi bir iddianın hedefindeki bir ‘şüpheli olarak’ ifadesi alınabilir miydi? Alınsa dahi iddia edilen suç isnatları sorulmaz mıydı, hangi hukuk ve soruşturma usulünde böyle bir yöntem vardır? Savcılık Makamı için bu durum ağır bir hukuki sorumluluktu ama anlatamadık ki. Sonunda ne oldu? Aynı Savcılık Makamı sözüm ona delil yokluğundan dosyayı kapattı ama bu dahi hakkımızdaki karalama kampanyasının sürdürülmesini engellemeye yetmeyecekti. Bu açıklamalarımızı doğrulayan kanıtlar Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2010/12.499 sayılı dosyasında mevcuttur, bakabilirsiniz. Biz hâlâ bu haksızlık ve hukuksuzlukların neden ve nasıl başımıza getirilmiş olduğunu anlamaya çalışırken, bunlara karşı kendimizi nasıl koruyacağımızı düşünürken bir de baktık ki aynı medyada akıl almaz bir manşet daha: “Savcı 3 albayı tehlikeli bulduğunu söyledi”. Kimmiş bu albay? Biz! Bu olay da özetle şuydu: 04.06.2010 tarihinde, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Albay Cemal Temizöz davası görülüyor. Tanık kürsüsüne çıkan Nuri Binzet isimli bir kişi duruşma salonunda, ‘soruşturmayı yapan Cumhuriyet Savcısı’nın Erdal Sarızeybek aleyhine ifade vermesini’ istediğini açık açık anlatıyor. Bu öğrenen medya da bu haberi manşetten şöyle veriyor:4 “Savcı 3 albayı tehlikeli bulduğunu söyledi. Tanık Binzet, savcının kendisinden Albay Cemal Temizöz, Recep Gençoğlu ve Erdal Sarızeybek hakkında bilgi istediğini ifade ederek, ‘Savcı, bu isimlerin çok tehlikeli olduğunu bana anlattı. Ben Recep Gençoğlu’nun çok mütevazı olduğunu söyledim. Gençoğlu er gibi bir karakol komutanıydı. Kendisinden o yüzden hoşlanıyorum’ dedi.” Size bu anlattığımız olay kamuya açık mahkeme salonunda, savcı ve hâkimlerin huzurunda geçmektedir. Böyle bir beyan üzerine hukuken Mahkeme Başkanı’nın ‘o Cumhuriyet Savcısı hakkında suç duyurusunda bulunması’ gerekir değil mi, ama yapmadılar. Savcı burada açık açık tanığı yönlendiriyor, açıkça psikolojik baskıya maruz bırakıyordu, ama yine de bir şey olmadı, herkesin yaptığı yanına kâr kaldı. Oysaki tüm bunlar suçtu, ama yerlerinden kıpırdamadılar bile. Ne suç duyurusu yapıldı ne de o Savcı hakkında soruşturma. Bu haberin tamamını bir örnek olarak, ibret için lütfen okuyunuz. Çünkü bu haber başka gazete manşetlerinde de yer aldı. Çok vahim bir durumdur bu, kimsenin artık güvenliği yok anlamındadır. Bu olaya bir de tersinden baktığınızda durumun ciddiyeti ortadadır, eğer ki bu tanık bizi tanımadığı halde kasten aleyhimize ifade vermiş olsaydı, bu mahkeme bizi hapse atacaktı demektir. Öyle ya söz konusu ‘dokuz kez müebbet hapisle yargılama yapılan bir dava olduğuna göre, böyle bir davada bir tanık aleyhimize bir ifade verirse aynı savcı da bizim tutuklanmamızı isteyecekti’, anlamındadır. Nasıl kabul edilebilir bu hukuk! Vicdana aykırı, ahlaka aykırı! Bize soracaksınız şimdi “Bu durum karşısında ne yaptınız?” diye. “Sizin de başınıza bizim başıma gelenler gelmiş olsaydı, siz ne yapacaktınız”, diye sormak hakkımızdır sanırım. Çünkü hiçbir şey yapmadık, sadece devletimiz ve hukuk adına üzülmekten başka bir şey elimizden gelmedi. Türkülerin dediği gibi dert bir değildi sanki elvan elvan… Yine aynı süreçte bu kez Erol Mütercimler’in ‘şahsına karşı hakaret’ iddiasıyla hakkımızda tazminat davası açtığı haberi medyada yayıldı. Dava süreci diğer olayların gerçekleştiği 2009 yılı içerisindeydi. Anlamakta güçlük çekiyorduk çünkü biz çok içten düşüncelerle ve kanıtlara dayalı olarak yola çıkmış bir insanız. Satırlarımızda asla komplo teorileri yoktur. Yazar değildik ama sizlerin desteğiyle yazar olduk biz, bu gerçeğin farkındayız. Size yazmış olduklarımız hep yaşadıklarımızdır, ders çıkarılsın ve bizim yaşadığımız kötü olayları ve kötülükleri gelecek nesillerimiz yaşamasın diye. Kod adı Ergenekon olan soruşturma üzerindeki düşüncelerimizi de ‘Ergenekon Gölgesinde İhaneti Yaşamak’ adıyla kitaplaştırmıştık ne komplo ne de hikâye sadece gerçek. Belki hatırlarsınız Ergenekon adını ile kamuoyuna duyuran kişi Erol Mütercimler’dir, Can Dündar’la birlikte Ergenekon adıyla kitap bile yazmışlardır ta 1996’da. Biz de onların yazdıklarından yola çıkarak ‘nedir bu Ergenekon’ size anlatmaya çalışmıştık. Aslında söz konusu kitapta hakaret içeren satırlar olmaması bir yana, bu kitap Mütercimler’in kendi beyanları üzerinden yazılmıştı. Hepsi kendisinden yapılmış alıntılardı ve dip not olarak da bu alıntılar gösterilmişti. Kitap halen piyasada satılmaktadır zaten konuyla ilgili kısım birkaç sayfadan ibarettir, kısa sürede okuyup gerçeği görebilirsiniz. Ama ne oldu? Yapılan yargılamada davayı biz kaybettik. Şu an aldığımız bir habere göre Yargıtay’dan dönmüş bu dosya, umarız lehimizedir. En azından bunca mutsuzluk içerisinde, tam size okuduğunuz bu satırları yazarken gelen bu haber bir sevinç kıpırtısı olur bizim için. Bu davaya ilişkin kanıtları arayacak olursanız eğer, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2011/15744 sayılı dosyasında bulabilirsiniz. Biz bu şekilde söz konusu şikâyet dilekçeleri yazmaktayken bir yandan da bir sürü sorunla uğraşıyorduk: ‘Terör örgütü şüphelisi’ olarak soruşturmaya alınmak isteniyorduk, PKK ile uyuşturucu kaçakçılığı yapmak’ iddiasıyla soruşturma geçirirken bir yandan da açtığımız ‘hukuk davalarını’ kaybediyorduk ya da zoraki tanık beyanlarıyla ‘cinayet şüphelisi’ yapılmaya çalışılıyorduk. Tam da bunlarla savaşırken 06.09.2011 tarihinde HSYK’dan bir cevap aldık. Gelen bu cevabi yazıda şikâyetlerimizin kanıt olmadığı için dikkate alınmayacağı bildiriliyordu. Artık iş açığa çıkmıştı, Ankara Kod adı Ergenekon’u himaye ediyordu… 2009, 2010 ve 2011 yılları yukarıda anlattığımız şekilde ağır maddi ve manevi kayıplara göğüs germekle geçti. 2012 yılına girildiğinde ise, önceki şikâyet dilekçelerimizi dikkate almayan ve cevap dahi vermeyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nda görevli Savcı Cihan Kansız tarafından telefonla, tanık olarak ifade vermek üzere çağrıldık. Tıpkı Zekeriya Öz’ün bizi çağırmış olduğu gibi. Gittik çaresiz. Giderken de düşünüyorduk; “Bir savcı bir tanığı neden çağırır, bir olayla, belirli bir olayla ilgili bilgi ve görgüsüne başvurmak için. Gider bildiğimiz ne varsa anlatırız.” Kendimizden korkacak halimiz yoktu! Ama düşündüğümüz gibi yürümeyecekti işler. Savcı önce terör konusunda uzman olduğumuzu kabul ettiklerini açıklayarak, bu konuda yani genel terör örgütleri konusunda kendilerine söylemek istediğimiz bir şeyin olup olmadığını sordu. Şaşırdık! Çünkü bir tanığa sorulabilecek bir soru değildi, bu ancak bilirkişilere sorulabilirdi ama bize sorulmuştu. “Madem bu bize soruldu, o halde anlatalım” diyerek konuşmaya başladık, ilk önce de Başbakan’dan sözü açtık. Şikâyetçiyim dedim. Şaşırdı, kimden diye sordu. Başbakan’dan dedim. Hangi Başbakan’dan, diye tekrar sordu. Recep Tayyip Erdoğan’dan, dedim. Bunu yazmayalım, siz sonra ayrı bir dilekçe yazarsınız, dedi. Oysaki AKP siyasetinin PKK tehdidini görmezden gelerek işbirliğine gitmesi bize göre anayasal bir suçtu, bunu dile getirecektik ama olmadı. Ardından “Başka ne biliyorsunuz” diyerek yeniden sormaya koyuldu… PKK’nın para kasasının İsviçre’de olduğunu ve buna ilişkin kayıtların Öcalan davası tutanaklarında bulunduğunu açıkladım. Ardından da Osman Öcalan’ın 74 askerimizin katili olduğunu bildirerek suç duyurusundan bulundum. Peki ya Ergenekon, diye sordu. Hiç duymadım vallahi, dedim. Şaşırtıcı olabilir ama gerçektir, Kod adı Ergenekon’u o güne kadar hiç duymamıştık. Sizin bildiğiniz kozmik telefonları sordu, hani şu Şanlıurfa’da geçen. İlerleyen bölümlerde bu anlatılacak ama şimdiden bilesiniz, size nasıl anlatacaksam aynısını savcıya da anlattım. Son olarak on beşe yakın kişinin ismini okudu, tanıyıp tanımadığımız sordu. Turhan Özlü hariç diğerlerini tanımadığımızı söyledim. Onu da programa çıktığım Ulusal Kanal’dan tanıyordum. Hepsi bu sandık, ama değilmiş. Bir süre sonra İşçi Partisi ile ilgili iddianame yayımlandı. Bir baktık ki davanın tek tanığı bizmişiz! Tanımadığımız kişilerin ve bilmediğimiz bir olayın nasıl tanığı olduk hâlâ anlayabilmiş değiliz, zaten kimse de tanıksın diyerek şimdiye kadar çağırmadı bizi. İfade bitince bu kez biz sorduk savcıya: “Biz Kod adı Ergenekon’da hem şüpheli hem de kasaymışız, nedir bu durum?” Cumhuriyet Savcısı Cihan Kansız bana dedi ki; “Sizin hakkınızda Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’ne yazılmış ve terör örgütü şüphelisi olarak bildirilmiş olduğunuz yazıdan benim haberim yok!” Görebiliyor muyuz hikâyeyi, bir savcı yazıyor öbür savcı bilmiyor! Bizce doğru söylüyordu, çünkü haberi olmuş olsaydı önce şüpheli olduğumuz ileri sürülen dosyadan ifademizi alacaktı ama almadı, aksine tanık olarak ifademizi aldı. Bu durumdan anlayabildiğimiz şuydu: Savcı Öz imzalı ‘şüpheli’ olduğumuzu bildirir bu yazı, Zaman Gazetesi aleyhine açmış olduğumuz tazminat davasını bize kaybettirmek için yazılmıştı. Çünkü sonuç da tıpkı böyle olmuştu, biz bu yazı yüzünden davayı kaybetmiştik. Bu yazıyı yazmış olanlar için ağır bir hukuki sorumluluktu bu ama kimse görmedi, duymadı, bilmedi. Biz bu arada adım adım Anadolu’yu geziyor, başımıza gelenleri ve yaşadıklarımızı anlatıyor ve yine bu arada bildiklerimizi kitaplaştırarak sizlere gerçeği ulaştırmaya çalışıyorduk. 2012 yılına girildiğinde, bu kez mağduriyetimize yol açan aktörlerden biri olan Yalçın Tanfer hakkında, 2004 yılında, Şanlıurfa 1. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından verilmiş olan 6 aylık hapis cezasının Yargıtay tarafından düşürülmüş olduğu şaşkınla öğrendik. Şaşkınlıkla diyoruz çünkü ilk karardan bu yana sekiz yıl geçmiş ve dosya raflarda unutulduğu için zamanaşımından dolayı düşürülmüştü. Evet doğrudur, bu köstebek için verilmiş olan 6 ay hapis cezası Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin 2012/4134 sayılı kararı ile zamanaşımı gerekçesiyle düşürülmüştür. Onaylanmış olsaydı ne olacaktı biliyor musunuz bu Tanfer’e; şartlı tahliye ile çıktığı için bu ceza üzerine yeniden hapse girecekti ama kurtuldu, kurtarıldı bir nevi. Hepsi bu değil, dahası var… Yine bu Yalçın Tanfer hakkında şahsımıza iftira atmaktan, bu kez Şanlıurfa 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından, 2004 yılında verilmiş olan 10 bin liralık tazminat cezasının da yine aynı mahkemenin kararıyla kaldırılmış olduğunu şaşkınla öğrendik. Düşünebiliyor musunuz mahkeme önce tazminata hükmediyor, sekiz yıl bekliyor ve bu kadar yıl sonra aynı mahkeme yeni bir delil olmasızın kendi kararını kendisi iptal ediyordu. Ve yine düşünebiliyor musunuz adliyede işlerin geciktiğinden bahsedilen ülkemizde, bu olağanüstü hukuk durumu jet hızıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2012/6416 sayılı kararı ile onaylanıyordu. Karar düzeltme davası da aynı hızla Tanfer lehine sonuçlanıyordu. Yani bu durumda Yalçın Tanfer hem ceza davasından hem de tazminat davasından kurtulmuş oluyordu. Bu noktada anlamakta hâlâ güçlük çektiğimiz şudur; bir mahkeme sekiz yıl önce vermiş olduğu on bin liralık tazminat cezası kararını, ortada yeni bir durum yok iken nasıl yine kendisi kaldırır? Ve sekiz yıl sürüncemede bırakılmış olan bu dosya nasıl jet hızıyla Yargıtay tarafından onanır? Benzer şekilde yine Tanfer ile ilgili altı aylık mahkûmiyet cezası nasıl sekiz yıl sürüncemede bırakılır ve nasıl zamanaşımından düşülür? Kaldı ki aynı Yargıtay yine bu şahısla ve yine bu iki dosyayla ilgili verilmiş olan ‘dokuz yıl altı aylık ağır hapis cezasını’ ta 2004’te onamıştı. Birbiriyle bağlantılı olan ve Tanfer’in asli suçuna kaynak teşkil eden ‘dokuz yıl altı aylık ceza’ onanırken, nasıl olur da ilgili diğer iki dosya işlemden düşürülür, hukuken bu nasıl izah edilebilir? Bu durum açıkça bizi şu şekil bir düşünceye sevk etmektedir; sabıkalı ve karanlık bir geçmişe sahip Yalçın Tanfer önce bize karşı kullanılmış, ardından Kod adı Ergenekon soruşturma sürecinde yeniden ortaya çıkarılmıştı. Bu kez soruşturmanın hedefindeki kişilere karşı harekete geçirilmiş ve nihayetinde bu hizmetlerine karşılık korumaya alınmıştı, anladığımız buydu. Kimdi bu Yalçın Tanfer? Çünkü bu şahıs Kod adı Ergenekon soruşturmasında da önemli bir tanık olarak dikkate alınmış, onun iddiaları üzerinden birçok kişi hakkında soruşturma hatta tutuklama işlemleri bile yapılmıştı. Örneğin; Sinan Aygün’e yönelik iddiaların kaynağında Yalçın Tanfer vardı, Mustafa Özbek için ileri sürülmüş olanların da kaynağında bu şahıs. Bu şahısla ilgili vermiş olduğumuz Yargıtay dosya numaraları üzerinden, ekte sunduğumuz belgelerden ve Kod adı Ergenekon 1. ve 2. İddianameleri üzerinden yapılacak bir inceleme ile doğru bu sözlerimizin kanıtlarını bulabilirsiniz. Daha bitmedi size anlatacaklarımız. Yine 2012’nin ilk aylarında bu kez alacaklı olduğumuz ve bu alacağın çekle kanıtlandığı bir davada verilen karar sonucu haksız gösterilerek alacak ortadan kaldırıldı, yani bizi alacağını bile alamaz hale düşürebilmek için ellerinden ne gelirse yaptı bu Arınç hukuku. Buna ait belgeleri de Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 2012/6398 sayılı dosyasında görebilirsiniz hâlâ sürüyor. Yine aynı süreçte yine Ankara Dışkapı Vergi Dairesi tarafından ve hiçbir ticari faaliyeti olmaksızın devredilmiş olan bir şirket yüzünden önce ‘yirmi altı bin lira vergi borcu’ tahakkuk ettirilmiş ancak verilen uğraşlar sonucunda ‘tahakkuk eden verginin hata ile yapılmış’ olduğu tarafımıza bildirilerek iptal edilmişti. Böyle ağır bir vergi borcunun yanlışlıkla yapılmış olduğunu bu başımıza getirilmiş olanlar çerçevesinde düşünebilmek için kendimizi çok zorlamamız gerekecektir. Biz artık AKP siyaseti ve hukukunun açık bir hedefi haline getirilmiştik. Bu anlattıklarımızdan yola çıkılarak olaylara bir bütün bakıldığında şahsımıza yönelik yapılmış bulunan ağır hukuksuzluk ve haksızlıklar sonucuna bağlı olarak sıranın artık ailemize, çoluk çocuğumuza gelmiş olduğu düşünmemek ve bu düşüncemizi sizlerle paylaşmamak haksızlık olur yazgıya inananlarımız için. Yine anlaşılan o ki bu zihniyet merkezi bir sistemle çalışmakta, bizim gibi fikir ve düşüncelerin bağlantılı olduğu tüm ilişkileri tespit etmekte, belirlenen hukuki ve mali her konuda kaybetmemizi sağlayabilmek için sistemi harekete geçirmektedir. Bu kabul edilemez, insan olarak da vicdan olarak da ahlak ve inanç olarak da bu kabul edilemez! Şimdi, soruyorlar bize, haliniz nedir diye. İşte halimiz budur; yılmamak, direnmek ve mücadele etmek son nefese kadar… Erdal Sarızeybek İLK KURŞUN Kaynak: Yüzleşme, Pozitif Yayınları, 2013. 1 Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde, 2009 / 270 E. 2010 / 216 K. sayılı dosyası. 2 Adalet Bakanlığı’na ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilen 31. 01. 2011 tarihli şikâyet dilekçeleri. 3 13.05.2011 tarihli, Adalet Bakanlığı’na ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş olan şikâyet dilekçesi. 4 04 Haziran 2010 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nin resmi web sayfası, “Savcı 3 albayı tehlikeli bulduğunu söyledi” başlıklı haber.ilk-kursun/haber/150281
Posted on: Sun, 30 Jun 2013 10:55:49 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015