Soru : ’‘Anadolu İnsanlık Hareketi’’ ya da onun siyasi - TopicsExpress



          

Soru : ’‘Anadolu İnsanlık Hareketi’’ ya da onun siyasi düşünce organı ‘’Gerçek Demokrasi Hareketi’’, ‘’GDH’’nın ‘Tek Dünya (Adem oğulları) Devleti’’ projesi ve onun bilimsel ekonomi eksenli, ‘’Evrensel Alevi Üretim ve Bölüşüm Modeli’’ hakkında detaylı bilgi verebilirmisiniz? Yanıt : Anadolu İnsanlık Hareketi ya da onun siyasi düşünce kanadı olan GDH, insanlığın nihai olarak ulaşmayı arzuladığı, son derece adaletli, yepyeni bir dünya düzenini savunmaktadır. İşte Anadolu İnsanlık Hareketi, bu ana düşünce içerisinde belirtilen bu tanrısal iredeyi doğrulamak yönünde harekete geçmek istemektedir. GDH’nın, ‘’Merkezi planlı küresel üretim ve bölüşüm model tasarımı’’ hakkında öncelikli olarak bir önbilgi vermek gerekirse, GDH’nın, alternatif ekonomik sistem anlamındaki bu global tasarımının, ekonomi literatüründeki isim karşılığı olarak, ‘Toplumcu Piyasa Ekonomisi’’ olarak adlandırılmasını ve bu proje içerisinde gerçekleştirmeye çalıştığı ‘yüksek adalet anlayışı’nı da, yine zirve noktasına ulaştırmayı asli görevi olarak kabul edip, bu anlamda bu projeyi, zamansal olarak iki aşamada yaşama geçirmeyi öngörmektedir. Bu aşamalar: 1- Bireyci, bencil ve son derece adaletsiz bir düzen olan kapitalist üretim ve bölüşüm sürecinden, gönüllülük esası içerisinde, yeryüzüne cenneti indirecek olan bu son derece adil üretim ve bölüşüm sürecine geçilirken, düşünsel, inançsal, siyasal, hukuksal ve etik yani kısaca sosyo-kültürel üst yapıyı hazırlayan önçalışmalara ağırlık verilerek oluşturulacak bir ‘geçiş süreci’ ni; 2. aşamada ise, gelecekte öngörülen bu ‘adil üretim ve bölüşüm anlayışı’na adalet konusunda zirve yaptıracak olan, son derece tutarlı ve kalıcı, yani kısaca yeryüzüne indirilmiş bir cennet yaşam pratiğini gerçekleştirme süreci olarak adlandırılabilecek bir nihai süreci öngörmektedir. Birinci ‘geçiş sürecini’ açmak gerekirse, bu süreç özellikle yoğun bir toplumsal bilgilendirme yanında siyasal ve hukuksal bir mücadeleyi gerektirecek olup, ve yine beraberinde küçük çapta olmalarına karşılık, ülke ve dünya insanlarının ilgi ve gıptayla izleyebileceği birer ‘model üretim ve bölüşüm üniteleri’nin oluşturulduğu bir dönem olacaktır. Sevgili dostlar, isterseniz yazımızın bu bölümde, ‘geçiş süreci’ içerisinde modelimizin en alt birimleri olarak yer alacak olan ‘’kardeş (müsahip) üretim üniteleri’’ ndeki üretim ilişkilerini, ana hatlarıyla bir kez daha hatırlatalım: Ekonomik modelimizi anlatırken Yaratıcı’nın, kutsal taşıyıcı binası olarak sahiplendiği insan vücudunu ve onun mükemmel işleyişini görmek ve üretimi vurgulamak bakımından da, tren kavramı’nı ele almak gerekir. Tren kavramından bahsedebilmek için, lokomotifin de, katarların da olması gerekir. Ne lokomotif, ne de katarlar, tek başlarına tren kavramını temsil edemezler. Bu bağlamda birbirlerinin müsahipleri olan üretim faktörleri, adil toplumsal üretim ilişkilerinin temel alındığı bu modelde, ekonominin en alt birimlerini oluşturan ‘’Kardeş Üretim Üniteleri’’ni, yani fabrikaları, ticarethaneleri vs. içeren adil bir üretim ve bölüşüm ortaklığına (şirketleşmeye) gitmekteler ve şirket kurma aşamasında da, taşıyıcılık ve yönlendiricilik bakımından (ego’ları ılımlayıcı ve hazırlayıcı, geçici - ara süreçte ) şirketlerinin % 51 hissesini, lokomotiflik ya da beyin olma görevini yapacak olan bir veya birden fazla, son derece hümanist ve erdemli kişilere, ve ortaklığın geriye kalan diğer % 49 hissesini de, orada katarlık görevini üstlenen çalışanlara, hisseleri oranında dağıtılmaktadır. Bu kısımda, neden mülkiyet hissesi bölüşümünün % 51’e oranla, % 49 olduğu merakla sorulabilir? O zaman bu konunun şöyle açıklanması mümkündür: Belirtmemiz gerekirse zaten bu dönem, egoların bilinçlendirildiği ve ıslah edildiği, bir anlamda ılmlı ego’ların oluşturulduğu bir ara-geçiş dönemi olacaktır. İnsan vücudunda beynin, diğer organlara oranla kıyas kabul etmez bir yeri olduğunu; ve yine beynin, insan vucudundan çıkartıldığında geriye, ne yöne gideceğini bilemeyen et yığınından başka bir şeyin kalmayacağının ayrıca görülmesi gerekmektedir. Peki yine bir trendeki katarların yerlerini ve varlığının önemini belirttikten sonra, sürükleme ve yönlendirme bakımından lokomotifin, tren vücudundaki inkar edilemez egemen ve baskın konumunu, hangimiz görmezden gelebiliriz ki? Elbette sürükleyici lokomotif rolünü üstlenecek olan unsurların da, ekonomideki beyin gibi, mükemmel bir yönlendiriciliğinin olması açısından, yani üretim ve yatırım kararlarının hazırlanması ve genel kurula sunumu konusunda herhalde %100 yetki anlamına gelen % 51 hissenin doğal olarak beyin ya da lokomotif görevini üstlenecek olan bu hümanist unsurlara verilmesinin, bilimsel optimum bir denge için (geçici anlamda) zorunlu olduğunun da bizatihi kabul edilmesi gerekmektedir. Fakat burada unutulmaması gereken çok önemli nokta, üretim ve yatırım kararlarının, tüm üyelerin tamamının demokratik katılımı ve kararı, yani oybirliğiyle alınacağıdır ki, bu önemli ve iç hukukça tespiti yapılarak, iyi niyet temennilerine gerek kalmaksızın düzenlenmesi gerekli ve zorunlu bir durumu oluşturmaktadır. Daha sonraki ikinci, yani cennet yaşamının yeryüzüne indirildiği, diğer bir ifadeyle ‘ego’nun (‘ben’lik duygusunun) yok edilip, ‘biz’-’bizler’ duygusu ve kavramının ön plana çıkarıldığı nihai süreçte ise, teşbihte hata olmaz, insan vücudunun tüm organları, nasıl ki tepeden tırnağa adil bir enerji bölüşümünü gerçekleştiriyorsa, nihai adil bölüşüm süreci de, şüphe edilmemelidir ki bu şekilde olacaktır. Nihai süreçte, elbetteki temel bölüşümün düzenleyici kriteri, kesinlikle sahip olunan hisse oranları değil, değiştirilmesi teklif dahi edilemiyecek bir hukuksal düzenlemeyle sabitleştirilecek şekilde, bireylerin sahip oldukları bilgi, görgü, düşünebilme ve kavrayabilme yetenekleri, etik ilkelere sahip oluş vs. gibi lütuf nitelikli ya da sonradan kazanılan kişisel özelliklerin, üretim birimi genel kurulunca, tamamen adil-objektif liyakat ölçütleri dikkate alınarak, yine tüm birim çalışanlarının tamamının demokratik katılım ve seçimiyle üretim birimi, kendi lokomotifi – beyni – patronu – önderi olan ‘’birim dedesi’’ni oybirliğiyle seçecektir. Bu son aşamada, tabiiki üretim biriminin hem işçileri, hem de patronları, yine tüm birim çalışanlarının kendileri olacakları gibi, bundan daha da önemlisi onların zürriyetleri, Kurani tabirle, ‘’Nuh’un gemisine binerek kurtuluşa erenler, yeryüzüne halife kılınarak…’’denmesinde olduğu gibi, işte bu yeryüzü cenneti’nin de mirasçısı olacaklardır inşallah!.. Zannediyorum ve bekliyorum ki, yeryüzündeki tüm çalışan ve üreten kardeşlerim ya da büyüklerim, bu hassas ve önemli konunun olgugunlaştırılmasına desteklerini esirgemeyeceklerdir?.. Çünkü en doğru ve en mükemmel kararların, paylaşılarak çoğaltılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkabildiği de bir gerçektir. Sonuç itibariyle, bu durumda her iki taraf da işyerinin hem patronu, hem de işçisi olacaklardır. Haliyle gönüllü bir birliktelik sergileyecekler ve aralarındaki ilişki de, zorunlu bir patron–işçi ilişkisi değil, gönüllü bir işbirliği ve kardeşlik ilişkisi olacaktır. Taraflar birbirlerinin müsahibi, yani birbirlerinin dünya ve ahiret kardeşi olacaklar; aynı zamanda bu ekonomik altyapı, kendi hukuksal, felsefi ve inançsal (Anadolu Hümanizmi isimli) üst kurumlarıyla da, sürekli takviye edilecektir. Her iki taraf da, ikinci yani nihai dönemde, hem patron olmaktan kaynaklanan kar paylarını, toplam-eşit hisseler oranında, hem de işçi olmaktan kaynaklanan ücretlerini alacaklarından, yaşam standartları yüksek olacağı için, hem şirketlerinin kendilerine kazandıracağı yüksek refahı paylaşmış olacaklar, hem de ekonomik yaşamın sıkıntılarını birlikte üstlenme bakımından kaderbirliği yapmış olacaklardır. Her şeyden önce, işyerinin herkes sahibi olduğu için, insanlar işyerlerini sahiplenecekler ve günümüzdeki mevcut düzenin zorunluluk esasına göre oluşan ‘’İşine geliyorsa çalış!’’ diye adlandırılan bu ilkel çalışma koşullarında ortaya çıkmış olan ‘grev ve lokavt’ sözcüklerinden de doğal olarak bahsedilmeyecektir. Bu konuda, özetle insanların birbirlerini gözettikleri, ve refah seviyelerinin yüksek olacağı düşünülen geleceğin bu onurlu düzeninde, zekat, fitre, sadaka vs. gibi şeyleri alanın da- verenin de olamayacağı konusunu, tekrar etmemize bile gerek yoktur. Bundan daha da önemlisi, geleceğin cennet dünyasının mutlu insanları, günümüzün zavallı, kadersiz insanları gibi, dünyaya geldiklerine asla lanet etme durumunda kalmayacaklardır! Çünkü bu ekonomik düzende insanlar, düzenlerinin kendilerine vereceği sonsuz değerin sahipleri olacaklarından ve hiç bir temenniye gerek olmaksızın, sistem kurallarının zorunluluğu gereği kendilerine elbette sahip çıkılacak, ve bu insanlar, birlikte balık tutup, kardeşçe bölüşmenin onur ve mutluluğunu yaşayacaklardır inşallah! Bu bağlamda, söylenmeden geçilmeyecek çok çok önemli diğer bir konu da, biz, çalışanlara, Kapitalistlerin kendilerini sömürdüğünü (yani bildikleri bir şeyi) ve bu konuda onlarla kavga etmeleri gerektiğini söylemeyeceğiz. Sadece onların ilgi ve gıptayla izleyecekleri modeller - örnekler ortaya koymakla yetineceğiz. Çünkü ‘Bir uygulama, bin nasihatten iyidir’ sözünün geçerliliğine inananlardanız. Bu noktada merak ettiğim esas konu ise, geleceğin bu onurlu dünyası inşa edilirken, acaba bu inşaata hangi onurlu-kutlu kişinin, ilk harcı koyarak ismini tarihe geçirecek olmasıdır ?!.. Bu hareket, dilemekteyiz ki, ileride görüleceği üzere, şeytanın ve adamlarının neden oldukları yeryüzü kötülüklerinin, ve sonucunda cehennem olarak adlandırılan yeryüzü ceza ve tutukevleriyle birlikte, tüm haksız cezalandırma koşul ve yöntemlerini, gereği tam olarak yerine getirilmek kaydıyla, kesin bir biçimde ortadan kaldırılması konusunda son derece kararlıdır. Hareketimiz elbette yüce Yaratıcı’nın kutsal kitaplarda belirtmiş olduğu şekilde, gerçek cennetin yeryüzünde olduğunu; şeytan ve adamları-yeryüzü egemenlerinin (bu yalın gerçeği çok iyi bildiğini; çünkü, yeterince ve doyuncaya kadar yaşamış olmalarına rağmen, bu dünyanın şatafatlı yaşamını, öte taraftaki cennetle(?) değişme konusundaki isteksizliklerinden bunu anlıyoruz ve bu tanrısal gerçeği Adem’den-sıradan insanlardan, kendi müreffeh yaşamlarına ortak istememeleri nedeniyle, ısrarla gizlemeye çalıştıklarını) tüm karşı koymalarına rağmen Tanrı’nın inayet ve yardımıyla bu gerçeği, görmek isteyen tüm insanlara çıplak bir gözle gösterebilmeyi dilemektedir inşallah! Şeytan ve adamları, bizler için maalesef yeryüzünden cenneti kovdular; çünkü, yeryüzünde insanlara cenneti göstermemek adına yemin etmişlerdi. Ve gördüğümüz kadarıyla da onun adamları, bu yeminin arkasında ısrarla durmaktadırlar. Bu bakımdan yoksullarla da alay edercesine, ‘’Bu dünyada mutluluk ve huzur, zenginler içindir, siz yoksulların burada mutluluğu arayıp yorulmanıza gerek yok; çünkü, bir türlü önüne geçemediğimiz bencilliklerimiz ve engellemelerimiz sayesinde, zaten nasıl olsa bulamayacaksınız. Ama bu yüzden üzülmenize gerek de yok; çünkü, bu dünyanın mutlulukları, kendilerine haram edilen yoksul ruhlarınız, vücutlu halleriyle henüz bu dünyada yaşarken mutlu olmadılar, ama bizim ulaşıp da engelleyemeyeceğimiz başka mekanlarda vücutsuz halleriyle huzur ve mutluluğu belki yakalayabilirler! Peki bu mutluluk düşüncesi, bir olasılık bile olsa, kabul etmek gerekir ki yoksul ruhlarınıza en azından bir teselli değilmidir(?)’’ diye düşünmektedirler herhalde. Yoksulluğun şiddetli rüzgarı karşısında, onur kandillerinin sonsuza kadar direnemediğini bildiğimizden, yani diğer bir ifadeyle ekmek bulamayanlar, ahlaklarını elden çıkarmakta bir yerden sonra sakınca görmedikleri gerçeğinden hareketle, tüm bu rahatsızlıklara müdahale anlamında, gelelim şimdi de hareketimizin ekonomik tasarım detaylarına: Anadolu İnsanlık Hareketi, ekonomide üretim ve tüketim mallarının üretiminin, yalnızca toplumun gereksinmelerini, en lüks bir şekilde giderebilme oranında olmasını, diğer bir anlatımla israf anlamına gelebilecek sermaye temerküzü şeklinde yapılmaması gerektiği düşüncesini ileri sürer. Çünkü, böyle bir netice sonrasında insanlar, kendilerinin yeryüzüne, birilerinin gereksiz mal stoku uğruna çalışmak için değil, cennet bir dünyada yaşamanın tadını, doya doya çıkarmak ve Yaratıcı’ya şükürlerini, teşekkürlerini iletmek üzere gönderildiklerini, zaman içerisinde hatırlayacaklarını dilemekte ve öngörmekteyiz.! Yine böylesi cennet bir sürecin sonrasında insanoğlunun, Yaratıcı’sının yüce takdirlerine ulaşabilmesi sonrasında, sanırım tüm dünyasal işler, tanrısal lütuf olan akıllı robotlarca yerine getirilecek ve Ademoğlu tamamen çalışmadan, yeryüzü cennetinin tadını çıkarmakla meşgul olacaktır inşallah! GDH, özellikle İhtiyaç gidermenin dışında ekonomik gücün, sermayenin belirli ellerde toplanmasıyla (bu durumda, yeryüzündeki cehennemi koşulların başlangıcının oluşmasıyla) sonuçlanabilecek şekilde yani öte tarafa götüremeyeceğimiz şekilde ’mal üstüne mal yığmak’ amacıyla yapılacak üretimin gereksizliğini ısrarla düşünür; çünkü ekonomik gücün, yararlı ve kararında olması halinde, güzel olduğuna inanır. İşte bu konuda basit bir örnek: Ateş, insanlara yararlıdır, fakat büyüyüp, kontrolden çıktığında, maalesef kullanıcısını yakıp, yok edecek huyları, özellikleri vardır ki, bunun da insanlarca asla ve asla gözardı edilmemesi gerekmektedir! Evet tüm dünya insanlarının, gerçek global düzeyde bahsettiğimiz tüm yabancılaşma unsurları yok edilip, her türlü ayrı-gayrılık ortadan kaldırılmadan, yani dünya insanlarının tek devlet, tek millet, tek bayrak vs. altındaki birliği sağlanmadan, yeryüzü insanları, asla evrensel huzura kavuşamayacaklardır ki, bu bizim diğer ve ekonomik anlamdaki en temel tezimizi oluşturmaktadır. Ekonomide emeğin üretkenliği ya da verimi, sonuç itibariyle, iş sürelerinin artırılması ve özellikle teknik yeniliklerin, üretim alanlarına dahil edilmesi yoluyla üretim bolluğuna ulaşılmasına rağmen, kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileri, ters yönde yürüdüğü içindir ki, toplumun tüm bireylerini yani toplumun kendisini geliştirmemekte, bu nedenle toplumun tamamı için değil, yalnızca az sayıdaki bireyler ve onların mutluluğu için bolluk yaratmaktadır. Bu da doğal olarak toplumun mutluluğunun sağlanmasına, bu anlamda bizzat sistemin kendisi engel olmuş olmaktadır. Anadolu İnsanlığı ve Düşüncesi’nin, siyasal düşünce anlamındaki kuruluşu olan GDH’, son bir tekrarla, tüketim mallarının üretiminin, toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi nispetinde olmasını, yani kararında (ne az, ne de fazla) olmasını savunur. Dünya nimetlerinden yararlanamayan milyarlarca insan bulunmasına karşılık, toplum içindeki üç-beş insanın mal istiflemesi için gereksiz gördüğü, israf anlamındaki fazla üretimi, haklı olarak reddetmektedir. Çünkü ekonomideki sorunun, insan ihtiyaçlarına cevap verebilme yetersizliği ya da doğal ihtiyaçların karşılanamaması değil, aslında buradaki esas sorunun, organizma içerisinde meydana gelen, örneğin vücudun böbrek, dalak, ciğer gibi bazı organlarınca, dolaşımdaki kanın içerisindeki besinlerin, fazladan ve gereksiz yere tutularak, depolaması yoluna gidilmesi, yani bir bakıma besinlerin diğer organlara gitmelerinin engellenmesi neticesinde, nasıl ki organizmanın hastalıklarla boğuşması, ya da ölüm olaylarıyla karşılaşılması söz konusuysa, ekonomik bünye içerisinde de, farklılık arzetmeyen bir şekilde, bu tarz bir ekonomik ölüm ya da hastalık sonuçlarına ulaşılması mukadder olmaktadır maalesef ! İşte bundan dolayıdır ki bu sorun, GDH’nın gidermeyi düşündüğü en önemli sorunlarından biridir. Mülkiyet konusuna gelince: GDH, mülkiyetin kapitalist sistem de olduğu gibi, ‘’mutlu azınlık’’ olarak tabir edilen üç-beş kişide değil ve yine sosyalist sistemin yanlış uygulamasında görüldüğü üzere, devlette de olmasını reddeder. Yani mevcut her iki durumda da, herhangi bir anlam ve yarar görmez. GDH, üretim araçlarının mülkiyetinin ne şahıslarda, ne de devlette olmasını ister. Mülkiyet, yalnızca halkta, yani üreten halkın kendisinde olmalıdır. GDH’ya göre de toplumun temeli ailedir; fakat, Aleviliğin adil-bilimsel-toplumcu ekonomi anlayışı, özetle kimi insanların ya da ailelerin değil, bütün insanların mülkiyet sahibi olmalarını ister. Çünkü GDH, emekçilere ait olan ve kaynağının geçmişte atalarımızın harcamış olduğu billurlaşmış, birikmiş emek olan ve mülkiyet konusunu oluşturan tüm nesnelerle birlikte, her türlü değişim değeri taşıyan ayni ve nakdi sermayenin de sahibi ve yaratıcısı olması itibariyle, çalışıp üreten halkın patronluğunu ve yine bu patronun (halkın) kullanımında olan ‘sermaye’nin meşruiyetini de elbette onaylamaktadır. Anlatımın pekişmesi bakımından yinelemek gerekirse, mülkiyet sahibi patronun, halk yani çalışanlar, üretenler olması kaydıyla varlığına tabiiki karşı değildir. Ve elbette, mülkiyetin kaynağı, yaratıcısı halk ise, doğallıkla sahibi de onlar olmalıdırlar. Tersi bir ifadeyle, kapitalist patron, halkın-çalışanların desteği olmadan, birey olarak, tek başına zenginlik yaratamamaktadır; peki birey olarak yaratamadığı bu zenginliğin tek başına sahibi olması, adil, mantıklı ya da doğrumudur? Bu düşünceler odağında GDH, ne bireyci, ne de devletçidir; özet bir ifadeyle halkçıdır. Konuya bu paralelde bakıldığında GDH’nın, ekonomide olduğu gibi siyasette de parti liderleri ve vekillerin değil, halkın patronluğunu savunduğu görülmektedir. Günümüzde bu durum tersine çevrilmiş olması nedeniyle GDH, siyasi parti liderleri ve onların emir kulu olan vekillerinin, gerçek patron olan halka, hesap veren hizmetkarlar olmayıp, günümüzün hesap vermeyen, seçilmiş kralları, patronları olmalarını şiddetle reddetmektedir. Sevgili canlar GDH, Özel mülkiyeti ise, tüketim alanında, yani tüketim araçlarının sahipliği ve tüketim mallarının özel kullanımı bakımından savunur. Toplumun tamamının tüketici olabilmesi açısından da, devletin merkezi toplumcu plan doğrultusunda insanların yaşı, gücü, cinsiyeti vs. nispetinde üretime katılmaları ve yine insanlık ailesine katkıları nispetinde de, tüketime ortak olmalarını savunur. Yani kısaca, toplumsal mutluluğu üretenler, doğal olarak tüketimine de ortak olmalıdırlar. Belirtildiği üzere toplumsal mülkiyet, üretim araçlarının mülkiyeti anlamında olmalıdır. Birlikte üretenler, aynı kaptan yemek yeme şeklinde, her halukarda birlikte tüketmek zorunda tabii ki değildirler. Üretimin, zevklere ve renklere yönelik olarak sunacağı seçenek bolluğu çerçevesinde insanlar, özgür isteklerine uygun olarak tüketim haklarını, bireysel anlamda kullanmalıdırlar. Tüketim araçlarının özel mülkiyeti, tabii ki biriktirmek için değil, ihtiyaçları giderme anlamında serbesttir. Dünyadaki tüm üretim araçlarının mülkiyeti, bilimsel ekonomik toplumun, müsahip etik temelli üretim ilişkilerinin egemen olduğu ‘yerel üretim üniteleri’ne, yani onların müsahip (kardeş) üyelerinin tamamına ait olacaktır. Diğer bir ifadeyle dünya mülkiyetinin tamamı, birleşik müsahip birey ve aileler, ve onların ekonomik yapılanması olan ‘’yerel müsahip (kardeş) üretim üniteleri’’ arasında kardeşçe bölüşülecektir. Bu uygulamayı, Nazım Hikmet’in tatlı bir benzerlik çağrıştıran dizeleriyle söylersek, ‘’Üretmede bir orman gibi kardeşçesine, ama tüketimde de, bir ağaç gibi tek ve hür…’’denilebilir. ‘Üretim üniteleri’ olarak adlandırılan bu temel alt yapının üzerindeki bölgesel ve sektörel üst yapılanmalar ise, tamamen bilmsel ekonominin, üst idari anlamlı yapılanmalarıdırlar. Aleviliğin toplumsal ekonomi tasarımının şematik bir tarzda anlatılması, kolay anlaşılması bakımından zannediyorum daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Merkezi planlı global üretimin, yerel düzeydeki en alt birimlerini, biraz önce de belirttiğimiz üzere Alevi düşüncesinin, müsahip üretim ilişkilerinin egemen olduğu ‘’Yerel Toplumsal Üretim Üniteleri’’ (fabrikalar, ticarethaneler vs. gibi) oluşturacak olup, yine bu üretim ünitesi üyelerinin, demokratik bir katılımla belirledikleri üst idari temsilcileri, ‘’Bölgesel Üretim Grupları’’nı, nihayetinde bölgesel üretim gruplarının üst idari temsilcileri de, merkezi global toplumsal plan çerçevesinde yerel üretim üniteleri ve bölgesel üretim gruplarını içeren bir küresel üst idari yapı olan ‘’Sektörel Üretimlerin Merkez-Üst Örgütleri’nin seçkin idari kadrolarını oluşturacaklardır. Tüm sektörel üretim kuruluşlarının merkez-üst örgütü konumundaki ‘’Sektörel Üretim Genel Merkezleri’’nin üst düzey temsilcilerinin (sektör pirleri’nin) demokratik katılım ve seçimiyle de, ‘’Küresel Dünya Devleti’’ (Ademoğulları Devleti) nin ‘’Dünya Yüksek İdare Meclisi’’ oluşacaktır. ‘’Küresel Dünya Yönetimi (Hükümeti)’’ de, doğaldır ki bu meclisin içinden çıkacaktır. Bu anlamda vurgulamak gerekirse, mülkiyet konusunda olduğu gibi, yeryüzünü, ilgisi olmayanlar değil, kesinlikle ve doğal olarak üreten insanlar yönetmelidirler, demekteyiz. Bilimsel, adil ekonomik gönenç toplumu tasarımında, devletin konumuna gelince: Devlet, kesinlikle üretimde bulunmamalı ve mülkiyet sahibi olmamalıdır. Zaten bunun bir anlamı ve gereği de yoktur. Ulusal (şimdilik) ya da esas hedefimiz olan küresel dünya devleti, toplumsal hizmetlerin en üst ve küresel düzeyde, (ulus ya da) dünya insanlarına sunulması ve küresel tüketim konusuna yanıt verecek bir küresel üretimin, merkezi planlama ve koordinasyonunu yürütme anlamında, toplumun yardımcı bir üst hizmet kurumu olarak var olmalıdır. Devletin, haliyle dünyanın bu gelecek gönenç toplumunda, global asli hizmetler anlamında, küresel adalet ve güvenlik (geçici olarak), eğitim, sağlık hizmetlerini vermesi istenecektir. Yine geleceğin bu gönenç devletindeki, merkezi plan ve koordinasyon görevinin ise, yeryüzünün değişebilecek koşullarına uyarlanma çerçevesinde sonsuza dek sürdürülmesi de, yine gerekli görülmektedir. Esasında bu bakımdan devlet dediğimiz nesnenin, yalnız ve yalnızca ulus ya da dünya toplumunun merkezi hizmet örgütlenmesinden başka bir şey olmadığını, yani günümüz devletinde olduğu gibi güçlünün-zenginin yanında olup, yoksul ve garibanların tepelerinde boza pişirecek lüzumsuz bir devlet olmayacağı da zaman içerisinde herkesce görülecektir, inşallah! Ve işte sonuç itibariyle geleceğin bu dünya devletinde, toplumun ihtiyaç duymayacağı, günümüzün lüzumlu görülen hiç bir düzenlemesine (örn. Ordu, savunma, savaş, adalet ve güvenlik giderleri vs. gibi) doğal olarak yer verilmeyecektir. Bakınız kapitalist sistemde proleter ya da emekçi hakkında, ‘’Ellerinde, emeğinden başka satacak bir şeyleri bırakılmamış ve bundan dolayı da, kendisine emekçi ismi verilmiş olan ‘insan-mal’dır,’’ şeklinde tarif edilen bir ifade kullanılmaktadır. Yani elinden her şeyi alınmış; yalnızca kendisine canı bağışlanmış bir insandır, emekçi denilen bu insan. O da, sütü için yaşamasına müsaade edilen, yem verilen inek misali bir zavallılıkta olmasıdır maalesef… Yazının bu bölümünde, isterseniz bir ODTÜ profesörünün, öğrencilerin düzeni eleştiren sözlerini ziyadesiyle dinlemesi sonrasında, kendilerine söylemiş olduğu ve yine kapitalist düzenin, emekçileri, ‘’insan-mal’’ olarak gören yaklaşımı karşısında, emekçilerin sergilemiş oldukları bu duyarsızlık ve tepkisizliğine eleştiri bağlamındaki sözlerini aktararak şöyle diyelim: Sevgili arkadaşlar, her zaman yaptığımız gibi hep şeytana kızarak düzenin kötülüklerinden bahsetmekteyiz, iyi de, hep düzen (şeytan) mi suçlu? Peki biz şeytana uyanların, yani düzülenlerin bu konuda hiç mi suçu yok? diye soralım ve bu kez de elimizdeki iğneyi kendimize batıralım isterseniz?!.. Ve bu konuda şöyle diyelim: Şayet biz, hukuksal itiraz hakkınızı kullanır da, müsaade etmezsek,diğer insanlar sırtımıza binebilirler mi? Anlatımı tatlandırmak bakımından konuyla bağlantılı güzel bir fıkra anlatalım şimdi de: Bir gün eşekler diyarında, semer yapımcıları öldüğü için topluluğun genç eşekleri, davul-zurna eşliğinde sevinçle halay çekiyorlarmış. Fakat duvarın dibinde sessiz sessiz yatmakta olan yaşlı bir eşeğin bu lakayt tavrı, keyiflerini kaçırdığından, yaşlı eşeğe yanaşarak, ‘’Yahu sen ne gamsız-duyarsız bir eşeksin! Yer yerinden oynuyor; herkes sevinç içerisinde düğün-bayram ederken, senin bu duyarsızlığına pes doğrusu!’’ dediklerinde; yaşlı eşek, güngörmüş bir edayla genç eşeklere doğrularak, ‘’Semercimizin ölmesinin nesine seviniyorsunuz? Bu adam, sırtımıza ömrünü vermişti. Sırt ölçülerimize uygun olarak semerler yaptığı için sırtlarımız yara-bere olmuyordu. Yeni gelecek acemi semerci, eli alışıncaya kadar sırtlarınızın neler çekeceğinin farkında değilmisiniz? Bu nedenle unutmamalıyız ki bizler, semerciden değil, öncelikle eşeklikten kurtulmayı düşünmeliyiz!’’ der. Sevgili kardeşlerim, şimdi bu fıkradan, ibret çıkarılması anlamında şöyle diyelim, ‘’Sivri sineklerle uğraşıp, onlardan teker teker kurtulduğumuza sevinmektense, kökten, radikal bir çözümle bataklığı kurutmaya çalışmalıyız. Çünkü sivrisinekler sebep değil, sonuçtur ve doğal olarak da, neticede olumsuz sebepleri yok ettiğinizde, olayın kötü sonuçları, zaten otomatik olarak ortadan kalkacaktır. Sevgili Canlar, bakınız yukarıda belirttiğimiz kapitalist sistemin, proleter - emekçi tanımına vermiş olduğu önemsizlik yanında, bir de gerçeğin vurgusal tekrarı anlamında, ünlü ortaçağ Hıristiyan düşünürü Aquinolu Thomas’ da şu ifadeleri kullanmıştır: ‘’Yoksul oldukları için emekçi ve emekçi oldukları için de yoksul olan bu insanlar…’’ demiştir. Emekçi, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak haricinde, kendisine herhangi bir imkan tanınmayan insandır maalesef. Çünkü kapitalist sistem içerisinde emekçinin payını belirleyen, ancak bugün ve ertesi günü tekrar ayakta kalıp, işverene, işyerinde daha çok kazandırabilmesi karşılığında kendisine yalnızca asgari ücret ya da değişik isimler altında cüzi ücretlerin reva görülmesi durumu, kapitalist sistemin değişmez ve zorunlu, yani bir anlamda ‘’Sen ağlayacaksın ki, ben güleyim !’’ yasasıdır aslında. İnsan doğasına ve mutluluğuna tamamen ters bir istikamette seyreden bu sistemlere karşılık, bizim savunduğumuz geleceğin bilimsel üretim toplumundaki en yüksek onur payesinin ise, emekçilerin, üretenlerin kendilerine ait olduğudur ki, bu da GDH’nın en temel, değimez ve değişmesi teklif dahi edilemez bir anayasa maddesi olacaktır. Geleceğin adil-bilimsel toplumsal düzeninde emekçi, elbette kapitalizmdeki gibi ‘’İnsan-Mal’’ değil, tersine toplumsal kardeş üretim ve bireysel özgür tüketimin onurlu bir ortağı olması anlamında, geleceğin ‘’İnsan-Halife’’si olabilecektir, inşallah! GDH, toplumun farklı kişilik ve yetenek özelliklerine sahip tüm bireylerinden, her konuda aynı yüksek başarı ölçülerini göstermelerini beklemez. Farklı özelliklere sahip insanların varlığını, toplumsal zenginlik olarak addeder. Farklılıkları ve kapasiteleri gözetilmeden, zorlanmak suretiyle tıpkı bir yarış atı misali, olur olmaz her konuda yarışmaları istenen bireysel güçlerin plansız, ölçüsüz girişim, çaba ve başarıları, toplumsal ekonomik kalkınma için odak kabul edilip, teşvik edilerek değil, tersine sistem içi tüm bireysel güç, yetenek ve çabaların, toplumsal başarı ve mutluluk amaçları yönünde birleştirerek, merkezi bir planın toparlayıcı doğrultusunda desteklemek ve yönlendirmek elbette daha doğru olandır, diye düşünmekteyiz. GDH, sineklerle değil, bataklıkla uğraşmayı hedef aldığı için, insanların niçin çalışmadıkları ya da niçin tembellik yaparak ekonomiye yararlı olmadıklarını değil, aksine sistemin, insanları niçin istihdam edemeyip, tembelleştirerek yararsız kıldığını sorgulamayı doğru bulur. Yine ekonomik gelişmenin ana müsebbibinin, ‘rekabet’ değil, ‘toplumsal mutluluğun çoğaltılması’ temel düşüncesi olduğunu kabul eder. Yani sadece yaşamak için çalışmalıyız, çalışmak için yaşamamalıyız. Kapitalist sistem bu anlamda, insanların yalnızca belirli bireyler yararına üretim (stok) için yaşamalarını ister; biz ise, toplumun tüm bireylerinin mutlu ve müreffeh yaşamları için üretmeyi tercih ederiz. GDH’nın adil-bilimsel ekonomi anlayışının ana mantığına baktığımızda ise, Aleviliğin ‘kırklar meclisi’ hadisesinde olduğu gibi, ‘’Birimiz kırkımız, kırkımız da birimiz için‘’ anlayışı gereğince hareket edilerek, her alanda ortak çaba ve davranışlar sergilenecektir. Açıkçası ekonomik yaşamın tüm mutluluk ve zorlukları, herkesçe bölüşülecektir. Niçin? Çünkü GDH düşüncesinde ‘’emek ve adil bölüşüm’’ kavramları, en önemli değer ve erdem kabul edilmektedir. Bu nedenle GDH, bölüşmeyi bilmeyen ya da bölüşmeyi kabul etmeyen birinin, insan olup olmadığını, ya da ne tür bir insan olduğu konusunu, maalesef tartışmaya açacaktır! . SELAM VE SAYGILARIMLA.
Posted on: Thu, 03 Oct 2013 14:26:28 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015