Çözüm Sürecinde "Kürdinsan" / Doğan Narboğa Başlangıç - TopicsExpress



          

Çözüm Sürecinde "Kürdinsan" / Doğan Narboğa Başlangıç Namına Bir Dipnot Batılı medeniyetlerde, “planlanan” devrim veya yoğun halk tabanlı ihtilal vakalarında, varılmak istenilen sonucun ön aşamaları için “aydın” tabakanın halkı bilinçlendirme gayretleri günümüzde eşsiz eserler olarak nitelendirilen V. Hugo, J.J. Rousseau, C. Dickens, K. Marks vs. önderlerin kurgularıdır. Ya da infial gayeleri ihtiva eden A. Hitler’in görüşlerini pazarladıkları Kavgam vari eserler, Machiavelli gibi düşünce temelli, ciddi kaideler barındıran projeksiyonlarla halk kitleleri istenilen doğrultuda kanalize edilmeye çalışılmıştır. Biraz daha derine bakılırsa L. Da Vinci, Michelangelo, Rafaello Sanzio gibi aydınlanma karakterlerinin duruşlarını, söylemlerini darbesel, ihtilali aksiyonlarda görmek pek mümkündür. Avrupalı medeniyetleri gerçek anlamda şekillendiren fikirsel temeller, kronolojik açıdan bahsi geçen kişilerin pek de ötesini geçmez. Zira bu medeniyetlerin küresel anlamda tarihî derinlikleri birkaç yüzyılı geçmez. Batıl medeniyetlerin, “sıçrama tahtasına” çıkmadan önceki ahvali, dünya perdesinde var olma savaşı, aksiyoner yapıları ise gerçek anlamda lokal gayretler ve girişimlerle süregelmiştir. Ya da denebilir ki, İslam medeniyeti dışındaki coğrafyalarda yaşayan tüm devletlerin, medeniyetlerin ortak güdüsüyle hareket edip varlık sürdürme politikaları güttüklerini söylemek pek ala doğrudur. Yapılan tahlil olumsuz bir değerlendirme gibi gözükse de mevcut durum, Batı medeniyetinin değişen dünya düzleminde temel güç unsuru olmasını da değiştirmemektedir. Sorulması gereken ise kısa vadede başarı endeksinde üst sırada yer alan bu menfaat birlikteliğinin nasıl bu sonuca geldiğidir. Anadolu coğrafyasında var olagelmiş Türk medeniyetinin ise bahsi geçen Batılı anlayıştan daha derinlikli ve başarı endeksinde uzun zaman üst sırada olmasının nedeni de, bir soru olarak formülize edilip mevcut başarısızlıkların müsebbibi idarelere kapı aynası olarak altın varaklı levhalarla sunulmalıdır. Ve mevcut iktidarlara da bu vakıa mütemadiyen hatırlatılmalıdır. Analiz ve Teşhis “Türkiye cumhuriyeti, dağılan Osmanlı imparatorluğu üzerinde kurulmuş bir gecekonduya benzer. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan Türklerin son anda çektikleri el freni sonucunda oluşan bu gecekondu, bugün tüm tahtaları ile sallanmaktadır. T.C. Devleti’nin tarihte ortaya çıkış koşulları ve bu tercihin ne derece doğru bir çözüm olduğu üzerinde elbette tartışılabilir. Fakat bu tartışmayı bir kenara bırakmak zorundayız. Çünkü tarih üzerine yapılacak bir tartışma, o dönemdeki alternatiflerin ne olduğu ve bu alternatiflerin gerçekleşme şansları üzerinde bitmez tükenmez bir tartışmayı da beraberinde getirecektir. Üstelik T.C. bugünkü hâliyle bir gerçekliktir ve tartışmaya bizzat kendisi ile başlamak gerekmektedir.” Akçam’ın geçerliliğini kısmen de olsa hâlâ koruyan ilginç benzetmesi üzerine Anadolu coğrafyasında varlık bulan son devletin kimyasına, Batılı idarelerle karşılaştırılmalı değinmek yerinde olacaktır. Bir medeniyet için kısa sayılacak bir zaman diliminde kadim bir medeniyetle salt bilimsel akılla hamlelerini gerçekleştiren iki topluluk, endeks sıralamasında nasıl olur da ansızın yer değiştirmiştir? Her disiplinde sorular oldukça mühim, cevaplar zor; sorular sabit, cevaplar değişkenlik arz etmektedir. Mevcudiyetimizi konumlandırmak için cevabı da zor olmayan bu soruyla muhatap olmak, toplumsal olarak varlığımızı idame ettirmek için elzemiyet teşkil etmektedir. Cevabı verebilmek ise akil ve ferasetli davranış sahibi olmayı gerektirmektedir ki, bu da herkesin harcı olmasa gerek. Mevcut Anadolu medeniyetinin temel ve ilk sorunu, özü, özümsememek ve varlığın anlamını tahrip etme teamülüyle varlık sahası bulunacağı inancına sahip olmaktır. Fayda vermeyen varlıklardan mucize beklemektir. Taştan su damıtmaya çalışmaktır. Esasında uygun zaman, mekânda müstakilen anlam ve fayda sahipliğine mazhar taşı da uygun gediğe koyamama beceriksizliğidir. Farzımuhal, demokrasi denilen enstrümana hak ettiğinden fazla anlam ve mana yükleme çabası “taştaki” hezimettir. Diyelim ki modern devletin idari anlayışı demokrasi esaslı olsun. İşte burada da prematüre bir demokrasi teşebbüsü, zerre-i miskal fayda getirisi olabilecek kıymeti yerle yeksan etmeye; berakis zarar kaynağı hâline getirmeye yetmektedir. Türkiye’nin sorunu esasında yanlış istikamete yönelişte, daha yanlışa gitmeme vesilesi olabilecek bir sistemi tamamen yanlış okumak, zamansız tatbik ve ferasetsiz adımlardır. Yanlış istikamet demokrasi, zamansız ve ferasetsiz tatbik ise prematüre demokrasidir. Demokrasinin yanlış istikamet olması, Hz. İnsanı anlama panellerini ekseriyetle kapatma muhtevasından kaynaklanmaktadır. Demokrasinin de tam anlamıyla zamana ve mekâna iktiba edilmemesi mevcut sorunlara mahal vermektedir. Bir Müslüman topluluk için esas ferahiyet İslam rotası, istişare ve şûra mekanizmasıdır. Demokrasinin çoğulcu menfaatine nazire yaparcasına İslamiyetin kendi ümmetine hakkını vermesi, Hz. İnsanı teskin edebilecek yaşam alanı tevdi etmesi Müslüman bireyler için demokrasinin yanlış istikamet olduğunu anlamaya yetmektedir. Mevcut sorunlarımızı ve Türkiye’nin içinde bulunduğu atılımları okumak için demokrasinin nakıs doğasını anlamak gerekir. Son yıllarda “Çözüm Süreci” olarak atağa geçilmesi ise demokrasinin kadük kaldığını ve İslamiyet mensuplarına uymayan bir yapının odak noktası sayılabilir. Bir çözüm arayışı varsa bir düğümün varlığını kabul etmiş olmalıyız. Hastalığın tedavisi için ilk aşamanın hastalığın varlığını kabul etmek gibidir bu durum. İkinci aşama ise uygun teşhis. Ve akabinde gerekli tedavi başlatılır… Şahsen, Çözüm Süreci diye adlandırılan Kürt temelli bu vakıanın Türkiye Cumhuriyetinin geç kabullenmiş olduğu en büyük hastalıklarından biri olduğunu düşünmekteyim. Geç olsun güç olmasın demenin bu hususta en büyük ayıp olacağını da peşinen belirtmek gerekir. Bu hastalıkta şimdilerde tedavi aşamasına geçildiği imajı çeşitli organlarla oluşturulmaya çalışıldığı kanaatindeyim. Zira geç idrak etme eylemi akabinde, sağlam temelleri olan bir tanı süreci katiyen oluşturulmamıştır. Teşhisin önemi şu misalle anlaşılabilir: A. Einstein, bir sorunda ilk ve en büyük olgunun soruyu anlamak olduğu ve sorunun anlaşılmasıyla da çözümün yarsının yapıldığını ifade eder. Ki doğrudur. Ve Çözüm sürecinde teşhis aşaması yanlış istikamet olan demokrasi kanalının prematüre versiyonuyla en iyilenmeye çalışılmaktadır. Bu gidişat farklı bir sorun varyasyonunu doğurmaya gebedir. Ki melez bir sorun, çözümü daha zor gidişatlar anlamına da ayrıca gelmektedir. Tıpkı hastalığa teşkil eden virüsün evrilerek farklı bir formata girmesi hâlinde eldeki mevcut bilgi ve teknolojinin o virüse güç yetiremeyeceği gibi. Sağlam sacayakları olan bir teşhis aşaması içinse demokrasi ateşinde kavrulmaya bırakılmış Kürdinsanların sosyolojik varlıklarını hakkıyla bilmek ve her şeyden öte onları anlamak, dertleriyle dertlenmek, üzüntü ve sevinçleriyle uzun uzadıya hasbıhal etmek gerekir. Kürdinsanların kevgire dönmüş onurlarını ve sosyal dokularını anlamadan onlara güzellikler vaat etmek; acıktığında acılarını katık edinmiş, matemleri mutat hayatlarının büyük bir yekûnu olan bir topluluk için pek tamah bir çağrı değildir. Anlamak için bir araştırmacı edasıyla, bir deney yapar gibi yaklaşmak ise NŞA’da fecaate sebebiyet olmaktan başka bir sonuç getirmez. Peki, doğru kanal nedir? Bu soruya verilecek cevap değişkenleri içerisinde, mevcut düğümü hakkaniyetle çözümleyecek zihin idmanları yapılması gerekmektedir. Mevzu bahis konunun birincil muhataplarını, yaşam alanlarını, sevinçlerinin rengini, gözyaşlarının kokularını, dini inançlarını bilmek gerekir. Düğümü oluştururken, “Türklüğe hevesli Kürtler”, Türklüğe meyyal olunup olunmadığını araştırmak gibi garabetler şu ana kadar yapılan hatalar silsilesinin başlangıçlarındandır. Bu işi neden çözme gayretkeşliğinde olunduğunun ortaya konması da doğru kanala isabet etmeye vasıtadır. Yani, ben bu insanların sorununu neden çözmeliyim derken, bu yaratılmışlara şu ana kadar insan muamelesi yapılmadığının farkında olunduğunu ve neden bu yaratılmışlara insan muamelesi yapmaya karar verildiğini de bilmek ister insan olan, Kürdinsan. Evet, her ne olmuşsa olsun demeden, mevcut iktidarın bu konuya eğildiğini görmek gerekir ve bu vakıa hakkında geç kalınmış bir kabullenişle işe başlandığını belirtmeliyiz. Bu başlangıç esasında Avrupalı toplumların metoduyla çözümlenmeye çalışan ilk serim faaliyetidir de diyebiliriz. Şöyle ki bahsi geçen Batıl medeniyetlerin bir mevzuya dair ilkin o konuyu değerlendiren aydınlatıcı faaliyetleri gözükür. Bu metot niyetin ifrat ve tefrit kutuplarında seyreder ve hâl şekillenmeye başlar. Buradaki yanılgı veya doğruluk Doğulu bir meseleyi Batılı bir anlayışla çözüp çözmeme eğiliminde olmakla ilintilidir. Metot esas kabul edilip algı ise vakanın özünden damıtılarak itidal dairesinde tatbikle mümkündür. Metodun algıya zarar vermemesi içinse Müslümanların kadim bir geleneği olan, “Bilginin İslamileştirilmesiyle” mümkündür. Metotta uygun iktibasın özümsenen algıyı doğru sunmasıyla gaye anca vasıl olabilir… Nasıl? Aydınlatıcı çalışmalar anlaşılacağı üzere işi çözmeye başlamanın ilk ve en önemli ve hatta vakıanın çözümlenme sürecinde tamamın yarımını teşkil eden aşamasıdır. İşte Çözüm Süreci de bahsedildiği üzere Türkiye’deki iyi niyetli çalışmalar içerisinde uygun kanal kullanılmaya çalışılabilirse sonuca varmaya en münasip meseledir. Bu hususta Vahdettin İnce’nin Kürdinsan eseri en isabetli çalışmadır denebilir. Sebebi ise, Kürt medreselerinde ilim tahsil etmiş, Arapça ve Farsça gibi Kürtçenin yoğun beslendiği coğrafyaların dilini bilen, bu dillerden yüzlerce eser çevirmiş ilim ve irfan sahibi bir Kürt âlimidir Vahdettin İnce. Kürdinsan eserini “Bir Kürt Sosyolojisi Denemesi” mottosuyla tam da sürecin teşhis aşamasında tarafların kıvrandığı bir süreçte; işte yaşanılanlar, sevinçler, üzüntüler ve en önemlisi de hakikat budur diyen bir eser neşreden İnce, yıllardır “kart, kurt, Kürt” mantığıyla hadiseyi okutmaya çalışan resmî ideolojinin ensesine tokadı aşk etmiştir diyebilirim rahatlıkla… İnce’nin kendi hayatından, sahih tarihi bilgilerinden, gözlemlerinden, umutlarından, beklentilerinden teşekkül, naif bir dille kaleme alınmış eserde başlık bile sürece yön verecek niteliktedir: Kürdinsan! İnsan olduğu yadsınmış bir toplulukla muhatap olunduğunu, buna göre hareket edilmesi gerektiğini anlatmaktadır eser. Eziyet eden gibi, eziyet görenin de insan olduğunu anlamak zorunluluğunu öncelemek gerekir. Eziyet eden gibi, göreninde kalbinin olduğunu, üzülebileceğini, hakkının gasp edildiğinde, sistemli yıkıma uğradığında fıtratının tahrif olabileceğine dikkat çekmektedir ilk başta Kürdinsan. Kürdinsan’da anlatılanlar, Anadolu topraklarında var olma savaşı içindeki insanların sesi olmaya namzettir. İnce, çocukluğunda, ilk yaşamını geçirdiği coğrafyanın dışına adım attıktan sonraki hayatında, okuduklarında gördüklerini, yaşadıklarını anlatmaktadır. Eseri tam konumlandırmak gerekirse bir Kürdinsan’ın yaşamını anlatmaktadır. Çözüm Süreci’nde anlaşılma ihtiyacı olan Kürt topluluğunu anlamak için, yeni nesil Kürt gençlerin ecdatlarını anlamak için, eserde anlatılanları yaşamışların tekrar hatırlaması için, farklı etnisitiye sahip insanların aynı coğrafyada yaşayan başka bir etnik topluluğu anlaması için, her şeyden öte bir insanı anlamak için okunması gereken bu eserde anlatılanlara biraz değinmek arzusundayım: Resmî İdeolojinin Boyunduruğunda Dil ve Eğitim Kürdinsan’da geçen ilginç olaylardan başlayalım: Okulda Türk olmaya zorlanan, ev hayatlarında bile Türk olması beklenen, aynı kökene sahip; fakat şehirde yaşayanlarına Türk, köyde yaşayanlarına Kürt denilen insanların anıları!.. İnce’nin de ceremesini çektiği olaylar oldukça dikkat çekicidir. Okulda beslenme kolu başkanı, Kızılay kolu başkanı, temizlik kolu başkanı gibi görevlerin yanında en prestijlisinin ise Kürt kolu başkanı olduğunu ifade etmektedir İnce. Kürt kolu başkanı okulda Kürtçe konuşanları, evde, oyun alanlarında Kürtçe konuşma yanılgısına girenleri teşhis edip onların dayakla terbiye edilmesine ön ayak olmaya çalışan okulun en ulvi görevli kişisidir. Daha ilginci ise bu küçük hafiyelerden bazıları şehirde yaşayan Türkleşme şerefine nail olmuş aslı Kürt olan gençlerdir. Acaba, bu garabet tavrı, yaptırımı sağlayan “erkin” Kürtlerle sorunu neydi?.. Bu anekdotta Çözüm Süreci’nin en çetrefilli yanına da değinmek gerekir: Resmî ideolojinin en büyük tahribatı “Tevhidi Tedrisat Kanunu”yla gelen garabet eğitim sistemidir. Ve harf inkılâbı elbette! Bununla kümüle gelen dil sorunu ise bu kanunların ortada bıraktığı onmaz bir velet gibidir. Hangi güç, bir insanın annesinden öğrendiği dili yasaklamak gibi bir haysiyetsizliğe yeltenebilir? Bu sorun, düğümün çözülmesinde olmazsa olmazlardandır. Çözüm ise ortadadır: İnsan olmasından tevellüt bireyin istediği lisanı konuşabilme özgürlüğüne sahip olduğudur. Bunu da savunurken demokratik bir hak olarak değil de bir İnsan hakkı olarak tevdi etmek esastır. Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre bir makalesinde “Başörtü takmak demokratik bir hak değildir!” der. Ya nedir? “İslami bir haktır”, der. Merhum şunu imlemektedir: Çözümü için çaba sağlanılan bir vakıada eksen, vakıanın muhtevasını iyi okumak ve dava sahiplerinin algısını uygun metotla sunmaya çalışmaktır. Bugün demokratik zemin başörtüye cevaz vermişse ve bunu demokratik bir haktan ötürü kabul etmişse, yarın aynı hakkı mütemadiyen elde etmenin garantisini kim verecektir? Garanti demokrasi olabilir mi? Asla. Daha dün bunu demokratik bir eylem olarak görmeyen sistem yarın kendi çıkarı için aynı mantık zemininde olmayabilir! Hâlbuki İslam ve ümmet, İslami bir hak olan başörtü takma serbestîsini mütemadiyen savunacaktır. Zira Yaratıcı’nın emri net ve katidir. Günümüzde çözüldüğüne dair söylemlerin olduğunu gördüğümüz başörtü hakkı henüz toplumun tabanına yayılmamıştır, literatüre kendi İslam değerleriyle de sokulma gayretinde olunmadığı için yarını da ne yazık ki meçhuldür. Başörtü meselesinin çözümünde gidilen bu hatayı en azından başlangıcında olunan bu Çözüm Süreci’nde de tekrarlamamak bu işi dert edinenlerin önceliği konumunda olması gerekir. Dil meselesi o kadar mühim bir noktadır ki İnce de konuya dair açıklamalarında “dil insanın evidir” özdeyişiyle konuya başlar ve “insan, dilinin altında gizlidir” söylemiyle meramını anlatmaya devam eder. Ve dili, insanın kalesine benzetir. İnsanın diline dokunulduğunda evine, kalesine saldırının başlamış olduğu gerçeğini çıkarımsar. Evet, hangi düzenin, gücün bir başka insan topluluğunun evine saldırma hakkını hangi vasıtayla ve nasıl elde ettiğini sormalıyız. Kürtlerin kendi dilini istedikleri gibi konuşabildikleri, T.C mernis numarasına, vergi numarasına sahip bir Türk’ün elde etmiş olduğu ana dilde eğitim, sokakta ve devlet nezdinde tam manasıyla aynı haklara sahip sosyal bir yaşam tevdi edilmediği sürece, düğümün serimi tam manasıyla gerçekleşmeyecektir, bunun acilen anlaşılması gerekir. Bu süreçleri de bir lütuf buyurmak gibi değil, mahcubiyetle yapmak gerekir. Zira geç kalınmış bir hakkı sahibine teslim söz konusudur. İnce’nin şu ifadeleri de temel buhrana son nokta olacaktır: “Kürtlerle devlet anlaşamıyordu, her biri farklı bir dilden konuşuyordu çünkü.” Sanırım, devlet bu sorunu çözmek için Kürtlerin dilini anlamak yerine, onların dilini resmî dile, Türkçeye çevirmek gibi aciz ve onursuz bir teşebbüste bulunagelmiştir! “Resmî ideolojinin gayesi Türkçeyi öğretmek değil, Kürtçeyi unutturmaktı.” demek daha doğru olsa gerek. Resmî ideolojinin, sadece Kürdinsanlara bir tahakkümü olmadığını da belirtmekle konuyu biraz daha anlaşılır hâle getirerek sorunu çözmeye yönelik daha nitelikli adımlar atılması gerektiğini dillendirmemiz gerekir. Eğitim hususunda Tevhidi Tedrisat Kanunu’yla asırlardır süregelen Anadolu Müslüman medreseleri kapatılmış ve eğitim iktidarın, toplumu kendi perspektifinden ehilleştirme argümanı olmuştur. Bu mesele ise günümüzde tek elden idare edilen ve o elin her değişimiyle algı, sistem değişikliğine duçar olan nesilcikler doğurmaktadır. Müslümanca düşünce ve yaşama gayretinde olan ebeveynler şirkten, ahlaksızlıktan tecrit ederek bir başlangıçla eğitmeye başladıkları çocuklarını, belli bir yaşa geldikten sonra kalplerinin ve zihinlerinin tasvip etmedikleri bir müfredata ve karma bir eğitim sistemine teslim etmek zorunda bırakılmaktadırlar. Okul çevresinde putlaştırılan simgelerle karşılaşan çocuğun zihnî karmaşıklığını, küçücük kalbini zorlayan buhranlarını çözmeye sonradan kim ve nasıl muktedir olabilir? Bu nazarla eğitim sistemi de tek bir etnik unsurun değil “ben Müslümanlardanım” diyenlerin, İslam ümmetinin temel sorunudur. Çözüm ise çoğunlukçu mantıktan uzak sivilleşmiş bir eğitimdir. Tahrif Edilen Ümmet Bilinci ve Tahrip Edilen Coğrafi Kader Birlikteliği Sosyal hayatta İnce, bir anısında tercüme için bir mekân kiralamış olduğu handa çaycı yaşlı bir amcanın kendisinin Kürt olduğunu öğrenince hayretler içinde kalmış, şaşkınlığını “sen de bizim gibi namaz kılıyorsun” ifadesiyle nasıl olura getirmiş… Hayatın tam içine doğmuş bir şaşkınlık! Bilmeyenler için İnce, sürekli ifade etmiştir Kürdinsan’da Kürtlerin Müslüman olduğunu… Nifak guruplarının temelde Müslüman olan Kürt halkını nasıl da tanıtmaya çalışmış olduğunu yaşlı amcanın hayretinde görmek mümkündür. Belki de bu husus üzerine o kadar çalışılmıştır ki hâlâ bu yargılar devam etmektedir. Bu durum ise göründüğünden çok daha mühimdir. Tevhit akidesinin son halkasını teşkil eden İslam ümmetinin yetim İslam coğrafyasında yaşanan bu garip hadise, farklı projeksiyonlarla Asrı Saadet akabinde varlığını sürdürmüş ümmetin en büyük sorunudur. Kürt âlimlerinden Bediüzzaman, Cihan Harbinde, dünyada nifak rüzgârları eserken, halkların özgürlük nidasıyla ulus devletler kurmaya başladıkları sırada Kürt toplumuna şunu salık vermiştir: “Allahü Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de, Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm ki bu kavmin bin yıldan beri Âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.” demiş ve Doğuda gönüllü Kürt alaylarının başında talebelerini kumanda etmiştir. İnce de Dengbêj Şakiro’nun Balkan Savaşlarını konu edinen bir stranından bahsetmiştir: Türkçesiyle: Edirne, İşkodra muhasarada kalmış Jön Türkler namusu paraya satmış Savaşın yükü Kürd oğlunun omuzlarına binmiş Umudumuz yukarıda Allah Aşağıda beş yüz Laz kadını Sarı kolları sıvamış Şehit ve gazilere yardım için canlarını feda etmişler… Aynı ümmetin bir parçası olmak hasebiyle ve yüzyıllardır birlikte yaşanılan coğrafyaya açılmış bir savaş neticesinde Kürt diye ayrıştırılan bir topluluk, zamanında görevinin bilincinde hakkıyla savaşmıştır. Savaş ve mücadelede birlikteyken, canını ve malını aynı gaye uğruna feda edebiliyorken şimdilerde oluşan bu sıkıntılı duruma ne sebebiyet vermiştir? Öyle ki sadık milletlerin bile isyan ettiği süreçlerde birlikte çözüm bulabilirken Anadolu İslam ümmetinin etnik ayrımı ve adaletsiz hak dağılımı niye? Millet-i Sadıka’dan bahsetmişken bir zamanlar “Sözünde duracaksan Ermeni gibi dur” dendiğini hatırlatır bize Vahdettin İnce ve Ermenilerle Kürtlerin ortak yaşamlarından bahseder. Kürtlerin hayvancılıkta, Ermenilerin bağ bahçe işlerinde maharetli olduğunu ifade eder. Ve hatta şu sözü de hatırlatır: “Ermeni ile sürü, Kürt ile bağ-bahçe bağdaşmaz.” İki topluluğunda kendi karakterlerine uygun işlerde yoğunlaştıklarını ve birbirlerinin idameleri olduklarından bahseder. Günümüzde ise Ermeniler kendi devletlerinde yaşamaktalar; fakat geçmişe yönelik soykırıma uğradıklarını, haksızlığa uğradıklarını anlatmak için diasporayla ciddi lobicilik faaliyetlerinde bulunmaktalar. Soykırım gibi iddiaların yersiz olduğunu çok basit sarih bir mantıkla bertaraf edebiliriz: Soyu kırılan Ermenileri savunanlar ya Ermeni değildir ya da Ermenilerin soyu kırılmamıştır. Fakat ortada ciddi sorunlar vardır denebilir. Ezilme, haksızlığa uğrama olmamıştır demek adaletsizlik olur. Tehcir gibi bir hadisede elbette istenmeyen vakalar yaşanmıştır. Mevzunun önemi ise Çözüm Süreci’nin bir ayağında Ermenilerin de olduğudur. Aynı toprakların komşuları birbirlerinden ayrılmıştır. Tehcir edilenlerin ardında kalan malları, yollarda kalan canları ortadadır. Öte yandan da canhıraş bir şekilde kendilerini savunmada haddi ve hakkı aşarak başka masum canların kanlarına girmeleri de kabul edilemez. Birbirine içkin bu hadiselerden sadece birini çözme girişiminde bulunmak, mevzuyu şümullü bir şekilde ele almayı engellemektedir. Türk, Kürt ve Ermenilerin coğrafi kader birlikteliğinde Ermenilerin ayrı bir devlet olmasıyla öküz öldü ortaklık bitti diyerek Kürtleri yadsımak, Ermenilerle geçmişten kalan hesapta tarafların mahsuplaşmaması çözümün sorunlarındandır. Öte yandan Türk ve Kürtlerin coğrafi kader birlikteliklerinin dışında Ahiret yurduna sirayet edecek baki bir çatı olan Ümmet olmak durumu da Türk, Kürt ve Ermeni birlikteliğinden öte bir vaziyet teşkil eder. Türk ve Kürtlerin teşrikimesaileri ortak algı üzerine tesis edilmiş, menfaat-çıkar ilişkilerinin ötesine taşınmıştır. Bundan sonra olacaksa yine böyle ve Kürdinsanların aynı şekilde namaz kılmasını yadsımayan bir toplumla olur. Aynı mezarlığa defnedilen insanların yaşarken de aynı olması gerekir… Siyasî Meseleler Kürdinsan’da bahsi geçen 1930 Ağrı isyanı ve akabinde Erciş’te yaşanan katliam sonucunda bir travma yaşayan halk, Ermeni tehciriyle de iyice yalnızlaşmış ve Kürtlükten kaçış gibi ilginç sosyal bir bunalıma hapsolmuş. İsmet İnönü, bölgeye yaptığı bir geziden sonra Meclise sunduğu “doğu raporu”nda Ercişli Kürtlerin bu durumunu “Türklüğe hevesli Kürtler” olarak nitelendirmiştir. Sonradan Millî Şef olan İnönü’nün durumu okumadaki başarısızlığı ya da art niyeti, resmî ideolojinin perspektifini bizlere anlatmaktadır. Meselenin “ben Türküm” demekle bitmediğini belirten İnce, köylerde inatla Kürt olarak yaşayan şehirli Türklerle (Kürtlerle) arada oluşan husumete, dışlayıcı dayatmaya da değinmiştir. Zamanla gerçekten Türk olduklarına inanan bu insanların çapraşık hayatlarına değin bir örneğin bahsi geçer Kürdinsan’da: İnatla ve kesin bir imanla Türk olduğunu söyleyen İnce’nin bir arkadaşı, annesinin gizlice Erivan radyosundan Kürtçe stranlar dinleyip ağladığını itiraf etmiş… Üniversitede başarılı bir öğrenci olan İnce, asistan olmaya karar vermiş ve arkadaşları dâhil herkes sonuca kesin gözüyle bakarken bölüm başkanının şu sorusuyla işin rengi değişmiş: “Sen de Kürtlük damarı var mı?” Meseleyi anlayan İnce, “Başka hiçbir damar yok” diye cevap verir… İnce’nin paylaştığı bir Kürt atasözünü (Burada bir Türk, Çin ya da İngiliz atasözü yerine Kürt atasözünü duyuyor olmak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ağır gelmeyene kadar da kalıcı bir çözümün varlığından bahsedilemez.) nakletmek yerinde olacaktır: “Kaya kevn nede bayê / Genim jê dernayê (Eski samanı yele verme, buğday elde edemezsin.) Bu yitik ataların sözünü aslında İnce, Kürt halkına, unutturulmaya yüz tutmuş bir medeniyetin çocuklarına söylemektedir. “Resmiyet sahnesine çıkmaya hazırlanan Kürtlerin bundan bir ders çıkarıp “kaya kevn”i yele vermekten alabildiğine uzak durmaları ve bugünü inşa etmelerinin âcizane önemini” tebliğ etmiştir. Düğümü çözecek mekanizmaya ise şunu tebliğ etmektedir: “Kürtlerin yerini ve konumunu anlamak ve anlamlandırmak Osmanlının mirasçısı Türkiye açısından hayati bir öneme sahiptir. Büyüyüp kalıcı olmak veya küçülüp sonunda yok olmak kadar hayati.” Akçam’ın bahsi geçen görüşünü ve İnce’nin de bu ifadesini aynı potada ele aldığımızda, anlaşılmaktadır ki Osmanlı gibi bir cihan devleti olma gayesiyle uluslararası arenada reel politikalar güden Türkiye’nin halletmesi gereken ilk ve en büyük meselesi Çözüm Süreci’nden geçmektedir. Çözüm Süreci’ni ise ümmet perspektifinden okumak, resmî ideolojinin tortularını “La” diyerek silmek, geçmişle yüzleşmek gerekir. Sorunları çözmek için de doğru muhataplarla, halkın kendisiyle masaya oturmak gerekir. İmralı’da hapis bir teröristin güdümündeki bir partiyle, dağda zalimlik peşinde koşan bir avuç güruh ya da Ortadoğu diye adlandırılan coğrafyada çeşitli emelleri olan güçlerle, lanetlenmiş bir kavmin devletiyle değil! Mevcut süreçte Kürtlerin temsilcisi olduklarını iddia eden siyasî partinin Kürtlerin temsilcisi olmaya namzet olamayacaklarını da bilmek gerekir. Çünkü “yol kesen şakiler bile başında beynamaz idareci istemez.” Kaldı ki tamamı Müslüman olan Kürtlerin kahir ekseriyeti Müslümanca yaşamanın azmindedir. Ümmet bilinci olmayan bu siyasî ve terörist parti ve oluşumların Kürtlerin sözcüsü olduğu yanılgısına varılması hâlinde masada istenilecekler Müslüman Kürt halkının istekleri, beklentileri olmayacaktır. Güdümünde oldukları şer odaklarının uzun vadeli planlarına göre oynayan bu sözde temsilciler, önü açık ve dünyada başat aktör olma yolundaki bir Türkiye’yi çözümsüz bir sonuca götürebilir. Kürt halkından olduğunu söyleyen bu organizasyon, oysaki yükselebilmek namına omuzlarına bastıkları Kürt halkını; canıyla, namusuyla ve malıyla defaatle tehdit etmiştir. Yaptıkları en tumturaklı şey, dağda ahlaksızlık ve cana kıyma; şehirde çapulculuktur. Bir evin iki çocuğundan birini dağa çekmek, köylünün iki çuval unundan birine ortakçı olmak ve tüm bunları yaparken de Kürt halkını savunma söyleminde olmak ilginçtir. Siyasî anlamda bir oy birikintisine ve Meclis’te politikaları etkileyecek sandalye sayısına sahip olmak aslında arka planda zorla bir destek toplamakla sağlanmaktadır. Yerel idareleri elinde bulundurdukları bu şehir-dağ-hapishane üçlemi, bu coğrafyaları gündüz harp alanı, akşam ise korku diyarı yapmaktan başka Kürt halkına ne verdiklerini sorgulamak gerekir. Bu lokasyonlardaki idarecilerin görevi şehirleri imar etmek olması gerekirken, kaypak siyasetlerine halı saha mahiyetinde bir işletme sağlamaktadırlar. Bu ve bu nev nice sebeplerdendir ki Kürt halkının temsilcisi olduğunu iddia eden bu gruplara itibar edilmemeli; ilmî siyaset yapan halk ariflerine, âlimlere ve en temelde tüm Kürt halkına danışmak; masaya oturulacaksa bu zümrelerle el sıkışmanın yolunu aramak gerekir ki esas çözüme doğru yol alınsın. Çözüm Ekseninde Mevcudiyet Başkanlık Sistemi, Yeni Anayasa ve Çözüm Süreci gibi üç açılımın günümüzde her şeyi değiştireceğine inanılmaktadır. Esasında söylem olarak mümkündür. Fakat nasıl bir Başkanlık Sistemi, nasıl bir Yeni Anayasa ve nasıl bir Çözüm politikası güdüleceği tartışma konusu olmalıdır. Özelde incelediğimiz Çözüm Süreci’nin alt dinamiğini tesis eden Başkanlık Sistemi, anayasanın değişmesiyle mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti anayasa tarihinde ise bir ilk olacak sivil bir anayasa oluşmaktadır. Sivil bir anayasa deneyimi olmayan ve uyuşma sağlanamayacak maddelerin olası varlığı, Türkiye’nin bu süreci istenilen istikamete yöneltememe sorununu doğurabilir. Başkanlık Sistemi’nin halk tabanında tam anlatılamaması, STK bazlı girişimlerin az ve yetersiz düzeyde olması, halkın sisteme olan teveccühünü düşürücü niteliktedir. Üçlü girişimin, aynı zaman ve zeminde yürütülmeye çalışılması teoride mantıklı iken pratikte doğru olmayabilir. Muhalefetlerin yetersiz ve agresif oluşu, iç baskı unsurlarının yanında uluslararası arenada bulunan coğrafyanın sistem kusmaları (seri devrimler) da ayrıca etken menfi unsurlardır. Türkiye’nin bu üçlü sınavda başarılı olup olmaması, Türkiye’yi rol model alan ülkeleri de etkileme potansiyeline sahiptir. Devrimlerin yaşandığı ülkeler üzerinde ciddi planları olan menfaat sahiplerinin de Anadolu’nun istikbaline dair hayırlı düşünceleri olduğunu düşünmek de iş bilmezlik olacaktır. Bu itibarla, aslında bir iç meseleymiş gibi görünen Türkiye’nin üç meselesi tüm dünyanın ilgi sahasını işgal etmektedir. Sonuçta “La”nın öte haddinde konuşlanan menfaat birlikteliklerinin kârı, Türkiye ve onu rol model alan ülkelerin ziyanı anlamında olacaktır. Başarı endeksinde yer değiştirmek için ciddi atılımlar olabilmeye muktedir münferit olarak Anadolu’dan atılacak ilk ve sağlam bir adım, akabinde İslam ümmetinin yeniden gür sedaya kavuşmasına vesile olabilecektir. Görünen odur ki, Çözüm Süreci’yle ilintili bu meseleler “ilginç zamanlarda” yaşayan ümmetin akıbetine dair bir tekâmüliyete sahiptir. Sürecin işleyişine dair geliştirilen “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” ismine münhasır bir şekilde hayırlı bir niyetle sürdürülür, ayrıntı veya gereksiz-yersizmiş gibi gösterilen noktalara dikkat edilir, geçmişe dönüp iç muhasebeyle gerektiğinde iadeiitibar yapılırsa, (Aslında iadeiitibar gibi bir girişim, Müslüman bireylerin pek önemsemeyeceği bir durumdur; çünkü ortada bir eziyet varsa hakkı verebilecek yalnızca Yaratıcının mizanıdır. Fakat ulus devletlerin en kibarlaştığı, en mahcup olduğu anlardır iadeiitibar anları. Ve bu da hakkın tevdi edilmesinde demokratik zeminler için siyasî ilk aşamadır.) ümmet penceresinden olaylara bakılır ve şekil verilirse, Hz. İnsanın doğasına hangi kavimden olursa olsun tahrifat girişiminde bulunulmazsa akıbet de biiznillah hayra varır. Umulur ki aynı ümmetin iki medeniyeti birbiriyle barışır, sorunlarını halleder ve bu da ümmete fayda sağlar, İttihad-ı İslam yolu Anadolu’da filizlenir eski zamanlarda olduğu gibi… * Taner Akçam, Birikim, Nisan 1991, Sayı: 24 * İsmail Raci el-Faruki, Bilginin İslamileştirilmesi, Risale Yayınları, 2004 * Fussilet Suresi 33. Ayet-i Kerime * İsmail Çolak, Bediüzzaman’ın Kürt Meselesine Dair Teşhis ve Çözümleri, Köprü Dergisi, Yaz 2011, Sayı 111 / köprüdergisi * Vahdettin İnce, Kürdinsan, 2013, Ufuk Yayınları * Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat
Posted on: Mon, 19 Aug 2013 11:59:30 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015